Almanya’ya göçün edebiyatı

Yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar ile göç edebiyatını konuştuk. Asar, "Göçmen edebiyatçılar ve göç üzerine yapılan edebiyatın tarihi göç kadar eski, yanı 60 yıllık bir tarihe ve birikime sahip" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Kazım Gündoğan

DUVAR - İnsanlar öyküleriyle göç ederler... Almanya’ya göç sadece “iş göçü” değildi elbet. Aynı zamanda “Acı vatan”a kültür-sanat, edebiyat göçüydü… Göç edenlerin “yeni vatan”da kendini yeniden üretme sürecinde en önemli dayanaklarından biri sanat ve edebiyattı. Bu anlamda “göçün edebiyatı” ya da “ edebiyatın göçü” kavramları çok önem kazanır göç edenler için. Bu konu ve kavramlar etrafında yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar ile bir söyleşi yaptık.

İnsanlar öyküleriyle göç ederler. Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan işçi göçüyle insanlar büyük bir “kopuş” ve “mağduriyet” yaşadılar. İlk kuşak göçmen işçiler gibi “ilk kuşak yazarlar” da var göç edebiyatında. İlk kuşak yazarlar bu durumu nasıl gözlemledi, hangi temalar üzerinden yazdılar ve bu yazarlardan ön plana çıkan kimlerdi?

Evet, ülkelerini terk edip farklı bir coğrafyada ve kültürde yaşamak zorunda kalan insanlar hem kültürel bir kopuş hem de yabancı bir kültürle karşı karşıya kalma olgusunu birlikte yaşarlar. Bu durum tek tek bireyler için birçok alanda mağduriyet yaşamak, aynı zamanda yeni bir kültür ve dilde ayakta kalma mücadelesi anlamına gelir. Göçmenlik süreci uzadıkça veya kalıcılık eğilimi arttıkça etnik gruplar kendi kültürel altyapılarını (sub kültür) oluşturmaya ve bu altyapıya dayalı kültürel ürünler vermeye başlarlar. Doğal olarak bu yeni-kültürde /dilde üretilen edebi ürünlerin farklı söylemleri, hatta farklı bir "dili" olacaktır.

İlk göçmen-yazar kuşağın başlıca temsilcileri olarak: Fethi Savaşçı, Bekir Yıldız, Aras Ören, Güney Dal, Emine Sevgi Özdamar, Şinasi Dikmen, Habib Bektaş, Nevzat Üstün, Nursel Duruel, Özgen Ergin, Gönül Özgül, Saliha Scheinhardt ve Yüksel Pazarkaya'yı sayabiliriz. Bu yazarların göçe bakış açıları, gözlem alanları ve bunu edebi olarak kağıda döküşleri farklı. Her yazarın toplumsal konumuna, bilgi ve bilinç düzeyine göre değişiyor. Aynı toplumu farkı bir şekilde algılayıp yorumluyorlar. Ancak genel ya da ortak bazı izlekler de yok değil. Anadolu insanınun fabrika işçiliğine ayak uyduramayışı, Almanlarla olan farklılıklardan doğan çatışmalar, komik olaylar, kaçak işçi olmanın, işsiz kalmanın yarattığı sorunlar, izinler, geri dönenler gibi...

Yukarıda ismini saydığım yazarları çoğu hem Almanya'da hem de Türkiye'de ilgi çeken yapıtlar vermişlerdir. Saliha Scheinhardt ve Emine Sevgi Özdamar dışındakiler Türkçe yazmışlar, fakat bazı yapıtları çeviri yoluyla Alman okuyucuya da sunulmuştur. Bekir Yıldız, Fethi Savaşçı daha çok iş ve emek dünyasının, Almanya'daki kapitalist düzenin acımasızlığını yazarken; Güney Dal, Aras Ören, Habip Bektaş, Yüksel Pazarkaya kültür farkından doğan çelişkilerin bireysel ve toplumsal bağlamda yol açtığı sorunlara eğilmişlerdir.

