Ali Cabbar’ın hikayesi: Kendi tragedyasının kahramanı olanlar
Ali Cabbar’ın, Odysseus’un, Oidipus’un mutsuzluğu, mutsuzluğa şahit oluş şekillerine bağlıdır. Kendi tragedyalarının kahramanları olarak nesilden nesile aktarılacak kadar mutsuzluk yaratabilmişlerdir.
Furkan Kemer
Son günlerde Emir Can İğrek’in 'Ali Cabbar' adlı şarkısı üzerine çok şey söylendi. Kimilerine göre trajik bir hayattı onunki. Kimilerine göreyse Ali Cabbar hak etmişti bunu, gırnata çalacağına aşkının peşinden koşmalıydı.
Rivayete göre, Tekirdağ’ın bir köyünde yaşayan Ali Cabbar, babasıyla düğünlere gidip gırnata çalarak geçimini sağlayan bir gençtir. Ali, yıllardır köydeki bir kadını sevmektedir. Ancak nedendir bilinmez, yolları birleşmemiştir. Yine de Ali Cabbar sevdasından vazgeçmez. Aşkın en büyük düşmanı olan zaman durmak bilmez, geçer gider. Bir gün Ali’nin babası eve gelir ve oğluna seslenir:
“Al gırnatanı (klarnet) düğün işi var.”
Ali gırnatasını alıp düğünün olduğu yere gider. Çalmaya başlar ve o sırada kalabalığın ortasında gelin ve damat belirir. Ali’nin sevdiği kadın beyazlar içinde, başka bir adamın koluna girmiştir.
Ali Cabbar köyü terk edip askere yazılır. Altı yedi ay sonra, köye şehit haberi gelir.
Hikâyeye göre, Ali Cabbar sevdiği kadının başka biriyle evlenmesine engel olamamıştır. Bunun için uğraşıp uğraşmadığı bilinmez. (Ve hatta Ali Cabbar’ın gerçek olup olmadığı da bilinmez.)
Benim tercihim, tüm bu etik ve politik söylemler dışına çıkmak ve Ali Cabbar’ın anlatısal bağlamına değinmek. Söz gelimi, eğer Ali Cabbar o düğüne gidip sevdiği kadının evlenmesine engel olsaydı, kadınla beraber kimsenin onları tanımadığı bir yerde gül gibi geçinip gitselerdi, Ali Cabbar’ın şarkısı yine olacak mıydı?
Mutluluklar kuşaktan kuşağa geçmekte pek başarılı değildir. Dolayısıyla kuşaklar boyunca anlatılmak isteyen bir aşık, acı çekmek zorundadır. Bir açıdan, Ali Cabbar, hâlâ unutulmamasını o acıya borçludur aslında. Aragon’un o ünlü “Mutlu aşk yoktur” cümlesi, işte bu dinamiğin bir ürünüdür.
Tristan ve Isolde, Kerem ve Aslı, Heloise ve Abelardus, Romeo ve Juliet, Leyla ve Mecnun… Sık sık anlatılan, herkes tarafından bilinen aşklar, gerçekten de acı dolu aşklardır.
Denis de Rougemont, 'Love in the Western World' adlı kitabında, Aragon’a cevap verir gibidir:
“Mutlu aşkın yazılı ve sözlü tarihi yoktur.”
Böylece Aragon’un demek istediği daha açık hale gelir. Mutlu aşk anlatılmaz. Öyle ki, bir aşkı asırlardan asırlara, kültürlerden kültürlere taşımak için acı çekmek, kavuşamamak, kahrolmak, mutsuzluktan ve hasretten hastalanarak ölmek gerekir sanki.
Ali Cabbar’ın hikâyesi unutulmamıştır çünkü sahip olması gereken minimum mutsuzluğu layıkıyla yerine getirir. Başka bir açıdan, Ali Cabbar’ın hikâyesinin neden minimum mutsuzluk kriterini sağladığını düşünmek de ilginçtir. Ali Cabbar’ın en trajik bağlamı, sevdiği kadının evliliğini bir başkasından duymamış olmasıdır. Şüphesiz birinden duymuş olsaydı da kahredici bir mutsuzluk olurdu. Ancak Ali Cabbar, bu mutsuzluğun bir parçası, ve hatta önemli bir parçası —çalgısız düğün yapılmaz.
Kendi tragedyasında oynadığı bu rol, Ali Cabbar’ı diğer tüm mutsuzluk dolu aşıklardan ayırır. Bu anlatısal şema, aslında kültür tarihinde çok kez yaşanmıştır. Odysseia’nın VIII. bölümünde, Odysseus kimliğini gizleyerek bir saraya konuk olmuştur. Saray ahalisi, ezgiler söylemesi için bir ozanı çağırır.
“… Haydi dedi ozana, ünlü yiğitleri an,
beğen beğendiğini ünleri göklere çıkmış destanlar arasından” (Homeros, Odysseia. VII, 70-75.)
Ozan başlar anlatmaya. Odysseus fark eder ki, anlatılanlar onun hikâyesidir.
“Çok ünlü ozan bu destanları anlatıyordu işte,
Odysseus da o sıra güçlü elleriyle kaldırıp harmanisini
başının üstüne çekmiş, örtmüştü güzel yüzünü,
utanıyordu Phaiaklardan, görmesinler istiyordu
kirpikleri arasından akan gözyaşını,
tanrısal ozan ara verdikçe ezgilerine,
gözlerini silip çıkarıyordu başını harmaniden” (VII, 80-90).
Görüldüğü gibi Odysseus, kendi trajedisine şahit olmuştur. Kendine denk gelir, kendi tragedyasında sahne alır.
Kendi tragedyasının kahramanı olan insan, olmaktan korktuğu yerde bulur kendini. Bizzat oradadır, hatta bir parçasıdır. Kendine denk gelir. Kendine rastlar. Kendini anladığı ve bulduğu o fark ediş ani (epifani), tragedya kahramanının en büyük enstrümanıdır. Aristoteles’in 'Poetika’da bahsettiği, tragedyanın en kritik kavramlarından biri olarak gördüğü gnosis (bilmek, anlamak, tanımak — İngilizcedeki know kelimesiyle akrabadır), en şiddetli şekilde yaşanması da bu tragedyayı daha etkili kılar. Nitekim gnosis farklı şekillerde gerçekleşir ancak en mutsuz yolu, bizzat orada bulunmaktır.
Sofokles’in ünlü tragedyasındaki Oidipus’un yaşadığı da bu bağlamdadır. Oidipus, şehri veba salgınından kurtarmak için şehirdeki katili bulmak zorundadır. Veba her gün binlerce can alır ancak katil bir türlü bulunamaz. Oidipus uzun bir süre uğraşıp gerçeği öğrenir: Katil kendisidir.
Nihayetinde, Ali Cabbar’ın, Odysseus’un veya Oidipus’un mutsuzluğu, o mutsuzluğa şahit oluş şekillerine bağlıdır. Kendi tragedyalarının kahramanları olarak, nesilden nesile aktarılacak kadar “mutsuzluk” yaratabilmişlerdir.
Metnin başında dışarıda bıraktığım etik ve politik bağlama geri dönerek şöyle yazacağım:
Unutulmak pahasına mutlu olmayı becerebilir miyiz? Ve kendi mutluluğumuzun kahraman olabilecek miyiz?