Alem buysa...
Taç giyen baş akıllanır derler. Camilla’yla teamüllere aykırı evliliği pek soruşturulmadan kral ilan edilen Charles, muhtemelen annesinin izinden yürüyüp İngiliz devletine uyumlu davranmaya gayret edecek. Yine de 21. Yüzyıl’da oldukça anakronik bir görüntü arz eden kraliyet, gereklilik ve işlev açısından modern İngiliz burjuvazisi tarafından daha çok sorgulanacaktır.
Önce terminoloji: İngiltere, Britanya, Büyük Britanya, Birleşik Krallık, Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda. Her birinin farklı bir anlamı, etnik kompozisyonu, bayrağı, dili ya da aksanı hatta farklı milli marşı bile olmakla birlikte, birçok küresel doğu ve güney dilinde olduğu gibi Türkçede de ‘İngiltere’ dendiğinde genellikle bunların hepsi birden anlaşılıyor. O nedenle, İngiltere sözcüğü burada yalnızca Büyük Britanya adasının bir kısmını oluşturan ülke ya da devlet değil yukarıdaki terimlerin tamamının imleyeni olarak kullanılacak. Bu geniş anlamıyla İngiltere; BBC radyo-televizyonu, sterlini, tuhaf gelenekleri, James Bond vesilesiyle tanış olduğumuz gizli servisi ve iki hafta öncesine kadar kraliçesi ile meşhur bir ‘milli’ ve küresel fenomen olarak tanımlanabilir. İngiliz kraliyet ailesi ya da İngiliz monarşisi terimleri de Türkçedeki yerleşik anlamlarında kullanılacak.
Kraliçenin cenazesi kalkmadan Prens Charles kral ilan edildi. Ülke ve commonwealth ahalisi içinde meseleyi ciddiye alan milyonlar kendilerini yas, melankoli ve sevinci aynı anda yaşadıkları bir kolektif ritüel içinde buldular. Kraliçeyi kaybetmenin hüznü içinde gözyaşlarına boğulmuşken ‘kralımız çok yaşa!’ diye sevinç çığlıkları atabilmek topyekun bipolar bozukluk alameti olmalı; inanılması zor bir milli meziyet. Bu esnada milli marş da anında ‘Tanrı Kraliçeyi korusun’dan ‘Tanrı Kralı korusun’a dönüşmüş bulunuyordu.
MEŞRUTİ MONARŞİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ
21. yüzyıl için oldukça anakronik görünen kral ya da kraliçenin varlık nedeni ve iş tanımı hakkında soru işaretlerinin ortaya çıkması gayet doğal. Kral makamı yasamanın da yürütmenin de üzerinde görünmekle birlikte makam sahibinin temsili ve törensel formaliteler dışında bir icraatta bulunmaması esas. Parlamento ve hükümetle ilişkisi ‘noter’ düzeyinde. Yasaları ve kararları değiştiremiyor; ‘değiştirilmesini teklif dahi edemiyor’. Buna rağmen kendisiyle birlikte ailesinin masrafları için her yıl ülke bütçesinden 100 milyon dolar civarında ödenek tahsis ediliyor olması, cumhuriyetçi çevreler tarafından eleştiriliyor.
Aslında İngiliz monarşisinin böyle bir gelire ihtiyacı yok çünkü yalnızca ülkenin değil dünyanın en büyük mülk sahibi ailesi. Norman Kralı William’ın Britanya adasını fethettiği 11. Yüzyıl’dan bu yana ülke topraklarının tamamı formel olarak kralın mülkiyetinde bulunuyor. Feodal toprak rantı hiç kaldırılmamış ve halen Büyük Britanya topraklarının yüzde sekseninin tapusu, nüfusun yüzde birini bile oluşturmayan kraliyet ailesi ve lordlardan oluşan bir zümrenin elinde bulunuyor. Tarih boyunca Britanya İmparatorluğu’na katılan sömürge ülkeler de buna eklenince devasa bir mülkiyet hacmi ortaya çıkıyor.
Geçen yüzyılın başlarında, Elizabeth II’in babası Kral George VI, aileye ait mülkü kapitalizmin kurallarına uygun olarak şirketleştirdi. Kraliyet firması, ailenin en kıdemli sekiz üyesi tarafından yönetiliyor. Firmaya ait varlıkların 28 milyar dolar değerinde ve yaklaşık 88 milyar dolarlık işlem hacmine sahip olduğu tahmin ediliyor. Kraliyet firmasının doğrudan tasarrufu altında bulunan 250 bin dönüm arazi (Crown Estate), ülke yüzölçümünün binde 5’ini kaplıyor. Bütün kraliyet varlıkları gibi firmanın da ayni ve nakdi serveti vergiden muaf tutuluyor.