ÎKİMCİ KUŞAK YAZARLARDA 'ACI VATAN' KAVRAMI YERİNİ 'İKİNCİ VATAN'A KAVRAMINA BIRAKIR'

İkinci kuşak dediğimiz göçmen işçilerin sorunları ise farklılaşmaya doğru evrilirken, aslında var olanlara yeni sorunlar eklendi. İki kültür arasında kalmak… Dolayısıyla “ikinci kuşak yazarlar” bu süreci doğrudan yaşayarak yazanlardır. Acı vatandan ikinci vatana…

İkinci kuşak yazarlar ve şairlerin temsilcisi olarak, Murat Karaaslan, Ertunç Barın, Şakir Bilgin, Halit Ünal, Sami Sülük, Molla Demirel, Metin Gür, Ali Özenç Çağlar, Mevlüt Asar, Muammer Bilge, Şinasi Dikmen gibi isimleri zikredebiliriz. Bu kuşakta yazın dili ağırlıklı olarak Türkçe iken, benim gibi her iki dilde yazanlar ya da Şinasi Dikmen gibi Almanca yazanlar da vardır. Bu kuşağının yapıtlarında, senin de söylediğin gibi, daha çok iki kültür ve kimlik arasında kalmanın sıkıntıları, çelişkileri öne çıkar. “Acı vatan” kavramı yerini “ikinci vatan” kavramına bırakır. Aslında senin de söylediğin gibi, edebiyat araştırmacıları ve sosyal bilimciler bu kuşağı “iki kültür arasında kalmış” bir kuşak olarak betimlerler. Ancak bu pek isabetli bir saptama değildir. İkinci kuşak yazarlardan ben de dahil birçok kişi kendimizi ikiye bölünmüş ya da arada kalmış bir kuşak olarak değil, her iki kültürü de kimliğinde birleştiren, sentezleyen bir iki kültürlü, iki dilli bir kuşak olarak gördük. Bu bağlamda, yazdıklarımızda hem göçmenlerin sorunların aslında yerli halkın sorunlarının bir parçası olduğunu, göçmenlerin Almanya için bir “sorun” değil, bir “zenginlik” olduğunu anlatamaya, iki toplumu bir arada yaşamaya ve dayanışmaya çağıran mesajlar verdik.

'ÜÇÜNCÜ KUŞAK, BİR 'KİMLİK' SORUNUNDAN ÇOK 'AİDİYET' SORUNU YAŞIYOR'

İlk göçmen işçilerin torunları diyebileceğimiz bir Alman kadar iyi Almanca bilen üçüncü kuşak, kimlik ve aidiyet sorunu yaşadı. Bunun göç edebiyatına yansıması nasıl oldu ve göç edebiyatının üçüncü kuşak yazarları daha çok hangi konuları işlediler? Artık onlara “göçmen yazarlar” değil, “göçmen kökenli” yazarlar deniliyordu. Bu karşılıklı bir “uyum” anlamına mı gelir?

Yeni kuşak yazar ve şairler için göç ya da sürgün, ailelerinin Almanya’ya geliş nedenidir. İki kültür arasında kalmanın sancılarını yazsalar bile Türkiye, onlar için yaz tatillerinde görülen bir ülke olmaktan öteye gidemeyecektir. Dolayısıyla yurt dışına ekonomik veya siyasi nedenlerle çıkmış edebiyatçıların eserlerinde yer alan ülkeye duyulan tutku ve özlem, onların eserlerinde yerini farklı şekilde alır. Üçüncü kuşak, bence bir “kimlik” sorunundan çok bir “aidiyet” sorunu yaşıyor. Bu sorunun kaynağı aslında Almanya’da her zaman var olan “ayrımcılık” ve son yıllarda giderek yükselen “ırkçılık”tır. Bu kuşağı temsil edenler, kendilerini bir “Alman” hissetmeseler de bu topluma ait “yeni tip bir Alman” olarak görüyor ve bunun çoğunluk toplumu tarafından kabul edilmesini istiyor. Fakat bu nedenin onlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Nitekim, Almanya’da yaşayan yabancı yazarları adlandırma konusundaki değişim bize bunu göstermektedir. 70’relin başında “konuk işçi yazını” seklinde anılan edebiyat hareketi, 80’li yıllarda önce “yabancılar yazını”, ardından “göçmen yazını” şeklinde, 90’larda ise “kültürler arası yazın” şeklinde anılmaya başlamıştır. Bu tanımlama bize, hem Almanya’nın göçmen edebiyatçılara bakış açısındaki değişimi hem de bu edebiyatçıların eserlerindeki içerik değişimini yansıtması açısından önemlidir.

