Ali Aktaş’ın ve Ganime Ana’nın anısına: Biz yaşıyorsak eğer, yaşamımıza siper olanların varlığındandır…

3 Aralık’ta, birkaç gün önce Ali Aktaş’ın annesi Ganime Anne hayatını kaybetti. Ben, öldüğünü Almanya’da sürgündeki bir devrimcinin sosyal medyadaki paylaşımından öğrendim. Hüzün kapladı yüreğimi. Ali’nin, 37 yıl önce idam edilen arkadaşımın annesi İskenderun’da Karaağaç Asri Mezarlığında toprağa verildi. Şimdi, Ganime Anne'nin anısı, mücadelesi geliyor gözlerimin önüne… Sesi yankılanıyor beynimde.

Google Haberlere Abone ol

Ender İmrek*

O yıllar öyleydi. Sadece birkaç yıl ancak bir ömre bedeldi o yıllar. İşçiydik, öğrenciydik, işsizdik… İnsanlık tarihi bakımından kısa, ancak bizim gibi sosyalist mücadelenin canlı ateşiyle tanışan genç devrimciler için dünyayı sarsan yıllardı. Göğü fethe çıkmış Paris Komünarlarının peşinden gidiyorduk. Sovyet devrimi, ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin coşkusu vardı içimizde. Güneyin bir liman kentinin, işçi şehrinin devrimcileriydik. Kapı komşumuz demir-çelik işçisi ağabeylerimiz vardı; kuru ekmeği, demli çayı paylaşıyorduk. Zor ve karmaşık birkaç yılı güle oynaya yaşadık. Liseli yıllarımızdı. Bazen öğrenciydik, bazen işçiydik ama hep devrimciydik.

76-80 yılları zihnimizde ve yüreğimizde ateşler yakmıştı. Önümüzde daha uzun yıllar vardı, ancak biz yarın devrim olacakmış gibi görevlerimizi eksiksiz yerine getirme telaşındaydık. Devrimci coşku, samimiyet, cesaret... İnsanın sınırlarını genişleten, olağan zamanlarda şaşılası işleri kolayca, sıradan işler gibi yapıp, 'yapamadığımız tonla iş kaldı' diye hayıflandığımız yıllar... Kol kola omuz omuzaydık. O birkaç yıl içinde olağanüstü gelişip güçlendi dünyamız, dünyayı değiştirmeye aday birer dev olduk! İşçi şehri İskenderun'da işçi ve emekçi mücadelesine karışırken, bir yandan sosyalist teorik birikimin okulundan geçiyorduk. Genç dimağlarımız parıl parıl parlıyordu. Hiçbir şey bizim için aşılmaz değildi. Dağ gibi de olsa sorun, aşardık; üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yoktu.

İlginç geliyor şimdi insana o yaşta o denli güven ve güçlü oluş… Hemen her gün ölüm haberleri duyardık, işkencelerden geçirilirdi bizimkiler; kurşunlanırdı, hapse atılırdı. “Ali nerede?” diye sorardık, onun evinin basılıp polisler tarafından götürüldüğünü öğrenirdik, basardık küfrü. İlgilenenler olurdu, ancak diğerleri işine bakardı, Ali’nin kalan işlerini de aksatmadan sürdürürdük. Ertesi gün bir ölüm haberiyle sarsılırdık; toplanır tören yapardık, öfkemiz kabarırdı, kat kat artardı hıncımız, ant içerdik, “kanı yerde kalmayacak” diye bilir ve yeniden işimize koyulurduk… İşçi direnişleri, saldırılar çeliğe su verir gibi bilerdi bizi. Zafere her gün biraz daha yaklaştığımız inancıyla hep koşardık, durmaksızın çalışırdık.

Ölümü, polise yakalanmayı, işkenceyi bizi geri durduracak engeller olarak düşünmezdik, hiçbirimiz üzerimize kondurmazdık. Ölümün yaptığın işin, verdiğin mücadelenin doğal bir parçası olduğunu düşünüyorsun o sıcak mücadele içinde. Daha doğrusu bunu düşünmüyorsun, yazılı olmayan bir ön kabulle böyle davranıyorsun. Fatih’i kaybettik bir seher vakti, Hacı öldürüldü ertesi gün... Öncesi var; Erdener, Hikmet, Necdet katledildi… Bizzat tanıştığımız işçiyi, genci, devrimciyi yitirdik o mücadele yılları içinde.

