AKP-MHP nasıl yönetiyor?
Liberal körlük (ulusalcıları da kapsayan merkez liberalizmi kastediyorum), sorunun liberal paradigma içinde çözüleceğini düşünüyor. Başka bir paradigma içinde düşünmek, siyasal stratejileri ve ittifakları bu eksende kurmak gerektiğini kavramaya yanaşmıyorlar. Bu nedenle rejimin saf kuvvet, kaba kuvvet üzerine kurduğu her testten, sorulara rejimin istediği yanıtı vererek çıkıyorlar.
“AKP-MHP artık yönetemiyor” yargısı üzerinde durmak istiyorum (1). Bu yargının iki nedenle çok zararlı olduğunu düşünüyorum. Birincisi geçen hafta ortaya koymaya çalıştığım, muhalefetin rejimin stratejileri içinde apolitik bir kapanda mutlu - mesut – umutlu ittifak stratejisinin içine sıkışmasının önemli bir etkeni olması. İkincisi ise toplumda her seferinde yarattığı derin hayal kırıklığından beslenmesi. Bu yargının bu kadar güçlü bir etkisinin olması, tamamen temelsiz olmamasından kaynaklanıyor.
KURUMSUZLAŞMA
7 Haziran 2015’te AKP’nin tek başına iktidarını kaybetmesinin ardından kurulan bu koalisyon; sadece yürütme yetkilerinin değil, bütün egemenlik yetkilerinin tek bir kişide, koalisyonun büyük ortağı AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın elinde toplanmasını öngören rejim üzerine oturuyor. Bu rejim ise ilk olarak kurumsuzlaşma üzerine kurulu. Dünyadaki benzerlerinin yaptığını tekrar ediyor, yönetimin üzerine oturduğu bütün kurumların içini boşaltıyor, rejimin lehine işlevini değiştiriyor ya da işlevsizleştiriyor ve bu fetihçi düzenek içinde kurumlar bütün “yönetici” kabiliyetlerini yitiriyor. Bir örnek vermek gerekirse, ülkenin ihtiyaç duyduğu verileri toplayarak yöneticilere yol çizmekle görevli kurum, sayılarla hayali bir başarı öyküsü yazmakla görevlendiriliyor. Elbette dengeler de artık saklanamaz derecede halkın geçimi aleyhine bozulunca kimsenin kuruma güveni kalmıyor. Hem enflasyon, işsizlik gibi veriler hem de hayati olan, canlarımızla ölçülen Sağlık Bakanlığı verileri için durum böyle. Bakan hayatımıza ilişkin gizlediği verilerin üzerine ulusal çıkar perdesini örterek yönetim sorununu elbette çözemiyor. Hatta bu yönetim sorununu açığa vuran şey artık doğrudan ulusal çıkar, beka gibi kavramlar etrafında örülen söylemsel düzenek oluyor. Halkın boğazına kadar borca battığı bir ülkede başarıdan bir avuç oligarkın pay aldığını, AKP-MHP blokunun kurduğu ayrıcalıklar düzeninden yararlanan milliyetçi-mukaddesatçılar dahil herkes görüyor. Ayrıcalıklılar çemberi her geçen gün daraldıkça yönetim sorununu iktidarın yüzüne vuranların sayısı da artıyor.
KAMUSUZLAŞMA
Kurumsuzlaşmayla birlikte gelişen kamusuzlaşmaya bağlı olarak bütün ortak zeminler, bu zeminlere ses olacak medya ortamı da aynı fetihçi anlayışa bağlı olarak işlevsizleştiriliyor. Bunun en çarpıcı sonucu ise fethedilen medyanın propaganda işlevini dahi yitirmesi. Kanallar izlenmiyor, gazeteler okunmuyor. Medya, eskiden iktidarlar lehine yoğun biçimde kullanılan manipülasyon kabiliyetini bile yitirmiş durumda. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı gibi büyük bütçeli propaganda oluşumları ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ideolojik aygıtlar da hegemonya sağlayabilecek işlevlerini kaybedeli çok oldu. Pandemi döneminde Türkiye’nin ilk pandemi hastanesinin devriyle sembolleşen bütçesi ve kadrosuyla dev yapının, Diyanet’in, bir anlamı varsa o da bir post bir kılıçtan ibaret. Kılıç hakkı üzerinden yapılan meşrulaştırmanın ise zaten bildiğimiz anlamda yönetime ilişkin bir sorun olduğunu söylemek gerek.
DÜŞMANLAŞTIRMA
Kurumsuzlaşma ve kamusuzlaşmanın en önemli sonucu, yurttaşın güvencelerinden yoksun kalmasının zemini olması. Milyonlarca insan yurttaşlık çemberinin dışında, onun sağladığı haklardan arındırılmış durumda. Mahkemeler, cezaevleri; sosyal medya kullanıcılarını, gazetecilik faaliyeti, yasama faaliyeti, insan hakları savunuculuğu yapanları ağırlıyor. Demirtaş’ın cezaevinde olmasının hukuksal bir zemini olmadığını her kesimden insan biliyor; rejim de hukuksal meşruluk sağlamakla zaman kaybetmiyor. İşkenceyi gizlemek gibi bir derdi yok. Yargı kararıyla aklanmış yurttaşa suçlu muamelesi yaparak haklarını kullanmasına engel oluyor. Toprağını, suyunu savunan köylüden halk sağlığına ilişkin gerçekleri açıklayan hekime; şehir talanına karşı çıkan mühendisten müvekkilini savunan avukata; emeğinin karşılığını isteyen işçiden çocukların barış ortamında eğitim almasını talep eden öğretmene kadar milyonlarca yurttaşı, terör çemberi içinde yurttaşlık haklarından soymuş bir iktidarın yönetim sorunu olduğunu söylemek gerek.
LİBERAL KÖRLÜĞÜN SINIRI
Bütün bunlar “AKP-MHP artık yönetemiyor” yargısının temelsiz olmadığını kanıtlıyor gibi görünüyor. Fakat ne yazık ki bu yargıda bulunanlar Türkiye’nin bir demokrasi olduğu varsayımıyla hareket ediyor. Liberal körlük (ulusalcıları da kapsayan merkez liberalizmi kastediyorum), sorunun liberal paradigma içinde çözüleceğini düşünüyor. Başka bir paradigma içinde düşünmek, siyasal stratejileri ve ittifakları bu eksende kurmak gerektiğini kavramaya yanaşmıyorlar. Bu nedenle rejimin saf kuvvet, kaba kuvvet üzerine kurduğu her testten, sorulara rejimin istediği yanıtı vererek çıkıyorlar. Rejimin kurucu bir kapasitesi yok, demokratik meşruiyetini, dolayısıyla hegemonyasının rıza dayanağını yitirdi, fakat yönetiyor. Nasıl mı?
Örneğin, Avukatlık Kanunu’nda değişiklik yapılarak çoklu baroya izin veren bir düzenleme yapılıyor. Türkiye Barolar Birliği’nde (TBB) avukatların çok büyük bir kısmının kayıtlı olduğu baroların temsili orantısız bir biçimde düşürülürken küçük baroların temsili artırılıyor. Büyük baroların bölünmesi için ikinci baro (rejimin barosu) kurma olanağı sağlanıyor. Böylece TBB’de rejimin sözü geçecek, barolar mesleğin ve hukukun savunucusu olma iddiasını rejim lehine kaybedecek. Peki ne oluyor? İkinci baro kurmak için yeterli imza toplanamayınca (Ankara Barosu’nun Başkanı’nın açıklamasına göre (2)) kurum avukatları üzerinde baskı oluşturuluyor, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na dayanılarak bazı örgütlerin seçimleri erteleniyor. Örneğin siyasi partiler ya da sendikalar genel kurul yapabiliyorken barolar yapamıyor. Açık açık böyle oluyor. Avukatlık Kanunu’nda yapılan değişiklik ile amaçlanan el koyma gerçekleşene, meslek kuruluşu fethedilene kadar uygulama böylece sürüp gidiyor. Buna baro seçimleri bile yönetilebilir olmaktan çıktı diyebilir miyiz? Hayır yönetiliyor.
Örneğin, Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal bulduğu bir yargılama sürecinin ardından aynı iddia ile yeniden tutuklanıyor. (Tanıdık olduğumuz bir gizli tanık hadisesi ile (3)) Yerine derhal kayyum atanıyor. Kayyum, belediye önünde namaz kılarak (fetih namazı, kılıç hakkı artık ne düşünürseniz) görevine başlıyor. Olağanüstü Hal (OHAL) KHK’si ile Belediye Kanunu’nda yapılan düzenleme ile sadece seçilmiş belediye başkanının görevini devralmıyor, seçimle gelmiş belediye meclisinin yerine memur encümen ile karar alacak şekilde belediyenin karar organını tasfiye ediyor. Yani artık Kars halkının seçtiği belediye başkanı ve belediye meclisi, belediye yok! Devlet Kars’ta yönetime el koymuş durumda. Bu el koymanın dayanağı da OHAL KHK’si ile Belediye Kanunu’na eklenen bir madde. OHAL’den sonra kalıcılaşıyor. Buna mahalli idareler yönetilemiyor diyebilir miyiz? Hayır yönetiliyor.
Peki eğer böyleyse “AKP-MHP yönetemiyor” üzerine kurulu ittifak stratejisinin bizi götüreceği yer neresi? Peki “yönetme” biçimi nereye kadar sürer? Bu soruların yanıtlarını “Türkiye bir demokrasidir” paradigmasının içinden düşünmeye devam ettiğiniz sürece gerçek bir muhalefet stratejisi üretme imkanlarını da yitirmiş olursunuz.
1- Kemal Can’ın “Siyaset Boşluk Kaldırır mı?” başlıklı yazısıyla diyalog ve tartışma içinde bu yargıyı değerlendiriyorum.
2-
Ankara’da kurum avukatlarına iki nolu baroya geçmek için dilekçe vermeleri hususunda açık tehdit uygulandığına ilişkin çok ciddi duyumlar var. Baro seçimlerini ertelemeye çalışmanın gerçek sebebi ortaya çıkıyor.
— Erinç Sağkan (@erincsagkan) October 6, 2020
3- https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ismail-saymaz/hdp-bu-kez-kapatilabilir-6065947/