"Edebiyat, üretildiği dille beslenir ve onunla yaşar" gerçeğinden yola çıkacak olursak, bu kuşağın edebî eserlerinde dilin Almancaya dönüşmesi onların Almanya’yı benimsediklerinin bir göstergesidir. Sadece evin içinde kalan Türkçe, sosyal ve günlük hayatta onları kuşatan Almanca, beraberinde kültürünü de getirmiştir. Dille birlikte gelen bu kültür evde alınan kültürle birleşince “kültürlerarası edebiyat” kavramı ortaya çıkmıştır..

Bu kuşakta öne çıkan isimler: Nevfel Cumart (/şair, çevirmen) , Zafer Şenocak (şair, çevirmen, deneme yazarı), Feridun Zaimoğlu (romancı), Akif Pirinçci (romancı), Zehra Çırak (şair), Osman Engin (mizah yazarı) Selim Özdoğan (romancı), Safiye Can (şair, çevirmen), Hatice Akyün (romancı), İris Alanyalı (öykücü), Çiğdem Toprak (gazeteci, yazar), Deniz Ohde (romancı).

Mevlüt Asar

Göç edebiyatı denince sadece göç edenlerin ürettiğinden söz etmiyoruz. Geride kalanların, yani Türkiye edebiyatında göç üzerine üretilenleri de anlatmak gerekir. Türkiye edebiyatında nasıl ele alındı Almanya’ya göç konusu ve kimler, neler ürettiler?

12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasında Almanya'ya sığınan ya da mülteci olarak gelen yazar ve sanatçı olmuştur. Türkiye edebiyat dünyasında birçok yazarın, şairin yolu buraya düşmüş ve bunlardan çoğu Almanya'daki gözlemlerini ve yaşadıklarını yazmışlar ve kitaplaştırmışlardır.

Bu isimlerin arasında Orhan Murat Arıburnu, Fakir Baykurt, Yusuf Ziya Bahadınlı, Dursun Akçam, Ömer Polat, Oya Baydar, Zülfü Livaneli, Aysel Özakın, Nihat Behram, Ali Arslan, Erol Yıldırım, Osman Şahin, Vehbi Bardakçı, Doğan Akhanlı, Sırrı Ayhan, Füruzan, Necati Tosuner, Yasar Miraç, Kemal Yalçın, Tekin Sönmez, Tezer Özlü, Gültekin Emre, Atilla Keskin gibi isimler vardır. Bunların büyük çoğunluğu koşullar iyileştikten sonra Türkiye'ye dönmüş, bir kısmı ise Fakir Baykurt gibi Almanya'ya yerleşerek yazarlık yaşamlarını burada sürdürmüştür.

12 Eylül faşizminden kaçarak, gönüllü ya da zorunlu bir şekilde Almanya'ya “sürgün” gelen bu yazarlarımızdan pek çoğu, Almanya'ya uyum sağlayamamıştır. Öte yandan beklediklerinden daha uzun süren “mülteci hayatı”nın bir sonuncu olarak Türkiye ve Türkçeyle organik bağlarının kopması hem yazın yaşamlarını hem de yazdıklarının niteliğini olumsuz şekilde etkilemiştir.

Bunların dışında Gülten Dayıoğlu, Tarık Dursun K., Adalet Ağaoğlu gibi bazı yazarlarımız Almanya'da yaşamadıkları halde yaptıkları gözlemler, edindikleri izlenimlerden yola çıkarak göç olgusunu roman ve öykülerinde işlemişlerdir. Bu yazarların yapıtları içinde en çok ünlenen ve filmi yapılan Adalet Ağaoğlu'nun, 'Fikrimin İnce Gülü' romanı olmuştur. Tarık Dursun K.'nın 'Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü' adlı gözlemlere dayalı, kurgusal ve oldukça ilginç romanını da burada zikretmek gerekir. Necati Tosuner'in 'Sancı Sancı' romanında da Türk erkeklerin Alman kadınlarla olan ilişkileri ağırlıklı olarak irdelenir. Yazar, farklı bir kurguyla yazdığı romanda Almanya gerçeğine bireysel ve psikolojik açıdan yaklaşır.

Bana göre bu yazarlar içinde “göç”ü en kapsamlı ve gerçekçi bir şekilde edebiyata yansıtabilen ve bu konuda en çok yapıt veren Fakir Baykurt olmuştur. Fakir Baykurt, 20 boyunca yaşadığı Almanya'da Duisburg Üçlemesi dediğimiz ('Yüksek Fırınlar', 'Koca Ren', 'Yarım Ekmek') üç büyük roman ve onlarca öykü yazmıştır. Duisburg Belediye Meclisi, yazdıklarıyla her iki toplumun birbirini anlayarak, empati oluşturarak barış içinde birlikte yaşamasına bulunduğu katkı nedeniyle adını hem bir alana vermiş hem de adına iki yılda bir verilen “kültür ödülü” koymuştur.

Göçün Almaya edebiyatına yansıması boyutu var. Almanya edebiyatında göç nasıl ele alındı ve bu alanda ön plana çıkan Alman edebiyatçılar kimlerdi? Devamla Almanya toplumunda göç edebiyatının ciddi bir karşılığı oluşabildi mi?

Almanya'nın ekonomik, kültürel ve sosyal hayatında önemli gelişme ve değişmelere yol açan yabancı işçi göçü, edebiyat ve sanat alanında aynı etkiyi ya da yankıyı maalesef pek bulmamıştır. Bu konudaki ilk edebi eserler, daha çok çocuk ve gençlik edebiyatı yapan yazarlar tarafından yazılmıştır. Bu eserler daha çok günlük ve okul yaşamında göçmen çocukların yaşadıkları sorunları dile getirmiştir.

Göçmen işçilerin dünyasını ve yaşamını ilk yazanlar, Max von der Grün gibi kendileri de işçi kökenli olan yazarlar olmuştu. Bir edebiyat eseri olmaktan çok bir tür belgesel olan ve yabancılar konusunda en çok ses getiren kitap, aslında bir gazeteci olan Günter Wallraff'ın 'En Alttakiler' kitabı olmuştur. Esas olarak göç ve göçün toplumsal ve bireysel bağlamda yol açtığı sorunlar ya da getirdiği olumlu sonuçlar daha çok göçmen kökenli sanatçılar ve yazarlar tarafından dile getirilmiştir.

Göç edebiyatının ve edebiyatçıların örgütlenmesi ve örgütleri hakkında konuşalım biraz. Özellikle edebiyat işlikleri ve örgütlerinin kurulması ve çalışmaları hakkında neler söylemek istersiniz?

Sanatçılar, edebiyatçılar genellikle örgütlenmesi zor insanlardır. Bu durum Almanya'daki göçmen yazar ve sanatçılar için de geçerlidir. 1980'den sonra Türkiye'den gelen siyasi mülteci konumundaki yazar ve sanatçıların etkisiyle Almanya'da edebiyat ve sanat alanında küçük çapta örgütlenme girişimleri başlıyor. Örneğin KRW eyaletinde kurulan SANDER bunlardan biridir. Bunun dışında yine aynı eyalette Fakir Baykurt'un girişimi ile bir “KRV Yazarlar Çalışma Grubu” oluşmuştur. Diğer eyaletlerdeki gruplaşmalar veya dernekleşmeler genellikle o bölgede çıkan sanat ve edebiyat dergileri çevresinde oluşmuş, anacak çoğu uzun soluklu olamamış bir süre sonra kapanmış ya da dağılmıştır. Bugün aktif olarak var olan tek örgütlenme benim kurucusu ve sözcüsü olduğum Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu (ATYG)'dur. Üyeleri daha çok Almanya ve Hollanda'da yaşayan yazar ve şairlerden oluşan bu grup periyodik hafta sonu toplantılarında buluşarak antolojiler yayınlamakta ve çeşitli etkinliler düzenlemektedir.

'YAZARLAR BİRTAKIM ENGELLER VE ZORLUKLARLA KARŞI KARŞIYALAR'

Bugün göçmen edebiyatçılar ne tür sorunlar yaşamakta ve bunları hangi araç ve yöntemlerle aşma çabasındalar? Sözgelimi dil, çeviri, basım, dağıtım vs. sorunlar…

Genel olarak Avrupa'da, özel olarak Almanya'da yaşayan yazarlar, ister Türkçe, Kürtçe ya da Almanca yazsınlar, birtakım engeller ve zorluklarla karşı karşıyalardır. Bu sorunların en başında hem burada hem de Türkiye'de kendilerini kabul ettirme, yazdıklarını yayınlatma ve okuyucuya ulaşma zorluğu gelmektedir. Çünkü her iki ülkede de bir görmezden gelinme, küçümsenme söz konusudur. Bunları aşabilmek için çok iyi ürünler vermek ve yılmadan mücadele etmek gerekmektedir. Bunun dışında bu yazarların yapıtlarını değerlendirecek, objektif bir şekilde eleştirecek bir altyapı ya da kurumsallaşma da yoktur. Böyle olunca yapılan edebiyatın kalitesinin yükselmesi zorlaşmaktadır. Bir başka sorun da, yazan arkadaşların birçoğunun ne Alman edebiyatını ne de Türk edebiyatını iyice tanımaması, hangi kulvarda top koşturduklarından haberleri olmamasıdır.

Göç edebiyatında yazmak ve okumak… Küçümsenmeyecek bir birikim var bu alanda. Göçmen edebiyatının okur profili hakkında neler söylenebilir?

Göçmen edebiyatçılar ve göç üzerine yapılan edebiyatın tarihi göç kadar eski, yanı 60 yıllık bir tarihe ve birikime sahip. Maalesef bunun bir arşivi ya da kütüphanesi yok. Şayet mümkün olsaydı sanıyorum bir kütüphaneyi dolduracak kadar kitap ve dergi söz konusu olurdu. Yüzlerce yazar ve şair ortaya çıkmasına, binlerce kitabın yayınlanmasına ortam hazırlayan göç olayı, okur yaratma açısından maalesef başarılı olamadı. Buradaki göçmen okur profili ve sayısı Türkiye ile kıyaslandığında çok daha düşük ve az. Türkçe yazılan kitaplara en çok ilgi gösterenler, birinci ve ikinci kuşaktan eğitimli olanlar ile 12 Eylül sonrası Almanya'ya gelen siyasi mülteciler oldu. Üçüncü kuşak, yani burada doğup büyüyenler doğal olarak daha çok Almanca ya da iki-dilde yayınlanmış edebi yapıtlara ilgi gösterdiler. Almanca yazılmış ya da iki dilde yayınlanmış kitaplar Alman okuyucuların daha çok ilgisini çekti. Benim kişisel deneyimim de bu doğrultuda, Almanca ya da iki dilde yayınlanmış kitaplarım daha çok ilgi çekti, daha çok okundu.

Mevlüt Asar kimdir?

 Mevlüt Asar, 1951 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1974’de mezun oldu. 1977’de Federal Almanya’ya geldi. Bir süre Düsseldorf Başkonsolosluğu’nda çalıştı. 1980 yılında istifa ederek, Duisburg kentinde öğretmen ve eğitim danışmanı olarak göreve başladı. 2010 yılında bu görevinden emekli oldu.

 Çevirmenlik ve metin yazarlığı sertifikaları olan Mevlüt Asar, Fakir Baykurt’un ölümünden sonra “Duisburg Edebiyat Kahvesi”ni üstlenerek “Fakir Baykurt Edebiyat İşliği” adıyla yönetti. Alman Yazarlar Birliği üyesi olan Mevlüt Asar, 2012 yılında oluşan “Avrupa Türkiyeli Yazarlar Girişimi”nin de sözcüsüdür.

Türkiye’de çıkan Kurşun Kalem, Kıyı, Öykü Teknesi, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü gibi dergilerde şiirleri, öyküleri ve çevirileri de yayımlanan Mevlüt Asar’a, çok kültürlü yaşama ve halklar arasındaki kaynaşmaya yaptığı katkılardan dolayı Duisburg (Almanya) Belediyesi tarafından 2016 yılı Fakir Baykurt Kültür Ödülü verilmiştir.

 Türkiye'de Yayımlanan Kitapları:

Aynadaki Kelebek, öykü, Nezih-Er Yayınları 2014, Denizini Yitiren Martı, şiir, Nezih-Er Yayınları 2015; Aşkın Halleri, öykü-deneme, Nezih-Er Yayınları 2016; İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan, Denemeler-Makaleler-Söyleşiler, Kibele Yayınları, 2018; Alman Edebiyatından Esintiler, çeviri şiirler, Kanguru Yayınları, 2019; Gün Gelir, şiir, Kanguru Yayınları, 2019