Alçak adamların yüksek edebiyatı
Banyoya kıstırdığı bir kadınla, neye uğradığını şaşırttığı gencecik bir öğrenciyle empati kuramayan bir adam, insanın derin çelişkilerine, kaygılarına ne dereceye kadar “gerçekten” nüfuz edebilir? Bunca riya, sözcük ve metafor dağlarının arasından sızıp eserin ruhunu kirletmez mi? En basit, ilkel sorunlarını çözememiş kişinin kurduğu dünya bu çiğlikten nasıl münezzeh olacak? Karar okuyanın olsun...
Bu yeni değil: Google’a Twitter’a başvurmadan erkek yazar, yönetmen, ressam vb. kayda değer er kişiye ağız tadıyla “huzur içinde yatsın, nurlarda uyusun, mezarına şık bir gece aydınlandırması yapılsın” diyemez olduk. Çünkü iki övüyorsun, altından cinsel saldırı faili, şiddet faili, ne ararsan çıkıyor, sözlerini geri alasın, yazdığını baştan yazasın geliyor. Benim böyle ayrıntılı bakmaya çekindiğim birkaç adam da var. Anthony Hopkins dedenin o Hannibal mısın yoksa bal mısın hülyalısı bakışlarıyla, kedisi, piyanosu, resimleriyle pandemi zamanında yarattığı huzur vahasından vazgeçemiyorum. Ama azıcık kurcalayınca o kuşakta neredeyse boş yok. Bertoluccileri, Nerudaları, sinema ve edebiyat zevkimize büyük katkısı olan “erustaları”, metaforik babalarımızın birer birer yıkılışını ve bununla başa çıkma biçimlerimizi daha önce bir mini yazı dizimde anlatmıştım. Bitmiyor tabii. Kadınlar konuşuyor ve uzak, yakın tarih aydınlanıyor. Hiç de nurlar içinde kalmıyoruz ama. Hep aynı soru/sorun: Şu katildi, öbürü sevgilisini arabayla uçurdu ama işte eserleri çok güzel. Bunca kültür birikimi çöp mü olacak? Yazarı eserinden ayırmalı mıyız, ayırmazsak nasıl yapacağız?
Bu sorunun çok kolay bir yanıtı yok. Metaforik babalarımızla şöyle ya da böyle mesafelenip kendi dilimizi, hikâyelerimizi kurmayı yeniden ve yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Tacize taciz, tecavüze tecavüz dedirtmek feminizmin on yıllarını aldı. Bu kez de erkeklik krizi, patlamaya hazır ego derken kadın kazanımlarının bedelinin kadına ödetildiği, erkeklerin “küstüm oynamıyorum,” ıssızlığında pasif agresif her tür şiddeti de sürdürdüğü bir dönemin kucağına düştük. Ama her yandan berbat bu çağımızın iyi bir tarafı da var. Bunca manipülasyon, çarpıtılmış gerçek, post truth, höst truth çağında eril şiddet açısından “gerçeklerin er geç açığa çıkma huyu”ndan nasipleniyoruz.
Hiç de kendiliğinden olmadı bu. Kadın ve LGBTİ+ hareketlerinin hiç yılmayan gücü, inadı sayesinde oldu ne olduysa. Kadının kadının kurdu değil yurdu olduğu, suskunluk perdesi ardındaki deneyimin ne kadar ortak olduğu anlaşıldı. Cinsel saldırının giydiği, yaptığı, konuştuğuyla ilgili bir şey olmadığını, suçlu ortada gezinirken suçluluk duymanın lüzumsuzluğunu hissetti kadınlar. Çok uzun, çok zorlu bir süreç. Ama en nihayet, kadınlar konuşuyor. Her gün yeni putlar yıkılıyor. Şaşırmak en büyük lüksümüz oldu.