Firmanın kayıtlı varlıkları yanında bir de gelenek gereği kraliyete ait olan topraklar var ki Büyük Britanya adası ve Kuzey İrlanda toprağının bütünüyle birlikte Britanya İmparatorluğu’nun dominyonu olmayı sürdüren ülkelere ait arazinin toplamı dünyanın karasal yüzölçümünün 1/6’sını oluşturuyor. Dünyanın tapusu İngiliz kralının elinde demek yanlış olmaz.
Ama bu devasa serveti bir şahsın ya da ailenin tasarrufu altında düşünmek yanıltıcı olacaktır. Aksine, kraliyet ailesinin bütün yetkileri gibi bu servetin yönetiminde de ilgili devlet kurumları yetkili. Bu yetki devrinin niteliğini, İngiltere devlet kurumlarının sınıfsal olarak kraliyetten ayrışarak bağımsızlaşması süreçlerinin soykütüğünü takip etmeden kavramak mümkün değil.
PARLAMENTER DEMOKRASİ VE SINIF MÜCADELESİ
İngiltere’de monarşinin mutlak niteliğini yitirişi 1215 tarihli Magna Carta ile başlar. Bu belge, modern zamanlardan tanıdığımız sınıf mücadelesinden çok lordlar ya da derebeyleri ile kral arasında egemen sınıf içi mücadelenin bir sonucudur. İlk ‘parlamento’ bu mücadeleden doğar ve kısa süre içinde lordlar meclisinin yanında bir de halk meclisi ya da bilinen adıyla avam kamarası kurulur. Tarihin akışı içinde ekonomik gücü artan kentli tüccar ve üretici gruplar (burges) parlamentoya da hakim olur ve kraliyet güçlerinin başlattığı iç savaşı kazanarak Kral Charles’ı idam eder. Commenwealth adı altında fiilen bir cumhuriyet olarak geçen kısa bir dönemin ardından monarşinin restorasyonu karşılığında yeni kral William III, ‘anayasa’ olarak adlandırabileceğimiz Haklar Beyannamesi’ni kabul eder. Böylelikle günümüze kadar devam edecek meşruti monarşi dönemi başlamış olur.
‘Şanlı Devrim’ olarak anılan bu süreç içinde Aydınlanma coşkusu, Montesquieu ve Rousseau’nun kışkırtıcı felsefeleri, yoksulların şahlanışı, Jakoben romantizmi ve giyotin terörü pek bulunmaz; yine de bu tarihsel deneyim, tüm maddi unsurlarıyla modern çağa ait sınıf mücadelesi ve devrim olgularının arketipidir. Cromwell adlı gri bir memurun önderliği altında kraliyet güçleriyle savaşan İngiliz burjuvazisi için, bir milat yaratma arzusu ve iddiası yerine somut çıkarlarına uygun sonuçlar elde etme kaygısı ağır basar. Monarşi ‘canavarını’ tarihe gömen Fransız devriminin aksine İngiliz ‘şanlı devrimi’, kraliyet müessesesinin dişlerini ve tırnaklarını sökmekle yetinmiş, onu kendi müşahedesi altında ağır yaralı halde – muhtemelen ilelebet – yaşatmayı daha doğru bulmuştur.
