Albayrak ve değişen ekonomi yönetimi: Stratejik akıl ve demokratik çıkış
Ekonomik işlemlerin güven içinde yapılabilmesi, herkesin önceden yapılmış sözleşmelerin sonuçlarına uygun davranmasının sağlanabilmesi için gerekli olan öngörülebilirlik ve açıklık hukuk devletince sağlanır. İşin bu boyutu neden ekonomiye güven vermek için bir hukuk reformuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamıza elveriyor. Gelgelelim Türkiye’de hukuk sisteminin ekonomi dışı olan bazı alanlarla olan ilişkisinde durum bazen bunun tam tersi bir hal alabiliyor.
Ekonominin önlenemeyen gerileyişi iktidar koridorlarında belli bir yankı uyandırmış ve ciddi bir siyasi anlayış değişikliğini gerekli kılmış gibi gözüküyor. Bu anlayış değişikliğini kimileri rasyonalitenin zaferi olarak görürken kimileri de bir süredir kopmuş gidiyor dediğimiz Türkiye’nin çıkış arayışı yahut gerçeğe dönüş hamlesi olarak değerlendiriyor. Yapılan abartılı gözlemler kadar değerlendirmelerin içerdiği iyimserlik dozu da tartışmanın çoktandır umuda hasret kalmış insanların duygu durumu üzerine inşa edildiğini gösteriyor. Burada rasyonalite ve gerçeklik olarak söz edilen şeyler hükümetin yeniden rakamların diliyle konuşmaya başlamasından, uzmanların teknik bilgi ve önerilerine değer verdiğini göstermesinden ve her şeyden önce de bir sorun olduğunu kabul edip ortaya reform iradesi koymasından ibaret. Geliştirilen söylemlere buradan bakınca yaşanan gelişmelerin kısmi ve tek yanlı bir dönüşüm yönünde yapılmış bir niyet beyanının ötesine geçemediği rahatlıkla görülebiliyor.
Bu söylemde gerçeklik kısmi bir nitelik taşıyor, çünkü gerçekliğe toplumsal hayatın bütününe yayılan bir perspektiften değil ekonomiyi merkeze alan bir açıdan yaklaşılıyor. Öte yandan bu söylem kısmi olduğu kadar da tek yanlı, çünkü hükümetin iktidarını tahkim etmek için geliştirdiği stratejik aklı toplumu bir arada tutan ve barış içinde yaşamasını sağlayan demokratik rasyonaliteyle karıştırıyor. Kendi iktidarı söz konusu olduğunda, başka bir deyişle seçmen ile kendisi arasındaki bağı zayıflattığını gördüğünde Erdoğan’ın gözden çıkarmayacağı kimse yoktur. Önceden de defalarca izlediğimiz bu senaryo şimdi gördüğümüz sahneyle, yani Erdoğan’ın kendi ailesinden bir bakanı feda etmesiyle bu çerçevede örtüşüyor. Ama bu bağlamda gerçekleşen dönüşümler genellikle sorunların kökenine inen ve kalıcı çözümler üreten bir nitelik taşımazlar. Çünkü sadece eldeki sorunu çözmenin gerektirdiği ve iktidarda kalmaya yetecek olan ölçünün ötesine geçmemek böylesi bir stratejik akıl için esastır.
Şimdi yürürlükte olan stratejik akıl sadece seçmenleri kendini başarılı kılacak şekilde davranmaya yönlendirme kabiliyetindeki arzu ve kaygılara seslenmekle sınırlı kalıyor. Yani ekonomi kötüye gittiği ve tencere ve tava boş kaldığı için yaşanan oy kaybının önüne geçmeyi ve seçmenle kendisi arasındaki bağı bu yolla yeniden tesis etmeyi hedefliyor. Çoğu yorumcunun coşkuyla selamladığı, hatta bazı muhalif yazarların “Ben zaten dememiş miydim” diye böbürlenerek analiz ettiği gelişmenin aslı astarı bundan ibaret. Buradaki temel varsayımsa şu: Ekonomik çözümler hukuk reformlarını gerektirecek, hukuki değişim siyasi açılımları tetikleyecek ve böyle bir zincirleme reaksiyonla sistem bütünsel olarak yenilenecek. Oysa salgın yönetimindeki ürkütücü başarısızlık, yaşanan diplomatik gerileyiş ve uluslararası saygınlık kaybı veya hukuk sisteminin çöküşü kadar şimdiki ekonomik kriz de böylesi bir ardışık tetikleme sürecinden daha bütünsel ve karşılıklı bir etkileşimin sonucu olarak ortaya çıktı. Karşılıklı etkileşim söz konusu alanların hepsinin kendine özgü bir mantığa sahip olmasının ve bundan ötürü nispeten özerk bir etkileşim içinde olmasının zorunlu sonucu.
Söylediklerimi işin ekonomi kısmını biraz açarak geliştirmekte yarar var. Zira Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı ve ekonomiyi odağa alan reform düşünceleri bugünkü tartışmayı da ateşleyen ana etmen gibi görünüyor. Merkez Bankası’na yapılan yeni atamanın ve Hazine’den sorumlu bakan Berat Albayrak’ın istifasının ardından yapılan açıklama ekonomi yönetiminde önemli bir anlayış değişikliğinin habercisi olarak değerlendiriliyor. Erdoğan’ın “ekonomiye güven verecek hukuk reformları” çerçevesinde, uzun zamandır gölgesine bile hasret kaldığımız, şeffaflık veya öngörülebilirlik gibi ilkelerden söz açması gerçekten dikkate değer bir etki yarattı. Gerçi Saray’ın açıklamasında halen “faiz neden enflasyon sonuç” anlayışında ısrar edilmesi ekonomiye güven vermekten uzaktı. Ama buna rağmen yapılan faiz arttırımı kamuoyu tarafından ısrarın sadece görüntüyü kurtarmak için yapılmış boş bir jest olduğu kanaatini uyandırdı. Kur oranlarındaki hızlı ve sert gerileme, sermaye piyasalarındaki anlık canlanma da bu kanaatin dışavurumu olarak tezahür etti.
Şimdi tüm bu gelişmeler ışığında ilerdeki muhtemel kabine değişikliği ve bunu izleyecek yeni düzenlemelerin ne olacağı tartışılıyor. Tartışma başlıkları içerisindeyse özellikle yönetimde açıklık ve öngörülebilirlik, piyasa ekonomisinin mantığına uyum, diplomatik siyasette anlayış değişikliği ve hukuk reformu gibi başlıklar öne çıkıyor. Ben bu başlıklardan özellikle açıklık ve öngörülebilirlik ile hukuk reformu arasındaki ilişkinin ekonomi ve diğer alanlar üzerindeki değişik etkileri üzerinde durmayı gerekli görüyorum. Çünkü gerçekleşmesi beklenen reformların ve ülkeye soluk aldıracağı düşünülen anlayış değişikliğinin sınırlarını en net şekliyle bu etkilerin alanına göre nasıl farklılaşabileceği üzerinden göreceğimize inanıyorum. Genel olarak hukukun üstünlüğünün olmadığı bir yerde sadece kamu otoritesi ile bireyler arasındaki ilişkilerde değil, insanlar arasındaki kişisel ilişkilerde de öngörülebilirlik ve açıklığın ortadan kalkacağı düşünülür. Burada mesele esasen iki taraf arasındaki herhangi bir uzlaşmazlığın çözümünde üstün güç olarak devletin ne yönde davranacağının açık olması ve önceden tahmin edilebilir olmasıyla ilgilidir. Yani ekonomik işlemlerin güven içinde yapılabilmesi, herkesin önceden yapılmış sözleşmelerin sonuçlarına uygun davranmasının sağlanabilmesi için gerekli olan öngörülebilirlik ve açıklık hukuk devletince sağlanır.
İşin bu boyutu neden ekonomiye güven vermek için bir hukuk reformuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamıza elveriyor. Gelgelelim Türkiye’de hukuk sisteminin ekonomi dışı olan bazı alanlarla olan ilişkisinde durum bazen bunun tam tersi bir hal alabiliyor. Söz konusu durumlarda yaşanan hukuki sorun açıklık ve belirsizliğin olmamasından çok olmasından ileri gelir. Bunu sadece ironik olmak için söylemiyorum, çünkü gerçekten de Türkiye’deki uygulamaların vardığı aşamada bir tür tersinden açıklık ve öngörülebilirlik hüküm sürmektedir. Zira hukukun olduğu kadar hukuksuzluğun da bir tür açıklık ve öngörülebilirlik yaratması olasıdır. Örnek mi? Mesela bugün siyasi eleştiri veya muhalefette makbul sınırları aşan birinin başına ne geleceği az çok açıklık ve öngörülebilirlik taşır. Bu kişinin vatan hainliği ve teröristlikten devlet büyüklerine hakarete kadar uzanan bir yelpazede belirlenmiş suçlamalar arasından durumuna uygun düşen bir soruşturmayla derhal derdest edileceği net olarak söylenebilir.
Hukuksuzluğun açıklık ve öngörülebilirlik yarattığı alanlardan biri de ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği durumlarda ortaya çıkar. Söz konusu ihlaller çoğunlukla devlet güvenliği gibi nedenlerle kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilirler. Böyle bir durum gerçekleştiğinde, ister önceden planlanmış olsun isterse de anlık bir şekilde gelişmiş olsun ihlalcinin korunacağı ve mağdurun suçlu görüleceği kolaylıkla öngörülebilecek açıklıktadır. 21 Mart 2017’de Kemal Kurkut’u Diyarbakır’da öldüren polis memurunun delil yetersizliğinden beraat ettirilmesi bunun en tipik örneklerinden birini temsil etmektedir. Nitekim ağabey Ercan Kurkut’un, mahkeme kararı sonrası "İyi değiliz inanın. Bu sefer yanılmak isterdik. Fakat maalesef yanılmadık" beyanı burada açıklık ve öngörülebilirliğin nasıl görev başında olduğunu göstermektedir.
Hukuksuzluğun yürürlükte olduğu farklı alanların öngörülebilirlik ve açıklık bakımından nasıl ayrıştığını, Türkiye’de yaşanan derin toplumsal çöküşün her biri kendine özgü bir mantığa sahip olan, farklı sektörlerdeki etkileşimlerden kaynaklandığını göstermek için bir örnek olarak ileri sürdüm. Her biri kendi içindeki dinamiklerle belirlenen bu sektörel krizlerin kesişim noktası bugün için Saray’ın merkezde olduğu bir karar mekanizması tarafından yürütülmektedir. Yani mevcut sistemin kendisi bir kriz kaynağı olarak doğmuş ve bir kriz reaktörü olarak işlemektedir. Dolayısıyla Erdoğan tarafından alınan tek taraflı kararların, onun iktidarını sürdürmek için gerekli stratejik aklın gereklerini aşmasını beklemek gerçekçi değildir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu ve gerçekten umut ettiği şey, halkın eşitlik ve özgürlük taleplerini esas alan demokratik bir akıldır, kısmi ve tek yanlı bir stratejik akılla iktidarı berdaim kılacak kısa ömürlü çözümler değil.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI