AKP’nin kuruluşunun 21'inci yılında anayasa sorunumuz
12 Eylül’ün baskı ve zor yoluyla dizayn ettikleri, yeni liberal programı topluma dayattıkları siyasal sistem AKP’yi yarattı, AKP bunu somut gerçekliğine taşıdı.
Dinçer Demirkent
12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren faşist cuntanın lideri Kenan Evren, 24 Ekim 1982’de radyo ve televizyondan aynı anda yayımlanan konuşmasında, 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulacak anayasayı tanıtma gezilerine başlayacağını duyurmuştu. Anayasayı tanıtım gezilerinin hemen öncesinde halka şöyle hitap ediyordu: “Rejimi, demokrasiyi, Devleti her on senede bir rayından çıkaran ve hele bu sefer, Devletimizi, Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakmış bulunanlar, Türk milletinden af dileyecekleri yerde, şimdi karşımıza çıkıp da ‘Geldiniz, anarşiyi yok ettiniz, terörün belini kırdınız, bölücülüğü ortadan kaldırdınız. Fakat artık işiniz bitmiştir. Siz çekilip kışlanıza gidiniz, bizim Devletimizi bize bırakınız’ derlerse biz bunu böyle bir mantık sebebiyle kabul edemeyiz. Bu Devlet, bu memleket sahipsiz değildir.” (1) Evren bu konuşmasının ertesi günü gezisine başladı. Niyeti, darbeye başladığı yerden, ilk fetih operasyonunu gerçekleştirdiği yerden, Fatsa’dan anayasayı tanıtmaya başlamaktı. Ama ulaşıma ilişkin açıkladığı mazeretlerle Fatsa’dan değil, Trabzon’dan başladı. Konuşmasının yarısından fazlası anayasa değil, Fatsa ve Fatsa’da seçim sonucu kurulan demokratik idareyi, halkın doğrudan yönetimini suçlama üzerineydi. Özetle diyordu ki hazırladığımız anayasaya karşı olanlar, Fatsa’yı savunanlardır, Fatsa’da yapılan “ufak operasyon”a karşı olanlardır.” (2)
40 yıl sonra, 30 Temmuz 2022’de Erdoğan fındık fiyatlarını açıklamak için Ordu’ydı. Bir hafta önce düzenlenen 'Fındıkta Sömüreye Son' mitinginde yankılanan Fikri Sönmez’in adını anarak, tam 40 yıl önce faşist cunta lideri Evren’in dile getirdiği sözleri yankıladı: “Ah ah, bu Ordu terörün ne menem bir şey olduğunu gayet iyi bilir. Bu Ordu, Terzi Fikri'yi de iyi bilir. Onların bedelini benim Ordu’m çok ödedi. Ama artık böyle bir şey yok.” Erdoğan’ın devletin sahiplerinin arzularına ve ihtiyaçlarına göre “Bozkurt” ile “Kur’an” simgeleri arasında gidip gelen Milli Türk Talebe Birliği’ndeki günlerinden kalan bilinci miydi bunu söyleten; demokrasi korkusu mu, yoksa 12 Eylül darbesini bir kez daha tasdik etme ihtiyacı mıydı bilmiyorum. Fakat Cumhuriyet tarihinin içindeki en önemli kırılmaları da barındıran 21 yıllık iktidar döneminin sonlarına doğru, bu dönemin ana figürünün ağzından dökülen bu sözleri, bitmekte olan bir dönemin anayasal dönüşümünü ele alırken aklımızdan çıkarmamak gerek. Aksi takdirde, hâlâ akademik bir moda olmayı sürdüren ve AKP hükümetleri yıllarını liberal dönem/otoriter dönem olarak analiz eden bir yüzeyselliğe düşme olasılığı belirir. Bu analizin sahiplerinin aynı zamanda “liberal” dönem içindeki çatışmalarda aldıkları konum düşünüldüğünde “yüzeysellik”in politikada nasıl bir drama dönüştüğünü de kavramak mümkün.
AKP NASIL BİR DÜNYAYA DOĞDU?
AKP, 21 yıl önce bugün, 14 Ağustos 2001’de kuruldu. Milli Görüş geleneğinin içinden gelen ama onun radikal politikalarını dışarıda bırakacağı iddiasıyla... İdeolojileri için muhafazakar - demokrat tabirini benimsediler. Hem Türkiye’de hem de dünyada yeni bir dönemin başlayacağına ilişkin pek çok işaret vardı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından eski dünya ortadan kalkmış, yeni bir dünya ise kurulmamıştı. Dönem içinde neredeyse yazılan bütün yazılar, “11 Eylül saldırıları sonrası dünya düzeni…”, ya da “küreselleşme” kavramlarıyla başlıyordu. 1970’lerden itibaren Türkiye de dahil birçok ülkenin baskı ve zor yoluyla dahil olduğu yeni liberal paradigma kapsamında emekçilerin hakları kısıtlanıyor; örgütlenme hakları baskılanıyor ve demokrasi “sosyal” içeriğinden arındırılıyordu. Kitleler, gözden düştü; liderleri, öldürüldüler, hapsedildiler, ortadan kayboldular ya da çekildiler. ABD’nin merkezindeki İkiz Kuleler'in yıkıldığı ve binlerce insanın öldürüldüğü saldırılar sonrasında ABD tarafından işkence adacıkları kuruldu, yirminci yüzyılın ikinci yarısına hakim olmuş insan hakları ve insan onuru üzerine kurulmuş değerler, liberalizmin zaferinin ardından pervasızca tüketiliyordu. Anti-terör yasaları ve güvenlik konsepti adı altında şekillenen yeni baskı rejimi, sosyal içeriğinden arındırılmış bir demokrasi söylemi ile kol kola yayılıyordu. Demokrasi, öznesinden, halktan koparılmış ve uzmanların özerk kurumlar aracılığıyla yöneteceği, kendi başarısının sahiplerinin mutlu olacağı, “başaramayanların” ise sosyal devletin sorumluluğundan çıkarılarak zenginlerin gönül iyiliğinin insafına terkedileceği bir düzenin dengeleri oturtulmaya çalışılıyordu. Hukuk devleti ise kendi doğuşunun nedeni olan dengelerin değişmesiyle anti – terör yasaları karşısında çaresizleşiyordu. Bu dönemde, ABD Afganistan’daki saldırısından başlayarak yeni çatışma sahalarını ve öznelerini de belirledi. Radikal İslam, devletleri aşan “küresel” örgütlenmeler ile “sosyal”i belirlemeye başlıyor, “ılımlı” İslam ise açıkça destek görüyordu.
AKP’nin kurucu kadrolarının önemli bir bölümü, 1970’li yılların sert politik atmosferinin içindeki radikal sağcı gençlik örgütlerinden gelmişti. İslamcı ve/veya Türkçüydüler. ABD tarafından açıktan desteklenen antikomünist propaganda içinde yetişmiş, yetiştirilmişlerdi. 1990’lı yıllarda yeni liberal programın açtığı yaraların üzerinde örgütlenmiş, “adil düzen” sloganını kullanarak Türkiye’nin önemli şehirlerinde kent yoksulluğunu örgütlemeyi başarmışlar, belediye seçimlerinde başarılar elde etmişlerdi. “Yeni dünya düzeni”nin belirgin bir aşamasında partiyi kurdular, eski radikal programlarını terk ettiler; neoliberal programı izleyeceklerini taahhüt ettiler, içeride ve dışarıda dengeleri gözeten bir programı uygulayacaklarını vaat ettiler. Üç yıl içinde gerçekleşen, ülkeyi acılar içinde bırakan büyük deprem ve iki iktisadi krizin ardından yapılan seçimlerde, yüzde 10 barajı nedeniyle, oy veren seçmenin yüzde 46’sı temsil dışına itilmiş; eski merkez sağ partileri bütünüyle Meclis dışında kalmış; AKP yüzde 34 oy ile parlamentoda yüzde 66 temsil gücü yakalamış ve tek başına iktidar olmuştu. Karşısında muhalefet olarak sağcılaşma eğilimleri artan Baykal’ın CHP’si vardı. 12 Eylül rejimi, istediği sonucu vermiş gibiydi.
AKP DÖNEMİ ANAYASACILIĞININ ÖZÜ: DEVLETİ ELE GEÇİRMEK
Sevgili hocam Murat Sevinç ile kaleme aldığımız, bu yazıda da yararlanacağım, “AKP Dönemi Anayasacılığı, Yaklaşımlar ve Eleştiriler” başlıklı çalışmada AKP dönemini ikiye ayırmıştık. 2002 – 2007 arasındaki dönemde AKP’nin sistem içi meşruiyet arayışlarını hem içeride hem de dışarıda sağlamlaştıracak biçimde oluşturduğunu belirtmiştik. 2007’yi ise AKP anayasacılığının başlangıcı olarak kabul etmiştik. (3) 2002 – 2007 arasındaki beş yıllık dönemde devletin sahipliğine ilişkin tartışma yok değildi; AKP hükümetleri, bu tartışmalarda iktidar olmalarına rağmen devletin kadrolarını yönetemediklerinden yakınıyor, iktidardaki mağdurun dilini kullanıyordu. Devlet içindeki çatışmanın vardığı boyutlar, Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesi, Zirve Yayınevi, Umut Kitabevi ve Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi gibi travmatik deneyimler ile kamusallaşıyordu.(4) Bir yandan AKP öncesinde 2001’de Avrupa Birliği ile uyum için atılmış anayasal adımlar, 2004’te genişletiliyor, buna uygun mevzuat düzenlemeleri de yapılıyordu.
2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi bunalımı bağlamında yaşanacak anayasal kriz, AKP’nin uyumlu/mağdur rolüne de bir son verecekti. Uzun 2007 yılı olarak adlandırabileceğimiz ve Cumhuriyet mitingleri ile başlayıp Genelkurmay tarafından yayımlanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi’nin kamuoyunda 367 kararı olarak bilenen ve anayasa hukuku kavramlarıyla anlaşılması çok mümkün olmayan kararıyla devam eden, 2008’deki AKP kapatma davası sonrasında da Ergenekon davalarına varan sürecin sonunda devletin sahipliği tartışması yeni bir boyuta taşınacaktır. İşte AKP anayasacılığının oluştuğu politik bağlam budur. Kavramıyla söylemek gerekirse, AKP anayasacılığı, anayasal/yasal düzeyde değil; çatışan meşruiyet iddiaları içinde işlemiştir. Hedefi, devlet örgütünü bütünüyle ele geçirmek olmuştur. Dolayısıyla anayasal/yasal meşruiyetin dışında bir meşruiyet iddiası, Erdoğan’ın devlet içindeki çatışmayı kazanabilmek için aradığı plebisiter onayın aracı olmuştur. Bu iddia 2007’den 2011 seçimlerine kadar Fethullahçılarla yaptıkları uzlaşı çerçevesinde seçilmişler/atanmışlar; milli irade/vesayet; laikçiler/muhafazakâr demokratlar çerçevesinde örülen ve liberaller tarafından desteklenen argümanlarla kurulmuştur.
Devlet gücünü kullanarak yasanın dışına çıkanlarla hesaplaşılacağına dönük iddialarla yola çıkılan dava süreçlerinde Fethullahçı yargıç, savcı ve kolluk devlet içindeki çeteleşmeyle değil, çetelerin kimlerden oluşacağını belirlemekle uğraşmıştır. Dolayısıyla bu dönemde kamu görevine girmekte kullanılan KPSS başta olmak üzere çeşitli sınavlardaki çalınması gibi bir olayla Ergenekon davaları gibi birçok ağır insan hakları ihlalinin açığa çıkarılabileceği dava süreçlerinin yürütülmesi arasında sadece düzey farkı vardır. Aralarındaki paralelliği kuran ise meşruiyet iddiasının anayasal/yasal düzeyin önüne konmasıdır. Hükümetin “meşru” amacı yasanın ötesine geçmiştir. Bu düzeyde yargı da bürokrasi de anayasa ve yasalara göre değil, hükümetin amacına göre hareket edecektir.
Fethullahçılarla yapılan ittifakın sona ermesinin ardından “meşruiyet” iddiası, devlet ile özdeşleşen partinin varlık yokluk iddiasına dönüştü. 2014 seçimlerinde Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmiş, ardından yapılan birinci olağanüstü kongreye anayasaya aykırı olarak hem cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olarak katılmış, sonrasında parti başkanlığı görevini Davutoğlu’na devretmişti. 2015 genel seçimlerinde mitingleri cumhurbaşkanı olarak düzenledi ve tarafsız cumhurbaşkanı olarak parti propagandası yaptı. Seçimlerde, HDP’nin aldığı oy ile 12 Eylül’ün üzerine oturduğu sistemi yıkması ile devletin yeni sahipleri tekrar belirlenecekti. AKP-MHP ittifakı Haziran-Kasım 2015 arasında hazırlandı. Darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hal ile darbecilerin yapabilecekleri her şey yapıldı. Anayasa kararnamelerle yok sayılabilir hale geldi, rejim OHAL koşullarında değiştirildi. İddia devletin bekasıydı, meşruiyet arayışı plebisiter olmaktan uzaklaştı, doğrudan devlet zoruna yaslanılmaya başlandı. Bugün hâlâ süren, anayasa ve yasa ötesindeki meşruiyet iddiası olan devletin bekası, bozkurt ile Kur’an arasında gidip gelen ve anayasa ötesindeki bir meşruluğu ve devletin sahipliğini kendilerinde görenlerin geçmişlerindeki iddiadır da.
KRİTİK ANAYASAL ANLAR
Yukarıda adı geçen makalemizde ayrıntılı biçimde ele aldığımız kritik anayasal anlara burada değinerek ziyadesiyle uzayan bu yazıya son vermek istiyorum. İlk sırada bağlamına yukarıda değindiğim 2007 değişikliği var. Belki de AKP anayasacılığı bakımından en az önemsenen bu değişiklik aslında kurucudur. 1982 Anayasası’nın verdiği yetkilerle yürütme içindeki konumu sembolik olmaktan ötede bulunan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ile plebisiter bir yönetim biçiminin oluşmasının zemini sağlandı. Elbette bu zeminin yaratılmasında AKP’yle kardeşliği bugünlerde tescillenen yine anayasa ötesi bir meşruiyet iddiasına dayanan ulusalcıların payını teşhis etmek gerek. 367 kararı olarak bilinen Anayasa Mahkemesi kararı, bu değişikliğin tetikleyici vesilesi oldu.
2008 yılında AKP’ye açılan kapatma davası bir başka kritik anayasal dönüm noktasıdır. Velev ki siyasal sembol açıklamasının çok defa içinde geçtiği iddianame ile AKP’nin laiklik karşıtı hareketlerin odak noktası haline geldiğini kanıtlamaya çalışan savcıya karşı AKP’nin temsilcilerinin yaptığı savunmalarda laikliğe ve cumhuriyete bağlılığın öneminin altının çizilmesini bugün yeniden okumak gerekir. AYM, partiyi kapatmamış 2001’de parti kapatmayı zorlaştıran bir hüküm olarak anayasaya eklenmiş maddeye dayanarak hazine yardımından yoksun bırakma kararı vermişti. Ama iktidar partisinin kapatılmasında bir kanıt olarak sunulan, dolayısıyla üst düzey bir anayasal mesele haline getirilen başörtüsü sorunu bir yasayla bile değil, genelgeyle çözülmüştü. 2012 yılında, AKP’nin en ciddi laiklik karşıtı eylemlerinin başladığı 4+4+4 yasası çıkarken başörtüsü meselesindeki gürültüyü çıkaranlar değil, emek ve meslek örgütlerinin sokaklarda direndiğini de unutmadan buraya eklemek gerek.
2010 Anayasa değişikliği, belki de 2017 rejim değişikliğinden önceki en kritik andır. İki nedenle. Birincisi, yargının önce Fethullahçılara sonra da başka gruplara teslim edilebilmesinin zeminini hazırlayacak; yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak zemini oluşturmuştur. Fethullah Gülen’in 'mezarınızdan kalkıp evet oyu kullanın' demesinin nedeni budur. İkincisi, 12 Eylül ile hesaplaşma propagandasının içinde anayasal meşruiyet tamamen ortadan kaldırılmıştır. İçişleri Bakanı'nın “bu anayasayı tanımıyorum”, "Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymuyorum” diyebilmesinin zemini budur. 2010 değişikliğine bağlı bir diğer önemli an 12 Eylül davasıdır. Bu davada 12 Eylül faşizminin yaşayan liderleri neredeyse hiçbir zarar görmemiş, dönem içinde işlenen insanlığa karşı suçlar yargı önüne taşınamamış, 12 Eylül rejimiyle hesaplaşma söylemi, 12 Eylül rejimini konsolide etmenin aracı kılınmıştır. Yine 2010 referandumuna bağlı olarak, 2011’de yeni anayasa yapmak için TBMM’de oluşturulmuş Anayasa Uzlaşma Komisyonu da anayasal meşruiyetin altının oyulmasıyla başlayan yeni anayasa çalışmaları da eski anayasası etkili ve geçerli olmayan ama yeni anayasası da yapılmayan bir fiili düzenin aracı kılınmıştır.
2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasında yaratılan şiddet ortamı, yukarıda açıklamaya çalıştığım yeni meşruiyet iddiasının dayanağı yapılmış. 2016’da yapılan anayasaya aykırı anayasa değişikliği ile dokunulmazlıklar belli bir sürede gönderilecek fezlekeler için kaldırılmış; parlamenter muhalefetin en önemli temsilcilerinin cezaevine konmasının zemini hazırlamış; parlamentonun tasfiyesi başlamıştır. 2016 yılındaki darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL devleti ele geçirmenin yeni zemini olarak kullanılmıştır. Kamusal güçlerin, muhalefet güçlerinin, anayasal organların alaşağı edildiği bir fiili rejim kurulmuş; bu rejim ise 2017 yılında OHAL koşullarında gerçekleştirilen referandum sonucu kabul edilen anayasa değişiklikleri ile tescillenmiştir. 2018 Temmuz’unda OHAL sona erdiğinde yapılan seçimlerle değişliklerin bütünü yürürlüğe girmiş; aynı dönemde OHAL’in devamına ilişkin kanunlar kabul edilmiş, bu kanunların uygulaması da geçtiğimiz aya kadar sürmüştür. OHAL ya da daha doğru bir kullanımla anayasayı askıda tutan bir istisna hali devam etmektedir.
SONUÇ
AKP’nin kuruluş yıldönümünde, yarattığı anayasal düzeni ele almak için başına oturduğum bu yazıda, Türkiye’nin anayasa sorununun, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e geçiş sorunu olmadığını anlatabildiğimi umuyorum. 12 Eylül’ün baskı ve zor yoluyla dizayn ettikleri, yeni liberal programı topluma dayattıkları siyasal sistem AKP’yi yarattı, AKP bunu somut gerçekliğine taşıdı. Bugün, Türkiye, Rusya, Hindistan, Macaristan, Polonya gibi ülkeler birbirine benzer biçimde, David Landau’nun tabiriyle suistimalci anayasacılığın teknikleriyle yasamayı etkisizleştiriyor, yargıyı kontrol ediyor, polis zorunu muhalefeti bastırmak için kullanıyor; zenginleri zenginleştiren, yoksulları yoksullaştıran politikaları bu araçlar ile sürdürürken ailelerini ve çevrelerini devlet eliyle semirtiyorlar. AKP iktidara geldiği yıllarda, “yeni dünya düzeni…”, “küreselleşme…” kavramlarıyla başlayan yazılar; “seçilmiş otoriterler”, “otoriter popülist rejimler”, “rekabetçi otoriter düzenler” benzeri ifadelerle başlıyor. Bunun bir anlamı var, mevcut iktisadi paradigma ve ona paralel olarak şekillenen siyasal sistemler, bu rejimleri yarattılar ve artık ciddi bir kriz içindeler. Geçiş süreç ve biçimleri sadece Türkiye değil, dünyanın farklı ülke ve bölgelerinde tartışılıyor. Türkiye’de geçiş sürecinde yer alacak öznelerin bunu dikkate almasını, anayasal geçişin ve demokrasinin tesisinin parlamenter sistem tartışmasıyla sınırlı olmadığını görmelerini temenni ediyorum. Temennimin gerçekçi bir hale gelebilmesinin ise ancak demokrasinin öznesi, demos tarafından yaratılacak anayasal taleplerle ve onun zorlamasıyla mümkün olacağını biliyorum.
1- Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in Yeni Anayasayı Devlet Adına Resmen Tanıtma Programı Gereğince Yaptıkları Konuşmalar, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 10.
2- A.g.e., s. 17.
3- Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent, “AKP Dönemi Anayasacılığı, Yaklaşımlar, Eleştiriler”, Toplum ve Bilim, s. 158, 2021.
4- Aynı yönde bir değerlendirme için. Bkz. Cenk Saraçoğlu ve Melih Yeşilbağ, “Minare ile İnşaat Gölgesinde”, Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu ve Ateş Uslu (Haz.), Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul: Yordam, 2015, s. 871-954.