Sonuçta İngiltere devletinin modern mimarisi, kraliyetten bağımsız hatta çoğunlukla kralın iradesi hilafına kurumsallaştı. Hükümdarın formel yetkilerinin neredeyse tamamı parlamento ve hükümetin denetimi altında çalışan makamlara devredilmiştir. Bu nedenle, kraliyet adına icra edilen devlet eylemleri, hükümdar tarafından şahsen gerçekleştirildikleri hallerde bile kraliyet dışında alınan kararlara bağlıdır. Bu ‘başbakan noterliği’ işlevine karşı tarihin kaydına geçmiş son itiraz 1703’de Kraliçe Anne tarafından gerçekleştirilmiş ama tahttan indirilme tehdidi altında imzayı ve kraliyet mührünü basıp geçmiş. O günden beri adet böyle. İngiliz muhafazakâr felsefesi, monarşiyi geçmişin istenmeyen tortusu değil muhafaza edilmesi gereken bir miras olarak görüyor. Başbakan için haftada bir Saray’da kraliçe ya da kralla ‘saat 5 çayı’ içmek, katlanılamayacak bir angarya değil. ‘Royal paparazzi ve moda dergilerini peşinden koşturarak kitleleri eğlendirme etkisi yanında gerek İngiltere toplumunu gerekse de dünyanın bütün kıtalarına yayılmış 15 emperyal dominyonu (ki aralarında Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi büyük ülkeler var) ve 54 commonwealth milletini bir arada tutan bir kimlik tutkalı işlevi gördüğü söylenebilir. Bu nedenle de İngiliz devlet aklı, monarşinin varlığından çok ilgasının bir sosyal ve yönetsel sorun, derin bir kültürel/ideolojik boşluk tehlikesi içerdiği düşüncesinde.
ANNE, OĞUL VE KUTSAL TAHT
1952 yılından günümüze kadar İngiltere’nin başında olan Elizabeth II, devlet işlerine fazla bulaşmadan devrini tamamlamayı başardı. Churchill, Wilson, Thatcher ve Blair gibi yakın tarihte büyük dönüşler gerçekleştiren güçlü başbakanların hiçbiriyle anlaşmazlığa düştüğü görülmedi. Kraliyetin sorumluluğundaki törensel vecibeleri yerine getirirken ailesiyle birlikte daha çok ‘Daily Mail’ gibi ‘royal paparazzi’ basınının ilgi alanına giren haberlerin konusu oldu. Devlet işlerinden çok aile içi sorunlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bunların en ağırı, veliaht prens Charles’ın eşi Diana’dan boşanması ve ardından 1997 yılında prenses Diana’nın Paris’te gerçekleşen bir trafik kazası sonucu ölümüydü. Suikast emareleri taşıyan bu vakanın İngiliz gizli servisi ve kraliyet ortak yapımı bir komplo olduğu bir gün ortaya çıkarsa kimse şaşırmayacak.
Charles, gönlünün prensesi Camilla’yla gecikmiş vuslatını takiben annesinin kaybetmenin hüznü içinde tahta oturmuş bulunuyor. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinin başındaki kralı tanımak bütün insanlık için bir miktar gerekli. Türkiye için bu daha da elzem çünkü özellikle Osmanlı’nın son yüzyılından günümüze kadar İngiltere-Türkiye ilişkilerinin diplomatik sonuçlarının önemi kadar iç siyasette de etkili olduğu bir gerçek.
Kral Charles III, Galler prensi olarak bazen adeta bir paralel evrenden duyduğu sesleri aktardığı izlenimi veren tuhaf konuşmaları nedeniyle annesinden farklı olarak makamıyla uyum konusunda İngiliz devletini oldukça kaygılandırıyor. Bugüne kadar gerek mimari, tıp ve din konularında yaptığı açıklamalar, gerekse de 2000’li yıllarda ‘siyah örümcek’ adı verilen el yazısıyla parlamenterlere gönderdiği mektupların basına sızması küçük ölçekli skandallar yaratmıştı. Tabii Diana ile evliyken Camilla’ya yazdığı en hafif tabirle ‘erotik’ mektupların basına sızması da monarşi müessesesini utandırmıştı. Bundan sonra kral sıfatıyla benzer işler yapmaması için müesses nizam elinden geleni yapacağa benziyor.
Charles’ın organik tarım taraftarlığına kimsenin itirazı yok; ama kahvenin kanseri, aloe veranın ise korona virüsünü tedavi ettiği gibi tuhaf tıbbi iddiaları yanında İslam dinine temayülü de kaygı verici bulunuyor. Londra’daki tekkesiyle namlı Şeyh Nazım Kıbrısi, Charles’ı yıllar önce Müslüman yapmakla kalmayıp Nakşibendi tarikatına intisap ettirdiğini de iddia etmişti. Bu kadarı pek inandırıcı olmamakla birlikte, Charles’ın Anglikan kilisesinin başı olarak ‘inancın savunucusu’ sıfatı yerine dini inançların tümü anlamında ‘inançların savunucusu’ unvanında ısrarcı olduğu bir gerçek. Aslında bu unvan, 2.5 milyarı aşan Birleşik Krallık ve commonwealth nüfusunun çok-inançlı ve çok-kültürlü yapısını kabullenme anlamında olumlu bir yönelim olarak okunabilir.
Charles’ın veliaht prens olarak son kamusal icraatı, geçtiğimiz haziran ayında Anglikan kilisesinin dini lideri Canterbury Başpiskoposu (İngiltere’nin Diyanet İşleri Başkanı diyebiliriz) ile birlikte hükümetin mültecileri Rwanda’ya gönderme işlemine karşı beyanda bulunmak olmuştu. Bu, oldukça insani bir tepkiydi ama 1215 tarihli Magna Carta’dan beri monarşinin gücünü kısıtlama mücadelesi veren İngiliz parlamentarizmi saflarında kaygı uyandırması da kaçınılmazdı. Kral sıfatıyla da kamuoyu önünde hükümet politikalarını eleştiren açıklamalar yapması durumunda bu kez yazılı bir ihtar alarak anayasal bir krize neden olma riski bulunuyor. Bu tür bir vaka en son 1912 yılında Charles’ın büyük dedesi George V zamanında yaşanmış ve başbakandan ihtar yiyen kral, fikirlerini kamuoyu önünde ifade etmekten vazgeçmek durumunda kalmış.
MODERNİTE VE DARBECİ MONARŞİZM
Taç giyen baş akıllanır derler. Camilla’yla teamüllere aykırı evliliği pek soruşturulmadan kral ilan edilen Charles, muhtemelen annesinin izinden yürüyüp İngiliz devletine uyumlu davranmaya gayret edecek. Yine de 21. yüzyılda oldukça anakronik bir görüntü arz eden kraliyet, gereklilik ve işlev açısından modern İngiliz burjuvazisi tarafından daha çok sorgulanacaktır. Sonuçta kraliyet müessesesiyle birlikte masraflı, sorunlu ve asalak bir aristokrasiyi daha fazla sırtında taşımama kararı alacak İngiliz liberalizminin ortaçağ tortusu feodal mülkiyet rejimini ilga ederek kraliyet varlıklarının tümüne ‘bir gece ansızın’ devlet adına çökme’ gücünü test etme tehdidi her daim bir kenarda bulundurulmaktadır. Kraliyet ailesi ve lordların bu tehdide karşı ceplerinde bir ‘B planı’ bulundurmadıklarını düşünmek de naifliktir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayıp İkinci Dünya Savaşı koşullarında başını gösteren güç savaşı, monarşi ve aristokrasinin giyotin marifetiyle ‘beyin ölümü’ gerçekleşmedikçe burjuvaziyle sınıf mücadelesini sürdürme azminin göstergesi olmalı.
1936’da kral olarak taç giyen Edward’ın aynı yıl istifa ederek tahtı kardeşi George VI’ya devretmesinin nedeni, İngiltere ve dünya kamuoyuna müstakbel eşi Wallis Simpson’la evlenme isteğinin kraliyet ve İngiliz devlet temayüllerine uygun bulunmaması olarak sunulmuştu. Benzer bir durum yakın geçmişte Charles-Camilla evliliği sırasında da gündeme gelmekle birlikte üzerinde fazla durulmadan kapatıldı. Kralın daha sonraki yıllarda üzerinde konuşulan Nazi sempatizanlığından hareketle asıl nedenin daha farklı olduğu anlaşılıyor.
Edward’ın babası George V, hanedanın Saxe-Coburg ve Gotha olan adını Windsor olarak değiştirmişti. Bu değişikliğin nedeni, ailenin Alman niteliğini vurgulamama iradesiydi. Aile o denli Almandı ki Edward da dahil George’un bütün çocukları için İngilizce ikinci dildi. 1934’te Führer sıfatıyla mutlak iktidarını ilan eden Hitler’in İngiliz prenslerinden en az ikisi ile iletişim içinde olduğu biliniyor. 1936’da Kral George V’in ecel değil ‘irade dışı ötenazi’ olduğu elli yıl sonra kabul edilen ölümünün, eşi Elizabeth ve oğlu Edward tarafından birlikte tasarlandığı da artık biliniyor. Bu değişime Hitler’in de dışarıdan hatta belki Alman gizli servisi marifetiyle içeriden de destek verdiği düşünülüyor.
Hitler, kendisine yakın gördüğü Edward kral olursa Başbakan Churchill’in anti-Alman saplantısının törpülenmesi sonucu Sovyetler Birliği ile yaklaşan savaşında İngiltere’nin en azından tarafsız kalmasını sağlama hesapları içindeydi. Edward, babası George’un yerine tahta geçti ve dönemin başbakanı Baldwin’le birlikte ülke siyasetini Almanya eksenine taşımaya başladı. Alman otoriter rejimine paralel olarak monarşinin güç restorasyonu perspektifi içerdiğinden şüphelenilen bu hamlenin önü, İngiliz müesses nizamı tarafından kesilerek Edward’ın istifası ve ülkeden uzakta ‘görevlendirilmesi’ sağlandı. Bir süre sonra başbakan koltuğuna oturan Winston Churchill, Almanya’ya savaş açtı ve Hitler’i oldukça zor durumda bıraktı.
Ama Führer’in pes etmediği, Churchill’i devirmek amacıyla bu kez Edward ve Kral George VI’nın küçüğü Kent Dükü Prens George’la birlikte bir girişimde bulunduğu yönünde önemli kanıtlar mevcut. Darbenin 10 Mayıs 1941 gecesi için planlandığı ve Führer muavini Rudolf Hess’in bu operasyon için o gün tek başına Manş Denizi’ni geçerek Britanya adasına uçtuğu biliniyor. Hess’in kendi kullandığı uçak, bilinmeyen bir nedenle İskoçya’da düşer. Hess kazadan sağ kurtulur ve olay yerine yakın mesafede bulunan Dük Hamilton malikanesine ulaşmaya çalışırken tutuklanır. Hamilton’un malikanesinde o akşam Prens George’la buluşarak operasyonu başlatacağı rivayet olunur. Ama gerek Churchill yönetimi gerekse de Hitler Hess’in aklını kaybettiği için kendi başına Alman hava kuvvetlerinden kaçırdığı uçakla İskoçya’ya geldiği açıklamasını yaparlar. Hess 97 yaşındaki intiharına kadarki hayatını hapiste geçirecek ve bu konudaki hiçbir ifadesi kamuoyu ile paylaşılmayacaktır.
Prens George ise bir yıl sonra 25 Ağustos 1942’de yine İskoçya’da gerçekleşen bir uçak kazasında ölecektir. Resmi açıklama, İngiliz dışişleri adına bir heyetle birlikte İzlanda’ya giden George’un kazaya kurban gittiğidir. Fakat olaydan sağ kurtulan bir asker vardır ve yakınları da dahil hiç kimseyle o konuyu ölene kadar konuşmaz. İddialar, George ve beraberindeki heyetin İzlanda’ya değil bir Alman heyetiyle buluşarak İngiltere adına barış imzalamak üzere İsveç’e seyahat etmekte oldukları sırada öldürüldükleri yönündedir.
Bu kadar olağandışı vakanın ardı ardına gerçekleşmesi bir rastlantı olamazsa, 1936-1942 yılları arasında yaşananları, İngiltere’nin Alman asıllı monarşisinin iktidardaki İngiliz burjuvazisinin anti-Hitler kanadına karşı giriştiği bir sınıf savaşı olarak okumamak için fazla bir neden yoktur. Karanlıkta kalmayı sürdüren noktalar ise monarşi ve aristokratların bu girişimde blok olarak yer alıp almadıkları, devlet ve burjuva sınıfı içindeki ittifaklarının boyutları hakkında soruların yanıtlarıdır.
CHARLES III VE ÖTESİ
Geçen yüzyılın ikinci çeyreğinde bunlar yaşanabildiyse, monarşinin burjuvazi karşısında sınıf reflekslerinin gücünü küçümsemenin doğru olmadığı görülecektir. Muhafazakar İngiliz siyasi kültürü feodalite ile kapitalizm, aristokrasi ile burjuvazi ve monarşi ile parlamento arasındaki sınıf mücadelesinin sönümlense de asla bitmediği koşulları muhafaza etmektedir. Windsor hanedanının son kralı Charles’ın saltanatı boyunca bu refleksleri hortlatacak koşulların ortaya çıkması halinde İngiltere’de ve dünyada neler yaşanacağının garantisini kimse veremez.
Ama kral Charles III’e bu ismi belki de annesi, asırlar öncesinde Batı tarihinin ilk idam edilen kralının adını ibretle taşısın diye vermiştir. O kulaklara küpe olsun.