YAZARLAR

Allah hiçbir insanı, bu zihniyet ve dile muhtaç etmesin!

Allah yeryüzündeki hiçbir insanı, bağını bahçesini bırakıp elinde torbalarla yüzlerce binlerce kilometre yürüyerek bir başka toprağa ulaşmaya çalışan hiç kimseyi, “al evinde besle” diyebilen süfli dil ve zihniyete muhtaç etmesin.

Boğaziçi Üniversitesi vekil idarecisi tarafından görevine son verilen, işinden atılan akademisyenleri, yargılananları, öğrencilerini bir gün olsun yalnız bırakmamış, sevgili Can Candan Hoca'ya selam ve sevgiyle...

İnsanız. Dil ile iletişim kuruyoruz. Ya da, dil ile iletişim kurmamız beklenir. “İnsan, konuşa konuşa...” Anadilimiz, doğup yetiştiğimiz dünyada öğrendiğimiz dil, ninni, masal dinlediğimiz. Sonraki yıllarda, sokakta, okulda, oyunlarda, aşkta, işte, kamusal ve özel alanda diğer dilleri, iletişim yol yordamını deneyimliyoruz. Bir ömür işleyen, bizi eğiten, yoğuran, dönüştüren eğitim, okul ve okul dışındaki yaşamda. Neyi seveceğimizi, neyden hazzetmeyeceğimizi, kendimizi kime yakın ya da mesafeli hissedeceğimizi, nasıl yemek yiyeceğimizi, nasıl konuşacağımızı ya da susacağımızı öğreniyoruz toplumsal ilişkiler içinde ve her ilişki, kendi diline gereksinim duyuyor.

Ezcümle, kim olduğumuzu anlatabilmek için dil ve dillere sahibiz, anamızdan miras ve sonrasında edindiğimiz ve bildiğimiz dil, diller kadar davranabiliyoruz. 'Fıtrat' işin neresinde, ne kadar belirleyici, bilemem; buna mukabil 'fıtrata' yapılacak aşırı vurgunun çıkacağı kapı ırkçılık, onu biliyorum. Yalnızca bir kökenin, yalnızca bir milletin, yalnızca bir topluluğun mensubu olmanın ayrıcalık ve üstünlük nedeni olduğunu düşünmek, tarih boyunca hemen her zaman aynı kapıya çıktı çünkü.

Biri için üzülmek, biri için kaygılanmak, birine yardım etmek, birini hoş görmek, birinden nefret etmek, birini dışlamak, biriyle yakınlaşmayı istemek, 'sonradan' öğrendiğimiz dillerin ürünü. Doğumla edinmiyoruz bu niteliklerimizi. Biri her futbol maçında daha yoksul ülkenin takımını tutar örneğin, diğeri güçlü olanı. Biri hızla yürürken koltuk değneklerine yaslanmış biriyle karşılaşsa bakıp devam eder, diğeri istemsize yavaşlar. Biri dilenci gördüğünde sinirlenir, diğeri üzülür. “Sapasağlam insansın çalışsana,” diyerek azarlar örneğin, buna mukabil sapasağlam olup hiç çalışmadan servet sahibi olan birilerine saygıda kusur etmez. Biri her iktidar kaynağıyla arasına mesafe koyup eleştirir, diğeri tümüne yaranmaya çalışır. Bunlar fıtrat değil, toplumsallaşmamızın bize bellettiği 'dillerin' sonucu. O toplumsallaşma da, dahil olunan sınıftan, tabakadan, o sınıfın gerekleri ve öğrettiklerinden bağımsız değil.

Sokakta sersefil bir mülteci/sığınmacı çocuğu, kadını ve erkeği gördüğünüzde ne düşünüp hissediyorsunuz? Biri üzülüp yardım etmek istiyor, biri görmüyor, biri kendisine fazla yaklaşmasını istemiyor, biri de “Doldurdular bunları,” diye geçiriyor içinden. Hangi dili biliyorsak, o dilde düşünüp konuşuyoruz ve o dilin sözcük dağarcığıyla sınırlı her tutumumuz. Eşitlikçiliğin bir dili var, ırkçılık-ayrımcılığın bir dili var, sermaye yandaşlığının da ezilenin safında durmanın da bir dili var ve hepsi öğreniliyor.

Okuduğunuz, 'mülteci-sığınmacı' konusunda laf ebeliği yapacak bir yazı değil, konuyu da bilmiyorum. Çok az okudum, bilenleri takip edip öğrenmeye çalışıyorum. Türkiye'de isimlendirme dahi çoğu zaman hatalı yapılıyor anladığım kadarıyla; sığınmacılık, göçmenlik, tarafı olduğumuz sözleşmeler vs. Son birkaç gündür, yine “doluştular” ve “çok para harcadık” serzenişlerini okumaya başlayınca, dile getirilenlerin doğru olmadığını az çok anlıyor olsam da, doğru dürüst bilen bir meslektaşıma, sevgili Erhan Keleşoğlu'na sorup teyit etmek istedim. O da çok özetle, hükümetin sağlıklı veri paylaşmadığını, bu nedenle nereye ne kadar harcandığının tam olarak bilinemediğini, Suriyelilere AB tarafından (Kızılay işbirliğiyle) nakdi yardım yapıldığını, özellikle sağlık harcamaları konusunda devletin önemli bir meblağı yüklendiğini vs. anlattı. Bir de internet sayfası önerdi, Mülteciler Deneği'nin hazırladığı, “Suriyelilerle ilgili doğru bilinen yanlışlar.” Göz atmanız dileğiyle buraya bırakıyorum.

Diğer yandan, yüzbinlerce Suriyeli'nin kaçak çalıştırılıp sömürüldüğünü, irili ufaklı sahtekâr sermayedarın hayalini süsledikleri unutulmamalı. Günlük yaşamlarımızda dahi nerelerde, hangi koşullarda, nasıl çalıştırıldıklarını görmek mümkün. Gerçi 'yaratılanı yaradandan ötürü severiz' sevmesine de, eh biraz da ucuz iş gücü ve köle ücreti fena olmuyor demek ki! Kadınlara reva görülenlere ve bir kısmı organ mafyası eline düştüğü idda edilen çoluk çocuğa değinmeye gerek var mı?

AB'den aktarılan paranın hedefi sığınmacıların Türkiye sınırları içinde tutulması, peki. Dünyanın geri kalanını sömürerek, sömürgeleştirerek elde edilen refahın paylaşılmasından yana olmadıkları gibi, çıkarlarına halel getirmeyecek türlü gayri medeniliği seve seve destekleyebildikleri de sır değil. Avrupa şarlatanlarının uzun süredir endişeli, daha endişeli, çok daha endişeli, bunaltıcı derecede endişeli, en endişeli olmasının nedeni bu.

Hal böyleyken, sığınmacılar için harcanan kaynak (diyelim ki tüm sorun harcama olsun!) büyük ölçüde TC Hazinesi'nden çıkmıyor. Bunu, sıradan yurttaş bilmeyebilir. Buna mukabil kamuoyunda tanınırlığı ve yönlendirme gücü olanların bilmesi gerekir. Yazının şu satırında, gerçeği bilip inatla ve inatla çarpıtan, yalan yanlış bilgi kırıntılarıyla ahaliyi tahrik eden yazar ve siyasetçilerin, ırkçı olup olmadığını bilmem, ancak 'sahtekâr' olduğunu söylemek gerekir. Bu açıklıkta yazmanın, dile getirmenin yararına inanıyorum.

Daha önce de yazmışımdır mutlaka, sosyal bilim eğitimi alan öğrencilerin siyasi bakımdan daha cevval olanları, özellikle ilk sınıfta, faşist, ırkçı gibi köşeli kavramları kullanmayı sever. Yıllar içinde bu alışkanlığı terk eden de, terimlerin cazibesinden vazgeçemeyen de var. Oysa faşist ya da ırkçı sıfatlarını hak etmek o kadar da kolay değil! Öncelikle, kimilerince enayice bulunan, buna mukabil benim 'sosyalistçe' terimiyle adlandırmayı tercih ettiğim kendi kanımı dile getirmek istiyorum: Tarih boyunca farklı gerekçelerle gerçekleşen ve bundan böyle de tanık olunacak bir olgu, göç. Siyasi nedenler bir yana, diyelim, birkaç on yıl sonra kuraklık tahammül edilmez aşamaya varsa, başka bir yerlere gitmek istemeyeceğimizin garantisi olmadığı herhalde kabul edilebilir. Bakın Avrupa'ya, seller nedeniyle şu ana dek yaklaşık iki yüz kişi yaşamını kaybetti. Almanya gibi bir yerde büyük felaket yaşanıyor. Yalnızca Türkiye'de değil, Yeni Zelanda'da göller, sulak alanlar kuruyor, ha keza Kanada'da sıcaktan can veriyor insanlar. Azgın ekonomik düzen, hava, toprak ve suyu öldürüyor, ne zaman nereye göçmek isteyeceğimizi şimdiden bilemeyiz, göçecek fırsatımız olup olmayacağını da.

Göçme isteğinin çok temel bir nedeninin, coğrafyalar arasındaki tahammülü güç gelişmişlik/zenginlik farkı olduğu açık. Yani konu yine kapitalizmin tarihi ve işleyişinde düğümleniyor. 'Ulusal sınırlara' karşıyım ve dünyanın hemen tüm sorunları (başta iklim felaketi ve salgınlar olmak üzere) ortakken, bir yerden bir başka yere gitmenin bu denli zahmetli oluşuna karşı çıkılması gerektiğini düşünenlerdenim. İnsan, doğduğu yerde ölmek zorunda değil. Bir 'idealden' söz ediyorum. Hani tarih bizimle başlamadı, hani biz doğmadan önce bir tarih vardı ve biz öldükten sonra da olacak ya, işte o uzun tarihin geleceğine ilişkin bir ideal, özlem, sözünü ettiğim. Benim 'soldan' anladığım, sol diye öğrendiğim, okuduğum, bu.

Konunun 'idealler' faslı bir yana...

Hangi ülkeye bunca 'yabancı' akın etse, hangi ülkenin sınırları kevgire dönse, o ülke açısından da gelen insanlar açısından da sorun olur, bunda fazlaca yadırganacak bir şey yok sanırım. Sınırların olmaması gerektiğini savunmakla, hâlihazırda var olan sınırların yok sayılması durumu, iki ayrı konu. Yerleşik halkın alışkanlıkları, günlük yaşam pratikleri, mahalle düzenleri söz konusu ve o halkın 'tanımadık' birilerini gördüğünde tedirgin olması beklenebilir bir durum. Sıradan yurttaşın 'olağan' kaygılarını 'ırkçılık' olarak nitelemek pek makul bir tavır değil. Fatih ve Eyüp civarıyla hâlâ bağlarım var ve yakınlarımın, “Çevredeki bütün apartmanlarda sarıklı sakallı yabancılar var, hanımları da peçeli, kimin ne olduğunu bilmiyoruz, konuşmalarını anlamıyoruz, İŞİD midir kimdir bunlar,” sözleri, anlaşılabilir bir kaygının yansıması. O insanlarla konuştuğumda ırkçı birilerini görmüyorum, endişeliler. Malum toplumsal tornanın mamülü, yaşamları boyunca bir yabancıyla hoş beş etmemiş, yabancı denildiğinde gözlemi Kapalıçarşı müşterisi ve Sultanahmet ziyaretçisiyle sınırlı ve özellikle cihatçı ithalinden (haklı olarak) kaygılı insanlar.

Ancak bu işin bir yönü ve söz konusu 'kaygı' ile 'ırkçı' söylem arasında, her an aşılabilir bir sınır var. Yurttaş kaygısını giderecek olan ise demokratik, ciddi ve şeffaf bir iktidar ile muhaliflerin aklı başında söylemi olabilir. Türkiye'de olmayan, anlayacağınız! Haliyle, derdim Fatih ve Eyüp'teki tanışların ifadeleri değil, siyasi atmosferden beslenen, tarihsel kökleri olan ve güncel gelişmelerle ilgili görünse de ondan ibaret sayılamayacak 'ırkçılığa meyyal' dilin hız ve hevesle dolaşıma sokulması, muteber kabul edilmesi. Yalnızca yabancılar, Türkiye'yi büyük ölçüde Avrupa'ya açılan koridor olarak gören Suriyeli ya da Afganlar söz konusu olduğunda değil, ülke içinde de 'Sünni-Türk' olmayana kolaylıkla yönelen tehditkar bir dil bu. Siz Bodrum'a gidip yerleşince “Kuzum, buranın havası yarıyor” diyorsunuz, gel gör ki Kürtler Bodrum'a hep 'doluşuyor' ve emekliler Ege'yi 'tercih' ederken Güneydoğu ahalisi aynı Ege'yi 'istila' ediyor ya, belki biraz böyle düşünmek gerek 'yabancıyla' uyum meselesini ve tercih edilen üslubu da. Avusturya'daki göçmen Türk'e 'kara kafalı' diyen Viyanalı'yı haklı olarak ırkçı buluyoruz da, o ırkçılık yalnızca onlara mahsus olmadığını kabullenmekte zorlanıyoruz. Kendi ırkçımızı çok sevip Alman ırkçısına tepki göstermek! Irkçı olmayan insanlar ırkçı sözler sarf edebilir kuşkusuz ve aslına bakılırsa bu durum, diğerinden, yani bile isteye yapılan ırkçılıktan çok daha yaygın, yaygınlığı ölçüde sakıncalı. Bizlere öğretilenlerle, alışkanlıklarımızla ilgili bir durum.

Yalnızca Türkiye'de değil, çok yerde makbul bu dil. Batı'nın farkı, ırkçılığı bir sorun olarak görüp engellemeye çalışanların sayısının daha yüksek ve insan hakları bilincinin toplumsal temelinin daha güçlü oluşu; yoksa hiçbir 'devlet' siyaseti diğerinden daha matah görünmediği gibi, birinin eli diğerinden daha temiz değil. ABD'de nefessiz bırakılarak öldürülen siyah yurttaşın öldürülme ânı kaydedilmemiş olsaydı, bir ceza alır mıydı o faşist, hiç sanmıyorum. Bakın günlerdir Kanada'da kilise bahçelerinden çocuk kemikleri çıkarılıyor; 'medenî' Kanadalı, zamanında yerlileri 'ehlileştirirken' çoluk çocuğu öldürüp gömmüş bir güzel. Sakın ha tarihimizdeki 'ehlileştirme' siyasetini filan getirmeyin aklınıza ama, sakın, bu işler 'yabancılara' mahsustur, oyuna gelmeyin durup dururken!

Birkaç gündür yine maruz kalınıyor sığınmacıya/göçmene yönelik berbat dile. En vahimi de, “Evine al besle o zaman,” terbiyesizliği. İnsandan söz ediyoruz. Besle? Bundan daha acı verici, daha vahim bir insanlık hali olabilir mi? Bir iki yıl önce İsveç'teki bir sokak söyleşisini seyretmiştim internette. Yolda yürüyenlere mültecilerle ilgili soru yöneltiyorlar, hepsi “buyursunlar gelsinler” minvalinde yanıt veriyor. İkinci soru, “Evinizde misafir eder misiniz?” Aynı insanlar, istemediklerini söylüyor. Programı seyredince, aptallığın da evrensel bir nitelik olduğuna iyice ikna olmuştum. Eh istemez tabii, neden evine durup dururken birini alsın, onca vergiyi neden veriyor, soru mu bu şimdi? Şu ara sosyal medyada sık tanık olduğum “Evine al besle o zaman” da aynı hissi uyandırıyor bende. Çok zekice bir şey yazdığını düşünüyor o kurnaz yurttaş. Güzel kardeşim, ben seni de almam ki evime, ayrıca devlete neden vergi ödüyorum, ben devlet değilim ki, sosyal devletin ne anlamı kaldı, AB onca parayı babasının hayrına mı veriyor!

Çok katmanlı bir sorun bu. İç içe geçmiş siyasi, hukuksal, insani boyutları var. Bir gün belki herkes evine gider, hatta belki bu toprakta bizden (!) başka hiç kimse kalmaz, el ele baş baş başa otururuz. Bu beş para etmez 'mermer' tahayyülü, hâkim 'dilin' ülkenin geleceğini zehirlediği gerçeğini değiştirmiyor, sorun bu. 'Toplumu' asıl hesap sorulması gerekenlerden o hesabı soramayan; 'iş insanı' garibanları üç otuza ölesiye çalıştırıp kazancına kazanç katan; 'ülkeyi ve bölgeyi bu hale getiren hemen tüm dış politika hamlelerinde iktidarın arkasına abdesthane ibriği gibi dizilip destek veren muhalif siyasetçisi ve yazarı' ise, dışarıdan gelen parayı bizimmiş gibi anlatıp halkı tahrikten medet uman ülkenin, geleceğini. Üstelik, kendi eğitimli yurttaşı yurt dışına göçer, bir an önce gitmek için fırsat kollarken.

Evet, 'göç-sığınma' her ülke ve sığınan için bir sorun ve kapitalizmin (özellikle en baş belası sonucu olan iklim krizinin) vardığı aşamada ülkelerin giderek daha da büyük açmazlarla, göç dalgalarıyla karşılaşacağına kuşku yok. Oturup bunlar üzerine düşünmek ve insancıl çözümler üretmek/önermek varken, muhalefetin de külhanbeyliğe özenmesi, en hafif tabirle trajikomik.

Allah yeryüzündeki hiçbir insanı, bağını bahçesini bırakıp elinde torbalarla yüzlerce binlerce kilometre yürüyerek bir başka toprağa ulaşmaya çalışan hiç kimseyi, “al evinde besle” diyebilen süfli dil ve zihniyete muhtaç etmesin. Yurttaş endişesi anlaşılabilir, buna mukabil zehirli ırkçı söylemin tolere edilecek bir yanı yok. İnsan, böyle utanç verici bir dile özenmemeli. Tercih ettiğimiz sözcükler kadarız. Ne eksik ne fazla.

Herkese, özellikle bu bayramı da cezaevinde karşılayan sevdiklerimize, iyi bayramlar...

Yazı önerisi: Eski diplomat, yeni köşe yazarı Engin Solakoğlu'nun KKTC üzerine yazısını buraya bırakıyorum.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.