Ali Ergin Demirhan: Demokratikleşmeyi sistem içinde aramak ciddi bir yanılgı
Sistem içi bir çözüm olmadığına ve bu isyan ve direniş hareketlerindeki devrimci potansiyele odaklanabilirsiniz. Ya siz proleter halk kitlelerinin devrimci potansiyeline odaklanarak direnişten devrime bir yol çizmeye çalışırsınız ya da insanlık düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarında karanlığa mahkûm edilir. 2023 seçimlerinde de düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarına hapsolunmuştur.
Son yıllarda ne çok duyduk ‘köprüden önceki son çıkış’ metaforunu. Bizim hep o sapakta olduğumuz birden fazla kez, farklı seçim süreçlerinde tekrar edildi. Fakat köprünün çoktan geride kalmış olabileceği gerçeği bazen ihmal edildi. Peki şimdi neredeyiz? Bizi çevreleyen ruh hali aslında kimlere ait?
Seçimler hakkında yapılan değerlendirmeler yavaş yavaş güncelliğini kaybediyor. ‘Özeleştiri’ ve ‘yeniden yapılanma’ gibi adlandırmalarla çeşitli siyasi yapılar kendi değerlendirmelerini sürdürüyor. Bundan sonra mücadele alanlarının ve biçimlerinin nasıl örgütleneceği ise sosyalistlerin önünde önemli bir soru işareti olarak duruyor.
Biz de bu tartışmaları değerlendirmek üzere Sendika.Org editörü Ali Ergin Demirhan ile söyleştik. Seçimlerin toplumsal mücadeleler ile ilişkisini, egemenlerin kavramlarını, işçi sınıfının bağımsız siyasetini, üçüncü yol tartışmalarını ve alternatifleri konuştuk.
‘PASİFİKASYON SÜRECİ YAŞANDI’
Seçim sonrası toplumsal muhalefet içerisinde hâkim olan ruh halini tercüme ederek söze başlayalım. Düne kadar oldukça iyimser olan havanın bir anda bozması, artık daha ayakları yere basan bir zemine geldiğimizi düşündürüyordu. Özellikle sosyalistler açısından seçime yönelik siyaset anlayışından odağı başka bir yöne çekmek bir ihtimal gibi duruyordu. Fakat yine karşımıza ‘yerel seçimler’ ya da ‘kendiliğinden dönüşüm’ beklentisi konuldu. ‘Ekonomik krizi zaten yürütemezler’, ya da daha fantastik ihtimallerin iyimserlik pompaladığı bir durum söz konusu. Siz bu ruh halini nasıl yorumluyorsunuz ve bu edilgenliği sosyalistlerin nasıl aşması gerekiyor?
Şayet gerçek bir toplumsal harekete ve örgütlenmeye yaslanmıyorsanız, ayağı yerden kesilmiş bir sporcunun ufak bir dokunuşla savrulması gibi, kendi dışınızdaki gelişmeler ve kısa vadeli olaylar karşısında oradan oraya savrulursunuz. Oysa beklentilerinizi, öngörülerinizi ve değerlendirmelerinizi belirlemesi gereken somut güç ilişkileridir; sosyalist hareket açısından da bu sınıfsal ilişki ve çelişkilerdir. Buradan koptuğunuzda çok yanılır, çok hayal kırıklığı yaşar, çok savrulursunuz.
Sosyalist hareket şu an bir moral bozukluğu yaşamalı, evet. Ama moralini bozan şey Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi, bir egemen sınıf alternatifinin bir başka egemen sınıf alternatifine yenilmiş olması olmamalı. Evet, Erdoğan kaybetseydi iyi olurdu ama kazanan kim olacaktı? Sosyalist hareketin halkın sistem karşıtı direniş eğilimlerini bir kenara bırakıp, ‘Erdoğan karşıtlığı’ ortak paydası altında seçimlere odaklanarak bir başka egemen sınıf alternatifine eklemlendiği koşullarda Erdoğan kaybetse bile kazanan biz olmayacaktık.
Oysa Türkiye toplumu çok kuvvetli bir direniş iradesi ve potansiyeli ortaya koymuştu. Bu, Erdoğan’dan kurtulma arzusu olarak da ortaya konmuştu ama bu arzuya sistem karşıtı bir karakter veren ve seçimlerde gördüğümüz kutuplaşmanın dar sınırlarının ötesine taşıyan işçi, kadın, gençlik, ekoloji hareketlerinde de açığa çıkıyordu. Toplumun yarısı teslim olmuyor, iktidar yavaş ama geri döndüremediği biçimde çözülüyor ve kendi tabanından hoşnutsuzlar çoğalıyor. Ancak halkın direniş iradesini kazanmaya çalışacak bir bağımsız siyaset örgütlenemedi. Genel olarak ezilen sınıflar, özel olarak da Türkiye sosyalist hareketi açısından bu süreç bir pasifikasyon, siyasetsizleşme ve sağcılaşma süreci olarak yaşandı. Kimi sosyalist örgütlerin sürece dair isabetli öngörülerde bulunması, yani ‘haklı çıkması’ ya da kimisinin göreli başarılar elde etmesi de bu durumu değiştirmedi. Asıl moralimizi bozmamız gereken şey budur.