Dünden beri bu “aa o da mı” kervanına ulu yazar Hasan Ali Toptaş da katıldı. Leyla Salinger (takma) adlı bir kadının Twitter’da Hasan Ali Toptaş‘la ilgili attığı bir tweet, (umarız) edebiyat dünyamızın “me too”sunu başlatmak yolunda. Kendisinin ve pek çok arkadaşının üniversite yıllarında Hasan Ali Toptaş’a dair pek çok “nahoş” anısının olduğunu belirten Leyla, “şimdiki bilinç ve cesarete sahip olsaydım kesinlikle ifşa ederdim” dedi. Arkası geldi. 20’ye yakın kadın pek muhterem erusta Toptaş’ın faili olduğu, çoğunlukla erken yaşlarda yaşadıkları taciz deneyimlerini paylaşmaya başladı. Aralarında dilini, dünyasını pek sevdiğim yazar Pelin Buzluk da vardı. Pelin’i Aslı Tohumcu’nun Bora Abdo ifşası izledi. Bu gerçek isimlerin katılımıyla yıllardır suskunluk sarmalıyla örtülen olay öyle inkâr edilemez bir hâl aldı ki sonunda yazar Twitter hesabından bir özür metni yayınlamak zorunda kaldı. O özürsüz özre döneceğim.
Pelin Buzluk’un paylaşımı insanın hem kalbini kıran hem de kadınlara müthiş bir cesaret aşılayan türden. Eski eşiyle birlikte çağrılıp o gelmek istemediği için yalnız gittiği yazıevinde Toptaş’ın cinsel saldırısına uğrayıp kendini banyoya kilitlemek zorunda kaldığını anlatıyor. Banyodayken “özür dilerim, istemiyorum” demiş ki en içe dokunan detaylardan biri bu. Üzerinde edebi gücünü, nüfuzunu, ona duyduğun saygıyı sonuna dek vahşice kullanan, üstüne zar zor kendini evden atarken “o zaman niye bu elbiseyi giydin?” diyen biri var. Pek büyük yazar, köşeye kıstırdığı genç bir kadın yazarın üzerindeki yazlık elbiseyi bir cinsel çağrı iması olarak değerlendirmeyi tercih edip bu konuda akla gelebilecek her şeyin ve herkesin gerisine düşüyor. Olay olup bittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıyor, hatta geri kafalılıkla suçlayıp küçümsediğini belli ediyor Pelin Buzluk’u. Kendisini padişah, diktatör, Tanrı, hayal gücü ne verdiyse öyle bir yerde görüyor, karşısındakine hiçbir insani saygı duymadığı açık.
Lise, üniversite öğrencilerine uzanan yanda çocuk istismarı iddialarına kadar giden boyutu var işin. Bu geçkin yaş erkek yazar, yönetmen vb.nin, dünyayı yalamış yutmuş görünen kişilerin, genç kadın hatta çocuk beğenisini istismara gönül indirmesi kadar korkunç, çiğ egoyu hayal etmek zor. Yaşını başını almış yazar, insanların ona duyduğu, kitaplıklarında başköşeye oturttukları, bazen bir cümlesinden hayatın anlamını yakalarcasına medet umdukları hayranlığı çarpık, çiğ cinsel dürtüleri lehine kullanmaktan çekinmiyor. Hep rastlandığı gibi genç kadınlara daha meyilliyse de (sırf “taze et” klişe, pis düşkünlüğü değil buralarda mesele, ne kadar küçük o kadar sorgulayamaz halde, o kadar hayran) her yaştan kadını dokunuşuyla onurlandıracağına inanıyor. Sonra da eserlerinde yası tutulan kuşlardan, çocukluğun atlatılamayan travmalarından bahsediyor ince ince. Nasıl inanacaksın?
Sanatçı ermiş değildir, insandır. Ama bu kadarı çok fazla. Hasan Ali Toptaş hiçbir zaman benim yazarım olmadı, zorlanmadan okuduğum bir tek kitabının bile olmadığını itiraf edeyim. Ki bu katmanlılık, derinlik meselesi değil, lisede Proust okuyordum. Yazışı benim tarzım değil, sevdiğim edebiyat bu değil. Deneyimli bir okur ve yazar olarak hakkımdır sanıyorum. Demek istediğim atfedilen o edebi yükseklik de o kadar sorgulanamaz bir şey değil ama meselemiz bu değil. Shakespeare’in reenkarnesi olsa, dünyanın en büyük yazarı olsa bunları yaptıktan sonra kaç yazar? Banyoya kıstırdığı bir kadınla, neye uğradığını şaşırttığı gencecik bir öğrenciyle empati kuramayan bir adam insanın derin çelişkilerine, kaygılarına ne dereceye kadar “gerçekten” nüfuz edebilir? Belli bir zeka ve çalışkanlığa sahip bir yazar için insanların gönül tellerine de akıl tellerine de dokunmak kolaydır. Ama imajı, yazdığı ve gerçeği arasında bu derece uçurum olan birinin, yazdığı bazı durumları hissetmeyip hissi taklit ettiği açık değil mi? Bunca riya, sözcük ve metafor dağlarının arasından sızıp eserin ruhunu kirletmez mi? En basit, ilkel sorunlarını çözememiş kişinin kurduğu dünya bu çiğlikten nasıl münezzeh olacak? Karar okuyanın olsun.
Tavsiye değil, bunca empoze edilen şeyden kaçınma çağrısı: Erkek zekasına tapınmayın. Kendi aklınıza haksızlık edip balon gibi şişirilen adamları olduğundan iyi, güçlü göstermeyin, bu yazıyı okuyan sevgili kızkardeşlerim. İyi her şey takdir edilir ama hayatımızın omurgası “erustalar” değil. Hatta çoğunlukla maalesef onlar engel. Kavrayış, saygı, gerçek empati, nezaketle beraber gelmeyen akıl da olmaz olsun.
Toptaş’tan hemen sonra Ali Lidar gibi kadınlara düşmanca tutumlarıyla bilinen bazı isimlerin savunuları yükseldiyse de çabuk sönümlendi. Daha çok (ses verenlere haksızlık etmeyelim) erkek yazar, yayıncı, sanatçıların çoğuna hâkim bir suskunluk var şu ana dek, beklendik.
Yayın süreçlerinden tanıtıma, edebiyat dergilerinden kitapçı raflarına her zaman her yerde ayrıcalıklı orta yaş üstü erkek yazarın bence çoğu kez yeteneğinden büyük desteği var. Kadın yazarlar bunun yarısı kadar sevgiyle, sahiplenmeyle, göğe çıkarmayla kuşatılsa metaforik yazar babalar ve yaratmaya doyamadıkları hayal kırıklıklarından da bir nebze kurtulurduk. Tapınılmayı değil okunmayı tercih eden daha çok kadın yazar var tabii, ne iyi ki. Hayatın milyon zorluğuyla boğuşup bir de bu örnekten gidersek tanıdıkları başka yazarlar dahil erkekler tarafından taciz edilme riski ile karşı karşıyalar. Buralarda “peki ürünleri ne yapacağız?”dan büyük soru, bu bozuk düzene nerede bir dur diyeceğiz? Yayınevlerini ve erkek yazarı her zaman baş köşeye oturtan pek çok kişi ve kuruluşu ilgilendiren esas ve kapsamlı soru bu. Yoksa kadınlar artık susmayacak, o konuda içim çok rahat.
Hasan Ali Toptaş inkâr yoluna gitmek yerine özür diledi. Özür metni aşağıda, hem mecburi hem de kabahatinden beter bence. “Eril faillik” süslemesi nedir? İnsan ruhunun dip köşesini yüz kez gezmiş dolaşmış olması gereken yazarın bu çağda “fark etmeden, düşünmeden” yaptığı davranışlar için “kırdığı” kadınlardan özür dilemesi nedir? Neresinden tutulacak, nesine inanılacak bu özrün? Hâlâ yanlış anlaşılmış olma ihtimaline, sevenlerin duygularına, duygu yoluyla mağduriyet kanalına oynayan bir dil. İşin, ironik olarak, sevindirici tek kısmı, bu özrün artık dilenmek zorunda oluşu. Bu işlerden kimsenin öyle elini kolunu sallayarak çıkamayacağının nişanesi.
Yazıyı yazdığım saatlerde henüz yayınevi açıklaması gelmemişti ama Everest Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Saadet Özen kendi hesabından hızlıca çok doğru, net, adil duruş belirten paylaşımlar yaptı. Yazarından okuruna, editörüne kadınların “yalnız değilsin” sesleri sardı ortalığı. Devamını, başlayan bu dalganın tiyatro, sinema gibi alanlara yayılıp yayılmayacağını göreceğiz.
Bu berbat çağın en iyi taraflarından biri putların birer birer yıkılması, istismarın gizli kalmaması. Kadınlar konuşuyor ve konuşacak. Koca bir kültür sanat alanı, alçak adamların yüksek edebiyat oyun sahası olmaktan çıkacak, biz umut ve inat ettikçe daha da hızlı. İçini açma cesareti gösteren hiçbir kadın yalnız değildir.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI