YAZARLAR

AKP’nin Cumhuriyet’le hesaplaşması

2002’de iktidara gelen AKP, başlangıçta “muhafazakar demokrat” bir söylem geliştirdi. Daha sonra 2010 Anayasa referandumu ile birlikte siyasal İslamcı anlayışını net bir biçimde ortaya koyup Cumhuriyet kurumları olan ordu, üniversite ve yargıda eski kadroları tasfiye ederek kendi kadrolarını yerleştirdi. “Tek adam” sürecinin hakim olduğu koşullarda, Cumhuriyetçiler ve işçi sınıfı ne yaptı, değerlendirmeye çalışalım…

“İşçi sınıfının Cumhuriyet’le imtihanı” başlıklı yazı dizimizin dördüncü ve son bölümünde AKP dönemini (2002-2023) değerlendirmeye çalışacağız.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), başlangıçta “muhafazakar demokrat” bir görünüm çizerek gerçek niyetini gizlemeye çalıştı. AB’ye yanaşan söylemi, TÜSİAD dahil Batı yanlısı sermaye ile iyi ilişkiler kurması, onların çıkarlarını da gözeten bir politika izlemesi, liberal kesimden destek alması, ilk döneminin özellikleriydi.

“Muhafazakar demokrat” söylemini daha sonra siyasal İslamcı bir çiziye oturtturan AKP, Cumhuriyet’in temel kurumları arasında yer alan üniversiteler, ordu, bürokrasi, yargı gibi kurumları kendi ideolojik yaklaşımına uygun bir biçimde tasfiye edip dönüştürmeye başladı ve özel yaşam dahil toplumun her alanına nüfuz ederek otoriter ve totaliter bir rejimi inşa etmeye çabasına girdi.

2010 Anayasa referandumu ile başlayan AKP’nin ikinci döneminde, siyasal İslamcı projenin hızla uygulamaya konulduğu, Batı yanlısı büyük burjuvaziye ve liberal aydınlara ihtiyaç duyulmayan bir sürece girildiği görüldü.

CUMHURİYET KURUMLARINDA TASFİYELER

Ordu ve bürokrasideki Kemalist kadroların tümüyle temizlendiği, üniversitelerin kontrol altına alındığı, yargının ele geçirildiği, medyada yüzde 90’lık bir egemenlik sağlandığı, toplumun diğer yüzde 50’lik kesiminde korku havasının yaratıldığı bir süreç işlemeye başladı.

Bu arada 2012 sonrasında siyasal İslam’ın diğer bir bileşeni olan Gülen Cemaati ile çıkar ve egemenlik ilişkileri bağlamında bir çatışma yaşandı. AKP ile Cemaat, eski rejimin kadrolarını tasfiye edip devlet aygıtını ele geçirdikten sonra bu aygıtı ve ranta dayanan sistemi nasıl bölüşeceklerine dair bir kavgaya girişti.

Daha sonra FETÖ (Fettullahçı Terör Örgütü) diye anılan Gülen Cemaati’ne mensup kimi ordu mensupları, 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimine kalkıştı. Başarısız olan bu darbe girişimiyle ordu ve bürokrasideki Cemaat mensupları tamamen tasfiye edildi.

GEZİ DİRENİŞİ

Bu arada Haziran 2013’te Gezi İsyanı patlak verdi ve beyaz yakalıların başını çektiği gençlerin ve kadınların ağırlıkta olduğu bu isyan, AKP’nin otoriter, baskıcı, özgürlükleri sınırlayıcı hegemonyasına baş kaldırdı. Resmi rakamlara göre yaklaşık 11 milyon insan, Gezi direnişine katıldı.

Toplumun AKP’ye oy veren kitlesinin dışında kalan ve diğer yüzde 50’sini oluşturan kesime öncülük eden Gezi Direnişi, AKP iktidarını ürküttü. Ancak Gezi Direnişi’nin siyasal iktidara yönelik bir örgütlülükten yoksun bulunması, bu direnişin de zaman içinde sönümlenmesine yol açtı.

Fettullahçı darbe girişimini de kendi çıkarları doğrultusunda kullanan AKP ve Erdoğan, 2017 referandumu ile Cumhurbaşkanı’nın halktan tarafından seçilmesini öngören bir “Tek adam rejimi”ne doğru adım attı.

AKP ve Erdoğan, otoriter ve baskıcı yönetim uygulamalarının yanı sıra toplumda ideolojik bir hegemonya kurmak istedi, laiklik karşıtı uygulamalar yaygınlaştı. Bu süreçte Cumhuriyetçi, ilerici, devrimci kesimlerin tepkileri oldu ancak bu gerici sürecin ilerlemesine engel olunamadı.

TARİHSEL ARKA PLAN

Biraz daha tarihsel arka plana gittiğimizde, Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmemiş bir ülkede, merkezi feodal bir düzenin yıkılıp yerine bir burjuva cumhuriyetinin kurulmasının maddi ve reel güçlükleri ortadaydı.

Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, 1923 Burjuva Devrimi’ne öncülük edecek gelişmiş bir burjuva sınıfının olmayışı, devrime önderlik eden asker-sivil bürokratik kadroların toprak ağaları, eşraf ve ticaret kesimine dayanmış olması, Fransa, İngiltere gibi radikal burjuva devrimlerine benzer bir sürecin yaşanamaması, önemli tarihsel koşullardı.         

Cumhuriyet'in kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı, özü itibarıyla sömürgeciliğe ve yabancı işgale karşı bir mücadeleydi. Yani anti kolonyalist bir niteliği vardı, ancak anti kapitalist değildi. Bu anlamda da, kapitalizme karşı olmadığı için anti emperyalist olduğu söylenemez.

Cumhuriyet'in kurucu kadroları, yabancı sermayeye karşı değildi, karşı oldukları konu yabancı sermayeye kapitülasyonlar gibi ayrıcılıklar tanınmasıydı. Sonuç itibarıyla Türk Devrimi, emperyalist işgale karşı ulusal pazarı kurtarma mücadelesiydi. Kurtuluş Savaşı sonrası Batılı devletlerle iş birliğine gidilmiş, İzmir İktisat Kongresi’nde liberal politikalar benimsenmişti.

Yine Türk Devrimi, ağırlıklı olarak “yukarıdan” gerçekleştirilen bir üst yapı devrimi niteliğini taşımaktaydı. Feodalizmle gerçek bir hesaplaşma yapılamamıştı. Laiklik anlayışı, yani dinin burjuva devletinin kontrolü altına alınması da, Osmanlı’daki şeriat anlayışının kapitalizmin gelişmesini yavaşlatan bir unsur olmasından kaynaklanmıştı. Batılı anlamda bir laiklik mücadelesi söz konusu olamamıştı.

Tek parti döneminde ülkedeki sol unsurların tasfiye edilmesi de, güçlü bir demokrasi oluşmasını ve laiklik, devrimcilik gibi cumhuriyet değerlerinin sol açısından sahiplenmesini engellemiştir, denebilir.

12 EYLÜL’ÜN KATKISI

Bu tarihsel arka planı dikkate aldığımızda, AKP’nin ve siyasal İslamcı anlayışın bu toplumdaki tarihsel köklerinin de bulunduğunu ifade edebiliriz. Tabii ki çok partili hayata geçildikten sonra Demokrat Parti döneminden başlayarak sağcı partilerin iktidar olduğu dönemlerde dinci eğilimlere prim verildi, imam hatip okulları yaygınlaştı.

Özellikle 12 Eylül 1980 sonrası, cunta yönetiminin Turgut Özal’ı başbakan yardımcılığına getirerek Amerikancı bir İslamcılığın Türkiye’nin ekonomik, politik ve kültürel hayatına giderek egemen olması, İslamcı kesimin ciddi mevziler kazanmasına yol açtı. (Bakınız: Sungur Savran: Cumhuriyet krizinin kökleri, Devrimci Marksizm Dergisi, Sonbahar 2023 sayısı).

Cunta yönetiminin 1982 Anayasası’na zorunlu din dersi uygulamasını yerleştirmesi gibi gelişmeler, esas itibariyle 1980 öncesi yükselen işçi sınıfı mücadelesini ve sosyalist düşünceyle olan bağını koparmak için 12 Eylül’ün İslamcılığı ve muhafazakarlığı bir set olarak kullanmasından kaynaklanıyordu.

Takip eden süreçte, 1994’te Tayyip Erdoğan’ın yerel seçimleri kazanması, Refah Partisi’nin 1995 seçimlerinden birinci parti çıkması, 1990’lı yıllardaki merkez sağ partilerin ülkeyi yönetemez durumu, 2001 ekonomik krizi, ABD’nin de katkısıyla AKP’nin 2002’de işbaşına gelmesini sağladı.

AKP, özellikle çalışma yaşamı açısından emekçilerin çok ciddi hak kayıplarına yol açan uygulamalara imza attı. Sosyal güvenlik haklarındaki kayıplar, grev yasaklarının artması, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, yüksek enflasyon, satın alma gücünün düşmesi, emeklilerin çok zor koşullarda yaşaması, kamu birikiminin yüzde 90’ının özelleştirilmesi, iş cinayetlerinin durmaması, işsizliğin yüksekliği, örnek olarak verilebilir.

İŞÇİ SINIFININ CUMHURİYET'E SAHİPLİĞİ?

Bu arada değerli hocamız Prof. Dr. Bilsay Kuruç, 30 Ekim 2023 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Mustafa Kemal Yılı” başlıklı yazısında, Cumhuriyet’e sahip çıkanların Cumhuriyetçi orta sınıf mensupları olduğunu belirterek görüşünü şöyle açıklıyor:

“Başka yürüyen var mı? Serzeniş için değil, saptamak için soralım: İşçi sınıfı Cumhuriyet için yürüyor mu? Nadide bir çağdaşlık belgesi olan 1961 Anayasası, işçi sınıfına Cumhuriyetin armağanı olarak tüm çalışma haklarını verdi ve onlar birer milyon kişilik yürüyüşler yaptılar. Başta temsilcileriyle. Şimdi temsilcileri ve işçi sınıfı Cumhuriyet'in yüzüncü yılında yürüyor mu?”

İşçi sınıfı ve öncü kadroları, 1980 öncesinde 1961 Anayasası’nda sağlanan hakları kullanmaya çalıştılar, bu haklar belli ölçüde de geçmiş dönemdeki mücadeleler ve yazı dizimizde belirttiğimiz gibi 1961 Saraçhane mitingi, Kavel direnişi gibi eylemlerle birlikte o dönemin sermaye birikim modeline uygun olarak çalışanların satın alma gücünü yükseltmek amacıyla sağlandı.

DİSK yöneticileri, 12 Eylül darbesi sürecinde yargılandıklarında 1961 Anayasası’na sahip çıktılar ancak o günkü koşullarda da, şimdi de işçi sınıfı mücadelesine öncülük edecek siyasal partilerin etkisizliği, emek kesiminin ideolojik anlamda muhafazakar bir söyleme yatkınlığı, işçi sınıfının ve sendikal örgütlenmenin parçalı yapısı, yine sınıfın büyük işletmelerden ziyade küçük ölçekli işyerlerinde de ağırlık kazanması gibi faktörler ya da bunlara eklenecek diğer olgular, güçlü siyasal nitelikli bir sınıf hareketini doğuramamıştır, denebilir.

Önümüzdeki süreçte, toplumun üçte ikisini çalışan kesimin oluşturduğu dikkate alınarak birleşik bir emek mücadelesinin yaratılması, bu mücadeleye öncülük eden güçlü bir sınıf partisinin oluşması ve bunun yanı sıra AKP’nin siyasal İslamcı, muhafazakar söylemini işçi sınıfının yaşadığı somut sorunları üzerinden etkisiz hale getiren bir ideolojik mücadelenin de gerekli olduğu kanısındayız. Bakalım süreç ne gösterecek?


Atilla Özsever Kimdir?

1967 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirdi. 12 Mart (1971) döneminde piyade üsteğmeni iken siyasi görüşleri nedeniyle ordudan çıkarıldı. 2.5 yıl cezaevinde kaldı. Daha sonra iktisat öğrenimi gördü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı, doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı. 1974 – 2002 yılları arasında gazetecilik yaptı. 2003- 2011 yılları arasında da Maltepe Üniversitesi’nde kadrolu öğretim üyeliği görevinde bulundu. 2011 yılından itibaren de çeşitli üniversitelerde çalışma ekonomisi ve medya alanında dışarıdan dersler veriyor. “Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci” ve “Mesele Teslim Olmamakta” isimli iki kitabı ile çeşitli kitap ve dergilerde yer alan makaleleri bulunuyor.