En önde olunca ilk kurşunun isabet etme olasılığı oldukça yüksektir, ancak hiçbirimiz en önde olmaktan sakınmadık o en ateşli anlarda. Barikatlarda, gecenin karanlığında, sabahın seherinde, grevde, direnişte, boykotta… Afiş yaparken, bildiri dağıtırken… Tren istasyonunda, işçi treninde, vardiya servisinde… Yazarken, okurken, bir toplantıda konuşurken, bir mitingde ajitasyon çekerken, propaganda yaparken, yemek yerken, top oynarken, piknikteyken, yürüyüşteyken… Her anımız devrime adanmış olmanın bilinciyle sarmalanmıştı.

Sömürüyü ortadan kaldıracaktık… Zoru ve zorbayı alt edecektik. En sevdiğimiz “yârin yanağından gayri her yerde, her şeyde hep beraber demek için” dizesiydi. Spartaküs'ten Şeyh Bedreddin'e, Pir Sultan'dan Nazım'a uzanan bir duygu ve düşünce seli içindeydik. Bizim için, bilimsel sosyalizmle ışıklanmıştı insanlık tarihinin eşitlik, özgürlük ve cesaret yürüyüşü...

İşçi sınıfına adanmış bir yaşamı, gövdemizde taşıdığımızı kanıksamıştık. Yaşamak da ölmek de bu adanmış davanın bir parçasıydı. Yaşarken de yaşamdan koparken de yaşamaya devam edeceğimizi, mücadelenin her daim süreceğini ve bu çabalarımızın heba olmayacağını biliyorduk. Döşenen her taşta emeği vardı yürüyenin ve yürümüş olanın… Mücadelemizin bir gün mutlaka zaferle taçlanacağına olan inancımız bizi hep en öne atıyordu. Sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyaydı muradımız. Ve o genç yaşta öyle anlaşmıştık ki; fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar her şey emeğin olacaktı. Tufeyliye izin vermeyecektik.

İşte o sıcak, bayrakların kızıl dalgalar yaratarak sallandığı günlerde yolumuz kesişti Ali Aktaş ile… Liseli gençlik toplantılarında, işçi çalışmasında, mitinglerde, direnişlerde, kavgada, bayramda… Ayrı örgütlerdendik, ama yolumuz hep kesişirdi. Poliste de kesişti yollarımız.

Ali, mavi gözlüydü. Dolgun yanaklı, güler yüzlü, yakışıklı bir delikanlı. Gür saçları hep kısaydı. Kıvırcık olduğundan mı hep kısacık kesiyordu diye sonraları düşündüm. Annesine kız kardeşine sormayı hep geçirdim içimden. Bir gün karşılaşırız da elini öper, sorarım diyordum Ganime Anne'ye. Bir türlü kısmet olmadı. Türkçe bilmiyor muydu… Kırk yıl önce Ali ile kafese kapatılmış olduğumuz bir günde sesiyle tanışmıştım Ganime annenin. Anlamadığım Arapça cümleler var hafızamda.

Ali adeta rüzgar gibiydi. Ben bilmiyordum o zamanlar ama meğer jimnastikçiymiş… Sporcu, top koşturan… Gövdesinde çıkarılmamış kurşunlar vardı. Siper etmişti birinde gövdesini yoldaşlarına ve oradan armağandı o gövdesine gömülü kurşunlar. Göz göze geldik dizilmiş hücrelerin uzun koridorunda. Onun mavi gözleri benim kara gözlerimle buluşup parladı. Yüreklerimize inse de karşılaşmanın sıcaklığı, tanımazlıktan gelmiştik birbirimizi …

Beni getirdiklerinde Ali işkencelerden geçirilmişti aylarca. Ben işkencecilerin eline yeni düşmüşken, Ali insanlık dışı işkencelere direnmiş, faşizmi direnişinde yenmiş bir devrimciydi artık. “Görgü tanıkları” dedikleri işbirlikçi sivil faşistleri getirmiş üzerine ifade verdirmişlerdi. Gövdesindeki mermileri kanıt sayıyorlardı. Elektrik işkencesinin gövdesindeki mermilerden dolayı daha derin etki yarattığını, daha büyük acılara neden olduğunu söylemişti bir arkadaşım. Polisler de yüklendikçe yükleniyormuş. Kaç defa bayılmış, ayıltmışlar yeniden başlamışlar bitmeyen işkencelere… Büyük acılara katlanmış, direncini hiçbir zaman yitirmemişti…

Ali’yi alıp götürdüler ben karanlık hücremde kaldım. Aylarca kaldım orada ve sonra hiç Ali’yi görmedim…

Ali’ye daha o zaman orada idamlık gözüyle bakıyordu polisler. Onu astıracaklarını söylüyorlardı. Ne delil ne ispat ihtiyaçları vardı. Devir, darbecilerin devriydi. Necdet, Erdal asılmıştı ve ne kana ne cana doyuyordu iktidardakiler.

Ben hapisteyken astılar Ali Aktaş’ı. Adana’da… 23 Ocak 1983 günü, karanlığın hüküm sürdüğü yıllarda korkusuz yürüdü idam sehpasına… 27 yaşındaydı idam sehpasındaki ilmik geçirildiğinde boynuna. Başı dikti… O gün idamı Hatay cezaevinde duyduğumuzda “doğum gününde idam etmişler” dedi gözleri nemlenirken öfkesi taşan koğuş arkadaşım. İddia ve ideallerimizden zerre kadar şüphe duymadan, boynuna ip geçirilirken de haykırmış güzel, eşit ve özgür günlere olan inancını. İdam öncesi ailesine yazdığı mektupta kızıl şafağın doğacağına olan inancının hiç sarsılmadığını, bu davanın sürdürüleceğini yazmış… Mektubunu “sakıncalı” diyerek vermediler annesine ve babasına. “Ben gidiyorum, şerefimle gidiyorum” diye yazdığı o mektubun bir kopyası on yıllar sonra ulaştı annesine. Bir gazeteci çıkarıp almıştı dosyadan. “Sevgili anacığım, sevgili babacığım” diye başlamıştı… Ganime Anne 25 yıl sonra kavuştu maviş gözlü oğlunun son mektubuna. 2008’de görebildi, canından bir parça olan oğlunun son satırlarını… 27. doğum gününde yazdığı ve sehpaya yürürken teslim ettiği mektubun üzerinden yıllar geçse de acısı tazeydi, yüreği kordu o gün 72 yaşında olan Ganime Anne'nin.

“Bu mektupla yüreğime bir yumruk saplanmış gibi oldu” diyecekti o zaman. Göz yaşına boğulacaktı. Eşi Abbas’ı da kaybetmişti, öfke doluydu. İnfaz sonrası verilmemişti maviş oğlunun mektubu, Adana 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesindeki bir hâkim, mektubu dosyadan çıkarıp bir bölümünü okumuş, ancak vermemişti oğullarından son hatıra olan bu mektubu. Abbas Baba’nın ömrü mektubun tümünü okumaya yetmedi.

Ganime Anne, mücadeleci bir anneydi her anne gibi. 12 Eylül faşist askeri darbesinin zindanlarında oğullarının, kızlarının peşinde koşmuş annelerdi onlar. Didar Abla, Leman Abla, Berfo Ana gibi, Sacide Ana, Emine Ana ve daha yüzlercesi, binlercesi gibi… Yaşarken oğlunun arkadaşı genç devrimcileri bağrına basmış, her daim sofrasını açmış, onların başına bir şey gelmesin diye titizlenmiş; oğlu yakalandığında işkencehanelerin, cezaevlerinin kapılarını aşındırmaktan yılmamıştı. İdamdan sonra Ganime Ana'nın yüreği yangın yeriydi, oğul acısıyla yandı bir yandan, bir yandan Ali’nin arkadaşlarına Ali’ye baktığı sevgi dolu gözlerle baktı hep.

Ganime Ana'yı düşünürken, biz Ali ile birlikte aynı dönemde polis merkezinde, karanlık hücrenin koridorlarındayken -nasıl oraya ulaştıklarını bugün dahi tam çözemiyorum-Ganime Ana'nın oraya ulaşıp oğluna hüzün, acı ve sevgi dolu Arapça söylediği anlamını bilemediğim ama tınısından bir annenin sözleri olduğunu tahmin ettiğim sözcükler, cümleler dolanıp durur beynimde. Yıllar sonra Türkçe konuştuğunu duyduğumda, o gün anadilinden seslenmek istediğini anladım. Emzirirken söylediği ninniler gibi… Yüreğinden fısıldar gibi… Az çok biliyor olsa da Türkçeyi, canından bir parça olan oğluna ruhundan gelen en dolaysız sözlerle kendi anadilinden seslenmişti.

3 Aralık’ta, birkaç gün önce Ali Aktaş’ın annesi Ganime Anne hayatını kaybetti. Ben, öldüğünü Almanya’da sürgündeki bir devrimcinin sosyal medyadaki paylaşımından öğrendim. Hüzün kapladı yüreğimi. Ali’nin, 37 yıl önce idam edilen arkadaşımın annesi İskenderun’da Karaağaç Asri Mezarlığında toprağa verildi. Pandemi koşullarında sınırlı sayıda insan katılabilmiş cenaze törenine, sadece dini tören yapılabilmiş. İçim sızladı, bir avuç toprak bırakırken mezarına, karanfilin yanına birkaç cümle de iliştirmek isterdim. Şimdi, Ganime Anne'nin anısı, mücadelesi geliyor gözlerimin önüne… Sesi yankılanıyor beynimde. Annemi kaybetmiş olduğum günleri anımsıyorum. Oysa ne çok söylenecek söz vardı Ganime Anne için. Hiç değilse vasiyetinden söz edip; “Bu yolun sonuna kadar gideriz, sen rahat uyu” demek isterdim.

Ganime Anne'nin anısı, mücadelesi dolaşıyor gözlerimin önünde… Ankara’da darbeci generallerin yargılandığı davadan sonra söyledikleri çınlıyor kulaklarımda. O zamanlar hâlâ yaşamakta olan darbeci faşist generaller Kenan Evren ile Şahinkaya’nın, yargılandığı mahkeme sonrası Ankara’da söyledikleri, dinleyenlere seslenişi dün gibi. Ali’nin arkadaşlarına, devrimcilere, faşizme ve darbeler karşı mücadele eden oğullarına sesleniyordu; “Allah sizi pişman ettirmesin, Allah muvaffak etsin, inşallah bu yolun sonuna kadar gidersiniz…” diyordu. İki faşist general müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı, ancak Ganime Anne biliyordu ki AKP yönetimi o darbeci generallere sorulması gereken hesabı sormaz. Onlar aynı yolun yolcuları… Ve oğlu Ali’nin ideali ancak onu dinleyen, yanında yöresinde yer alan oğullarının, torunlarının, Ali’nin davasının sürdürücülerinin vereceği mücadeleyle zafere ulaşır, hesabı onlar sorar…

Ganime Anne, her canlıya karşı sevgiyle yoğrulmuş, dişiyle-tırnağıyla, emekle-dayanışmayla hayata tutunan bir direnci taşıyan kadınlardan. Her koşulda haksızlığa karşı çıkmayı, zulme boyun eğmemeyi, onuru yüksekte tutmayı en büyük zenginlik sayan kadim felsefesini sadelikle yaşattı ömrü boyunca. Ali Aktaş gibi başı dik, alnı açık, son nefesine kadar sosyalizm için çırpınmış bir devrimciyi doğurmuş, emzirmiş, büyütmüş, onun devrimciliğinde sessiz etkilerde bulunmuş olan Ganime Annemizi hep sevgiyle yad edeceğiz.

 

*Gazeteci-Yazar