Bir seçim yenilgisinin ötesinde, işçi sınıfının, Türkiye halklarının direniş iradesi bağımsız bir politik hatta sevk edilemedi. Bunun kolay olmadığını biliyoruz ama sorun zor olması değil tercih edilmemesi. Bunu tercih etmediğinizde de her seçim öncesinde böyle bir hava eser. Bu on yıldır yaşadığımız bir şey. Gezi Direnişi’nin yenilgisinden alalım, OHAL sürecine kadar adım adım sokağın ezildiği ve ondan sonra 2017 Referandumu da, 2018 Genel Seçimleri de, şimdiki seçimler ve önümüzdeki yerel seçimler de… Hepsi ‘çok önemli’ oluyor, hepsi ‘köprüden önceki son çıkış’ oluyor.
Seçim odaklı bakış nedeniyle egemen sınıf siyasetine eklemlendiğimizi, işçi sınıfının siyasetsizlik ve örgütsüzlük halinin de buradan beslendiğini görüyoruz. Şimdi bu seçim sonuçları üzerinden moral çöküntü yaşanır, 2024 Yerel Seçimleri geldiğinde de o seçim ‘en önemli seçim’ haline gelir. Bir siyasetsizlik ve çaresizlik sarmalı bu aslında.
‘DÜZEN SİYASETİNİN ÇIKMAZ SOKAKLARINA HAPSOLUNDU’
Bu bakış açısında kavramları nasıl ayrıştırmak gerekiyor?
Egemen sınıfın siyasetinin değil de işçi sınıfı siyasetinin kavramlarıyla düşündüğümüzde bir başka manzara açığa çıkıyor. Şu kavramlarla düşünelim: ‘kapitalizmin tarihsel krizi’, ‘bir kriz yönetimi olarak faşizm’, ‘direniş çağı’, ‘sınıf savaşı’. Bizi de kuşatan şöyle bir genel durum olduğunu görüyoruz: kapitalizm 2007-2008 finans krizinin ardından dünya ölçeğinde çok ciddi bir kriz içerisinde. Bu kriz hangi koşullar altında yaşanıyor? Kapitalizm 21. yüzyılda ilk defa gerçek anlamda evrensel bir sistem haline gelmiş, insanlık proleterleştirilmiş, her ürün metalaştırılmış, her üretim aracı sermayeleştirilmiş ve bu koşullarda 2007-2008’den beri yönetilen ama çıkışı olmayan bir kriz yaşanıyor. Burjuvazinin hiçbir kanadı daha iyi bir gelecek vaat edemiyor.
İşçi sınıfı muazzam bir nicelik ve nitelik kazanmış, yıkıcı ve yaratıcı seviye anlamında muazzam bir genişleme sağlamış ama onu bağımsız politik bir güç haline getirecek bir siyaset ortada yok. Bu koşullarda da bütün dünyada 15 yıldır özel bir fenomenle, daha önceki dönemlerden farklı olarak kesintisiz bir isyan ve direniş hareketleri gerçekliğiyle karşılaşıyoruz. Bir ülkede bitip bir başka ülkede başlıyor. Farklı görünümler alabiliyor ama bugünün proleter insanlığı, burjuvazinin daha iyi bir gelecek sunamadığı, kendi bağımsız siyasetinin de olmadığı koşullarda kendini isyan ve direniş hareketleriyle ifade edebiliyor. Sistem içi bir çözüm olmadığına ve bu isyan ve direniş hareketlerindeki devrimci potansiyele odaklanabilirsiniz. Ya siz proleter halk kitlelerinin devrimci potansiyeline odaklanarak direnişten devrime bir yol çizmeye çalışırsınız ya da insanlık düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarında karanlığa mahkûm edilir. 2023 seçimlerinde de düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarına hapsolunmuştur.
‘DEMOKRATİKLEŞMEYİ SİSTEM İÇİNDE ARAMAK BİR YANILGI’
Bu durumu belki az önce sizin de belirttiğiniz üzere sürekli önümüze koyulan ‘köprüden önceki son çıkış’ ya da ‘uçurumun kıyısındayız’ metaforuyla ifade edebiliriz. Ya köprüden önceki son çıkışı çoktan geride bırakmışsak, halihazırda uçurumun dibindeysek? Böyle yorumlayabilir miyiz?
‘Son çıkış’ diye bizi sürekli düzen siyasetine eklemlenmeye çağıran şey aslında bizi bir labirente, bir çıkmaz sokağa çekiyor. Demokratikleşmeyi sistem içinde aramak ciddi bir yanılgının eseri. Bu sistemin krizi artık çözülemez ama yönetilebilir, faşist seçenekleri davet eden de bu krizi yönetme ihtiyacıdır.
Türkiye sosyalist hareketi içinde bizim de dahil olduğumuz gelenek, faşizm derken hükümetlerden bağımsız olarak devletin kurumsal yapısını kasteder. Yukarıdan aşağı inşa edilmiştir, başta kitle tabanı zayıftır, o da yukarıdan aşağı inşa edilmiştir. Nihayet artık çok ciddi bir kitle desteği de sağlamıştır. Şu an Türkiye’de üçte iki çoğunluğu İslamcı-Faşist partilerden oluşan bir parlamento var. İktidarda uzun yıllardır bir faşist koalisyon var. Bunlardan kurtulmak lazım, kurtulalım. Ama faşizmi yıkmak hükümeti değiştirmek değil devleti yıkmaktır.
Faşizmin kurumsallığını ihmal ettiğinizde meseleyi hükümet karşıtlığına indirgeyen çarpık bir anti-faşist mücadele tanımı karşımıza çıkıyor. Faşizmi engellemek gerekçesiyle bir başka egemen sınıf siyasetine eklemleniyorsunuz. Bakın egemenler arası çatlakları değerlendirmek ayrı bir şeydir. Ama bir egemen sınıf siyasetine eklemlenirseniz egemenler arası çatlakları değerlendirmiş olmazsınız. Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir bölümünün Kılıçdaroğlu’na açıktan çağrı yapmasındaki sorun bu. “Kılıçdaroğlu, Erdoğan’dan iyidir.” Olabilir. Mesele bu değil. Sizin sistem karşıtı mücadeleyi, üçüncü yolu, bir başka siyaset ve direnme olanağını, biçimini rafa kaldırıp egemen sınıf siyasetine eklemlenmeniz aslında faşizmi geriletmiyor, yeniden üretilmesini sağlıyor ve şunu görüyorsunuz: İslamcı-faşist bir partinin karşısında adım adım ona benzeyen, yani şu dramatik, taktik gereği ses çıkartılmadı ama Ümit Özdağ ile protokol imzalayıp sizin karşınıza çıkan bir parti.
‘SEÇİM SÜRECİNE HAPSOLMUŞLUK BİR TERCİH DEĞİLDİ’
Peki ortada bir çaresizlik durumu mu vardı? Çaresizlik bir zorunluluk muydu?
Değildi. Hapsolduğumuz yeri akılcılaştırdığımızda, kendi mevcut durumumuzu esasın yerine koyduğumuzda çaresizleştik. Bir isyanın yenilgisinin ardından adım adım ilerleyen bir faşist terör süreci gelişmiş ve seçim düzlemine hapsolmuşuz. Bu bir tercih değildi, yenilginin ardından sıkıştığımız yerdi. Onu akılcılaştırıp çıkışı oradan aradığımız yerde bunu daha ileri politik hedeflerin, yani sosyalist siyasetin inşasının ya da faşizme karşı mücadelenin sürükleyici halkası haline getirebileceğimizi düşündüğümüz yerde aslında kendi kendimizi kandırmış oluyorduk. Sistem bizi oraya sıkıştırdı.
Burada ne var? Az önce de söylediğin ‘köprüden önceki son çıkış’ sözünün aldatıcı bir tarafı var. Sanki bu seçim tek ve son fırsatmış, sanki iktidar elinden gelse seçim de yapmayacakmış gibi. Oysa faşist terör ve seçimlerin yan yanalığıyla toplumun yönetilebildiği etkili bir kitle pasifikasyonu stratejisi geliştirdiler. Kriz koşullarında egemen sınıf siyasetinin dayatılabilmesi için ezilen sınıfların, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal güç olmasının, birliğinin, hareketinin engellenmesi gerekiyordu, bunu sağladılar.
1 Mayıslar, çok dramatiktir. İki yıldır pandemi yüzünden yapılmadı, diğer iki yıl da bütün iddialardan vazgeçilerek, İstanbul’da Taksim iddiasından vazgeçilerek, hatta Taksim’e seçimden sonra gidileceği kürsülerden savunularak geri duruldu. 1 Mayıs örgütlenmedi bile. Sonra da deniyor ki “boş tencere götürmedi”. Tencere boş muydu dolu muydu ayrı bir tartışmadır, hem boştur hem doludur. Ama oradaki sorundan politik bir sonuç alabilmen için senin bir işçi sınıfı hareketine, emek hareketine ihtiyacın var. Bu da seçim odaklı yaklaşım nedeniyle örgütlenmedi, talileştirildi. Sonra da deniyor ki “İşçiler Erdoğan’a karşı oy vermedi”. Ama sen işçiyi örgütlemekten, harekete geçirmekten, harekete geçeni desteklemekten, işçi sınıfının bağımsız programını ortaya koymaktan geri durmuşsan bunu söylemeye hakkın yok ki.
‘SOSYALİZM BUGÜN TÜRKİYE’DE BİR TÜR KİMLİK GİBİ’
Bu örnekten yola çıkarsak yapılan tartışmaların da belirsizleştiğini ve referans noktalarının da kaybolduğunu görüyoruz. Sadece sandık eksenli bir hedef belirliyorsak eğer yapılan seçim tartışmaları bir yerde duruyor, ama aynı gündeme daha devrimci açıyla yaklaşırsak farklı bir tartışma yolu çizmemiz gerekiyor. Tutarlılığı da belki de böyle sağlamalı. Şu an görünen o ki bu tartışmaların niceliksel çoğunluğundaki en büyük neden de bu tutarsızlık belki de. O nedenle bu devrimci bir ufkun referans noktasını yaratmanın yollarını nerede aramalıyız?
İki şey var sol açısından: Biri, mevcut örgütlü yapılarımız. Bunlar yenilgilerin kalıntıları. Bir de sistem tarafından ezilen ve kendisini isyan ve direniş hareketleri ile ortaya koyan toplumsal kesimlerin gerçekliği var. Bu iki olguya birlikte baktığımızda ‘gerçekte var olan sol’ ile ‘olması gereken sol’ arasında dünyada da Türkiye’de de bir açı var. Soyut bir tartışma olarak söylemiyorum. Solun en genel tanımlarından bakarsak bu sistem karşısında eşitlik ve özgürlük talebiyle toplumun direnen, direniş eğilimleri gösteren, eşitsizliğe maruz kalan ama sadece ezildiği için değil kendi iktidar mücadelesini verdiğinde eşitlikçi bir topluma doğru ilerlemenin öznesi olabilecek olan toplumsal güçler var. Ve bu mevcut solun dar sınırlarının ötesinde var.
Yani sınıf hareketinden söz ettiğinizde mesela tutup sendikaların üye sayısından bakmayacaksınız. Konfederasyonların üye sayısına baktığınızda bu sizi yanıltabilir. 20 milyonu kayıtlı, kayıtsızlarla birlikte 30 milyona yakın bir ücretli emekçi topluluğu söz konusu. Toplumun büyük çoğunluğu artık proleterleşmiş. 2022’nin Ocak-Şubat aylarındaki fiili işçi direnişleri dalgasında olduğu gibi, pek çoğu bildiğimiz emek örgütlerinin kapsama alanı dışında, yeni biçimlerde gelişen bir direniş gerçekliği var. Bu ‘bizim dışımızda’ oldu bir ölçüde, değil mi? Ya da kadın hareketi… bunlar bazı örgütlerin ‘kadın kolları’ mıdır ki? Elbette sosyalistler, feminist örgütler bunun içerisinde var ama bunların aritmetik toplamının ya da birliğinin ötesinde bir şeyden söz ediyoruz. Sokağa yansıyan kısmına hepimiz imrenerek bakıyoruz ama biliyoruz ki sokağa çıkanların da ötesinde bir direniş eğilimi var.
Şimdi biz ne kadar bu direnişlerin örgütüyüz? Ne kadar Türkiye işçi sınıfının örgütüyüz? Ne kadar işçi sınıfı hareketinin farklı bir görünümleri ya da müttefikleri olarak sahneye çıkan kadın hareketinin, ekoloji hareketinin örgütüyüz? Kendimizi mücadelenin içinde mi inşa etmişiz yoksa birtakım geleneklerin, birtakım eski mücadelelerde edinilmiş kimliklerin taşıyıcıları mıyız? Sosyalizm bugün Türkiye’de bir tür kimlik gibi. Ama gerçek bir hareket olarak baktığımızda o kimliğin çok ötesinde bir şey. Sosyalizm kimliğini şu an taşımayan, onunla bağ kuramayan, kendini ona yakın hissedemeyen ama gerçek bir sosyalist hareket, bir sınıf hareketi içerisinde seninle yan yana durabilecek bir toplumsal gerçeklik var. Bu yeni keşfedilmiş bir şey de değil. Mesela 1960-70’lerden söz ediliyor, bizim o dönemki referansımız oy sayıları mı? Oy sayılarına da yansıyan bir şey var ama orada Milli Selamet Partili ile CHP’liyi yan yana yürüten bir Fatsa gerçekliği var mesela. Ama Fatsa’daki mesele de bir seçim hikayesi değildir, direniş komitelerinin seçime müdahalesidir.
O yüzden seçim tartışmasını dogmatik bir tartışmaya çevirmeden ya da solun geleceği denince kendi iç tartışma evrenimize hapsolmadan sınıf mücadelesinin kanlı canlı gerçekliğine bakmamız gerekiyor. Sıkıntı, seçimlerin burada ‘ön açıcı’ görülmesi. ‘Bir nefes alalım’. Belki de boğuluyorsun. Belki de 1968 hareketi sonrasına ilişkin olarak Alain Badiou’nun seçimlerden bir karşıdevrim olarak söz etmesinin üzerine düşünmek lazım. Gezi’den sonraki yaşadığımız seçim deneyimleri üzerine düşünmek lazım. Müdahale ettiğiniz bir yer olabilir seçimler. Boğulduğunuz yerde çıkışı sunan değil, hatta sizi boğan bir yere de dönüşebilir. O yüzden nereye bakacağız? Küresel ölçekte bugünün proletaryasının kendini isyan ve direniş hareketleriyle ortaya koyduğunu söylemiştik. Evet bu amorf, örgütsüz, Latin Amerika deneyimlerinde olduğu gibi proletarya diktatörlüğü ve toplumsal mülkiyet ufkuna henüz varamamış, çünkü aslında bir devrimci öncü tarafından seferber edilip devrim durumları yaratan bir şey değil. Yani başkanlık saraylarının kapısına dayanıp geri dönen, hatta girdikten sonra da terk eden bir şey. Ancak bu isyan ve direniş hareketleri artık proletaryanın varlık biçimi. İmkân direnişte, eksiklik ise devrimcilerin bu direniş hareketlerinden devrime bir yol açma yönündeki iradi çabayı henüz gösterememiş olmasında.
Türkiye’de toplumunun seçmen davranışlarına sığmayan muhalefet eğilimlerine bakalım. 10 sene önce yaşadığımız Gezi, sonrasında Kobanê, Hendek direnişleri… Bunlar yenilmiş hareketler olabilir ama biz o hareketlerle de -en azından Gezi için söyleyeyim- solun çok kendine güvendiği bir atmosferde değil, solun yine kriz içerisinde olduğu bir dönemde karşılaştık. Türkiye solunun devrimin güncelliğine inanmadığı koşullarda “Evet ya bu memlekette de devrim olabilirmiş, bu görünür gelecekte de yaşanabilirmiş” dedirten ülke tarihinin en büyük ayaklanması ile karşı karşıya kaldık. Bunu sürekli aynı sakızı çiğneyelim, onu idealize edelim diye demiyorum. Ama başka bir örnek: Siz işçi sınıfından şikâyet edersiniz, işçi sınıfı gelir mesela Tekel Direnişi’yle sarsar. Kim bekliyordu Tek Gıda-İş Ankara’ya gittiğinde böyle bir direniş olacağını? Ben hatırlamıyorum, takip ediyordum, buradan büyük bir direniş çıkacağını öncesinde söyleyen yoktu. Pandemi döneminde konfederasyonlar sokağa çıkma yasağını neredeyse İçişleri Bakanlığı’yla yarışır derecede savunuyordu ama işçi sınıfı dışarıdaydı, fiili direnişler de yaşanıyordu. 2022 Ocak-Şubat direnişleri yine bazılarımızın öngörüleri ve kapsama alanı dışındaydı.
Demek ki işçi sınıfı ile kopukluk gibi bir sorunumuz var. Şu denebilir: “Ya biz işçi değil miyiz, herkes işçi, benim de işçi tanıdıklarım var.” Evet ama biz, Türkiye solu, onun kadroları, omurgası ve şu an yaslandığı taban büyük ölçüde küçük burjuvazinin konum kaybeden, proleterleşen katmanlarına daralmış durumda. Bu da bizi belirliyor. Nasıl? Evet, Cumhuriyet Mitinglerinden Gezi’ye AKP karşıtı kitle direnişlerinin diyalektik bir seyri varsa, tamam orada bir evrim var, çok iyi değerler ama burada hâlâ baskın bir şekilde geriye dönüş isteği var. Bizi kuşatan ya da solun sıkıştığı Kadıköy’ün, Çankaya’nın, Beşiktaş’ın… solun en yüksek oy aldığı yerlerin sınıf yapısına bakalım. Kentli eğitimli emekçiler ya da ‘beyaz yakalılar’ diye andığımız, küçük burjuvazinin proleterleşen ama tepkisini bir devrimci proleter bilinçle değil, eskiye dönüş eğilimi ile yansıtan katmanları içerisinde örgütlüyüz ve onların eğilimlerini, hareketini, direnişini idealize edebiliyoruz. Yaptığımız yanlışlarda belki biraz da bunun payı var. Neden düzen siyasetine bu kadar kolay eklemlenebiliyoruz? Neden sosyalistler eskiden olmadığı biçimde milli bayram kutlama ihtiyacı duyuyor? Neden bu kadar “Cumhuriyetçi” olduk? Bir geri dönüş isteği var ve biliriz ki bu reaksiyoner eğilimler bir imkânsızı istiyor. Bu topluluklara saygısızlık etmek, direnişlerini küçümsemek anlamında söylemiyorum ama onlara proleter geleceği işaret ederek sağlıklı bir ilişki kurabilmemiz lazım devrimci potansiyeli açığa çıkartabilmek açısından.
‘KENDİMİZİ YIKIP YENİDEN KURMAKLA YÜKÜMLÜYÜZ’
Malum sadece HDP değil pek çok sosyalist hareket seçim sonuçlarıyla şekillenen bir ‘dönüşüm’ ve yenilenme döneminde. Bu dönemden kimileri -seçmen sayısı bazında değil ideolojik ve politik anlamda- güçlenerek kimileri ise zayıflayarak çıkabilir. Konuştuklarımızın ekseninde tartışma zeminini nereye oturtmalı? ‘Enseyi karartmayalım’ temennilerini ve ‘mücadeleye devam’ sözlerini tekrar düşünüyoruz. Bu temennilerin altını nasıl doldurmak gerekiyor? Bu çerçevede yeni bir bir araya geliş modelini düşünmeli mi?
Bu sözler artık bir süre sonra baygınlık verebiliyor. Öncelikle elbette mücadele devam etmeli, eder de. Bize bağımlı olmadan sınıf mücadeleleri, sınıf savaşları sürer. Tarih böyle bir şey. Biz bunun içerisinde nasıl konumlanacağız? “Aynen devam edeceğiz” dersek, “haklı çıktık” ya da “bakın biz görece başarılı çıktık” dersek çok büyük bir yanlış yapmış oluruz. Bu toplam süreçte işçi sınıfının siyasetsiz, hareketsiz, savunmasız bırakılmış olmasının ve bir egemen sınıf siyasetine eklemlenerek onun yenilgisine ortak edilmiş ve yenilgisinin altında bırakılmış olmasının sorumluluğu, kendine sosyalist diyen bütün öznelerin hepsinin istisnasız sırtındadır. Bu sorumluluğu taşıyarak hareket etmemiz lazım. Bu sorumluluğu taşımıyorsak zaten şunu diyoruz: “Bizim umurumuzda değil işçi sınıfının bağımsız siyasetinin örgütlenmesi.” Doğruyu bir kâğıt üzerine yazmış olman, dönem dönem x örgütünün, dönem dönem y örgütünün kendini sosyalist kimliğe yakın bulan topluluklar tarafından şu ya da bu şekilde takip edilmiş olması bu durumu değiştirmiyor. O zaman ‘özeleştiri’ dediğimiz şey de bir kâğıt üzerinde kalacak bir şey değildir. Sosyalist hareketin, az önce bahsettiğim ‘gerçekte var olan sol’un ‘olması gereken sol’a dönüşebilmesi için kendini yıkması ve hayatın, mücadelenin içerisinde yeniden inşa etmesi gerekiyor. İhtiyaç duyduğumuz bilgi işçi sınıfının içerisinde. “Zaten işçi sınıfı içindeyiz” diye kendimizi kandırmayalım, parça ile tatmin olup bütünü kaçırmayalım. Bilinç taşıyacağız ama bilinç taşıyacağımız kitlenin bilgisine ve oradan öğrenmeye de ihtiyacımız var.
Benim Sendika.Org editörlerinden biri olarak şöyle bir özeleştiri vermem gerekir. Biz hiç anket haberi yayımlamayız normalde, bir kereliğe mahsus bu seçimlerde KONDA’nın anketini yayımladık. Ama bu sitenin okuru ve yazarı da olan sendikal örgütçülerin iki yıldır söylediklerine biraz kulağımızı kapattık ya da onu aktarmaktan imtina ettik: Enerji Sen’deki, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ndeki (İSİG) arkadaşlarımız işçilerle temaslarından edindikleri izlenim doğrultusunda, “Siz bu asgari ücretin hoşnutsuzluk üreteceğini söylüyorsunuz ama birçok eve artık 3-4 asgari ücret girdiğinin farkında mısınız? Bağcılar’daki ya da Orta Anadolu’daki işçi nispi refah ile şu koşullarda bir tür tatmin sağlayabiliyor. Ben yine gider onun mücadelesini örgütleyebilirim, örgütlenemez değil ama mevcut koşullarda kendiliğinden bir memnuniyetsizliğe dönüşen bir durum yok” dediler. Sahanın bilgisiyle hareket etmek yerine biz de anketlere, Türkiye 85 milyonluk bir ülke ama yarı yarıya bölünmüşlük içinde muhalefetin hapsolduğumuz temennileri ile oluşan havaya kapıldık. Demek ki burada bir sorun var. Sonuçta bu bölünmüşlüğü aşacak şekilde kitlelerin içinde olup onlarla birebir temas içinde olmaya ihtiyacımız var.
Özeleştiri dediğimiz şey de olacaksa bizi mevcut halimizden çıkaracak bir şey olmalı. Bunun da somut olarak programatik, politik, örgütsel, kadrosal, pratik karşılıkları vardır. Belirleyici figürlerin “Ben yanlış, eksik yaptım kusura bakmayın, çekiliyorum” demesi bir özeleştiri değildir. Yetki ve konumlardan vazgeçebilirsiniz ancak sorumlulukları daha fazla sırtlanır, pratik olarak mücadeleye devam edersiniz. Yoksa “özeleştiri” adı altında sorumluluktan kaçmış ve başkalarını suçlamış olursunuz. Böyle bir erdem yok. Bu aslında özeleştiriden kaçınmak. Özeleştiri daha iyi mücadele edebilmek için, yapamadığınızı yapabilir hale gelmek için kendimizi gözden geçirmemiz, kendimize yeni görevler çıkarmamızdır. Evet durumu eleştirelim, kendimize de pay çıkartalım, dün yapamadığını yarın yapabilir hale gelmek için.
Hem dünyada hem Türkiye’de sınıf mücadeleleri muazzam bir yaratıcılık ve dinamizm içerisinde ilerliyor. Bu sahaya adım attığında görülmeyecek, örgütlenemez bir şey değil. Bizi heyecanlandıran hareketler çok sınırlı sayıda işçi militanının, yoksul mahalle militanının, ekoloji militanının, feminist militanın, üniversiteli militanın emekleri üzerine kurulu. Ama sahada ayağı olan profesyonel devrimcilerin sayısı o kadar azaldı ki. Yönetici kadrolara, vitrinde söz söyleyenlere bakarak yaşadığımız erozyonu anlayamıyoruz ama o sözü, o muhalefet stratejisini kitle ile buluşturacak sahadaki örgütçüler, yüzünü ve adını bilmediğimiz orta kademe kadrolar olmayınca kitle hareketi de olmuyor, sen de gerçek bir siyasal güç olarak var olmuyorsun. Toplumsal çöküntünün, hoşnutsuzluğun ve çelişkilerin bu ölçüde yaygınlaştığı bir ortamda profesyonel devrimci kadronun kitlelerin içerisine gidip de örgütlenememesi gibi bir şey söz konusu değil. Ama biz çekildik. Gezi’den sonra kent merkezlerine, bahsettiğim sınırlı ve mevcut kendiliğinden halini idealize ettiğimizde de bizi yanıltan sınıf bölüklerinin içine çekildik. İdealize ettik onların direnişlerini. Ve direnmeyenin, şu an sokakta olmayanın, kendini ‘AKP karşıtı’, ‘anti-faşist’ ya da ‘sosyalist’ diye ifade etmeyenin böyle bir potansiyelinin olduğunu yadsımaya başladık. Devrimci teori de tarihimiz de bugün yaşadıklarımız da bunun bir yanılgı olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının bölünmüşlüğünü kabullenmenin faşizmin ekmeğine yağ sürdüğünü ve sizin iktidar mücadelesinde bir şey yapamaz hale geleceğinizi, işçi sınıfının bir bölümünü egemen sınıf siyasetine, bir başka bölüğünü başka egemen sınıf siyasetine ekleyeceğinizi gösteriyor. O anlamda özeleştiride kendi gerçekliğimizi masaya ciddiyetle yatırmamız gerekiyor çünkü kendimizi yıkıp yeniden kurmakla yükümlüyüz.
“Ben haklı çıktım” deyip kabahati başkasında aramanın bizi özeleştiriden uzaklaştırıp çürütücü tartışmalara boğma riski var. Seçimlerden sonra olur diye bekliyordum, seçimlerden önce başladı bu tartışmalar. Bunlar sınıf mücadelesinin önünü açmıyor, ilerletici bir tarafı yok.
‘SEÇİMLERDE ÜÇÜNCÜ YOL YOKTU’
Seçimlerde yer yer gündeme gelen ‘üçüncü yol’ tartışmasına dair neler söyleyebilirsiniz?
Bu seçimlerde üçüncü yol yoktu. Üçüncü yol seçimlerde üçüncü bir seçenek yaratmak basitliğinde bir şey de değildir, halkın iki egemen sınıf siyaseti arasında sıkıştığı bir yerde devrimci siyaset zaten o üçüncü yolu, işçi sınıfının bağımsız siyasetini yaratabilmektir. Siz bunu örgütlersiniz, bu da sadece işyeri temelli ya da ekonomik talepli mücadeleler değildir. Bütün hayatı kuşatan, yaşam alanındaki mücadeleyle işyerindeki mücadeleyi birleştiren, ekmek mücadelesiyle özgürlük ve demokrasi mücadelesini, neoliberalizme karşı mücadeleyle faşizme karşı mücadeleyi birbirinin koşulu olarak ele alan bütünsel bir mücadeledir. Bunlara dair dünyada da Türkiye’de de çok sayıda deneyimimiz var. Çeşitli emek ve hak mücadelelerinin başka türlü ilerleyemediğini biliyoruz.
Karşımızdaki iktidar o büyük kitle desteğini bütün bir hayatı örgütleyerek elde tutuyor. En iyi konuşma ya da en iyi seçim kampanyası ile kazanılmıyor kitle desteği. Şimdi halk meclisleri, ev toplantıları, kapı kapı gezmek, mahalle örgütlenmesi gibi kavramlar sol içinde kimilerine arkaik gelebiliyor ama İslamcılar bu araçları kullanıyor. Evet bu iktidarda devlet olanakları falan var ama kesinlikle tabanla sürekli ve birebir temas halinde bir örgütlenme içerisinde. O yüzden de sınıfın bilincinin şekillendiği, sermaye ile emeğin karşı karşıya geldiği bütün alanlarda siz bu mücadeleyi örgütlemezseniz onun ekonomik mücadelesini de örgütleyemezsiniz ayrı ama onun politik bilincini değiştirebilecek, onun faşist ideolojiye teslim olmasını engelleyecek bir şeyi örgütleyemezsiniz.
Bu hareket örgütlenebilir mi?
Örgütlenebilir. Bunun potansiyelini en son deprem deneyimiyle gördük. Depremin ardından devlete yönelik ciddi bir sorgulama vardı, bir başka toplumsal alternatifin mümkün olduğunu gösteren muazzam bir toplumsal seferberlik vardı. Bu toplumsal seferberlik öncesiz sonrasız bir şey değil, az önce bahsettiğimiz direniş eğilimlerinin, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin büyük bir yıkım vesilesi ile yeni bir görünüm altında sahneye çıkması idi. Buradaki potansiyeli değerlendirmek yerine sosyalist hareket seçime gömüldü. Enkazlardan statlara dört yanda politikleşmiş bir öfke “Hükümet istifa!” derken, ölülerimizin üstüne sandık kurulmasına izin verdik. Seçim, sandık dendiği zaman aslında AKP’nin sahasına giriyorsunuz. Sosyalist hareket bu kadar seçime odaklanmasaydı, başka işler yapsaydı, deprem sonrası seferberliğin açığa çıkardığı devrimci potansiyeli örgütlemeye odaklansaydı, iyi bir 1 Mayıs örgütleseydi, belki seçim sonuçlarına da daha büyük katkısı olacaktı. Yapmamız gereken şey Kılıçdaroğlu’na çağrı yapmak mıdır? Yoksa devrimci bağımsız siyaseti örgütlemek mi? İlkinin işe yaramadığını gördük. İkincisi zor da olsa mümkündür, tek kurtuluşumuzdur ve bizi ilerletecek olan da odur.
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
The Forbes köleliğin faydalarını sıraladı: Polyworking 20 Kasım 2024
İran’da bir Sovyet deneyimi: Azerbaycan Milli Hükümeti 16 Kasım 2024
Komünist aerobik öğretmeninden İsrail işgaline suikast 06 Kasım 2024
Baalbek’in yıkımı ve mirası 02 Kasım 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI