YAZARLAR

Alptekin Dursunoğlu: Rusya, Türkiye'ye Soçi'yle açtığı krediye İdlib'de son verebilir

Alptekin Dursunoğlu, Rusya’nın Soçi mutabakatıyla İdlib konusunda Türkiye’ye açtığı krediyi kesmeye karar vermesi durumunda bu dengenin İdlib’de bozulabileceğini savunuyor.

Suriye, Irak, Yemen, Lübnan ve Filistin gibi geniş bir coğrafya, bölgesel çatışma dinamiğinin en belirgin bir şekilde ortaya çıktığı alan. Arap isyanlarından bu yana söz konusu ülkeler bu çatışma dinamiğinden bir türlü kurtulamadı. İran ve müttefikleri ile Körfez ittifakı+İsrail, bölgesel çatışmanın tarafları olsa da işin içinde ABD ve Rusya gibi küresel güçlerin müdahilliği, durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Yakındoğu Haber Sitesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu’yla son yaşanan olaylar ışığında bölgenin geleceğini konuştuk.

İRAN’IN SABOTAJA YANITININ İSRAİL’İ PİŞMAN EDECEK SONUÇLARI AN MESELESİ

İran’la İsrail arasındaki çatışma giderek boyutlanıyor. Son süreçte karşılıklı gemilerin saldırıya uğraması, Natanz nükleer santraline yapılan saldırı, ardından Erbil’de MOSSAD bürosuna gerçekleştiği iddia edilen saldırı. Bu işin ucu nereye gider? İran’ın yapacağı misillemelerin bir sınırı var mı?

İsrail rejimi, kendini İran kaynaklı hem yakın ve hem de potansiyel tehditler altında görüyor. İran’ın Suriye’deki askeri varlığı, Hizbullah’ın tarihsel Filistin topraklarının her noktasına ulaşan füze kapasitesi ve İran’ın nükleer programı, İsrail rejimi tarafından doğrudan kendi varlığını hedef alan yakın tehditler olarak değerlendiriliyor.

Irak’ta siyasi ve askeri kurumlarının resmi parçası olan Haşdu’ş Şabi ve Yemen’de Sana hükümetine öncülük eden Ensarullah hareketi de İsrail rejimi tarafından potansiyel tehditler olarak görülüyor.

Halbuki Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen; İsrail rejimiyle onun ABD, Suudi Arabistan, Emirlikler, Katar ve Türkiye gibi ortaklarının fırsata dönüştürmek istediği yerlerdi; ancak İsrail rejimi şimdi ortaklarıyla birlikte yaratmaya çalıştığı fırsatların İran tarafından tehdide dönüştürüldüğü görüşünde.

İsrail rejimi, kendi varlığına yönelik bu tehditlerin kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı hem siyasi hem de askeri alanda savaş başlattı. Siyasi savaşı ortaklarıyla birlikte, askeri savaşı ise istihbarat servisleri ve kullandığı terör şebekeleriyle yürütüyor.

Amerika ve Suudi ekseni, İsrail’in İran’a karşı siyasi savaşının ortakları. İran’ın yalnızlaştırılması ve bölge ülkelerinin İsrail liderliğinde İran’a karşı seferber edilmesi de bu siyasi savaşın stratejik hedefi.

Amerika, nükleer anlaşmadan çekilerek ve azami yaptırımlar uygulayarak İran’ı yalnızlaştırma hedefine öncülük ederken; Suudiler de nüfuzu altındaki ülkeleri İsrail’le ilişkilerini normalleşmeye zorlayarak İsrail liderliğinde bir İran karşıtı cephe oluşturma hedefine hizmet etti.

Ancak siyasi savaştaki bu kolektif başarı, İsrail rejimine askeri açıdan kendini güvende hissedebileceği ortamı yaratamadı. Çünkü Amerika’nın İran’a yönelik azami yaptırımları ve Suriye’ye yönelik Sezar yasası, ne Tahran’da ne de Şam’da beklenen davranış değişikliğini yaratmadı.

Halbuki bu siyasi savaşın hedefi, siyasi açıdan yalnızlaştırılan ve ekonomik açıdan baskılanan İran’ı Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve Yemen’deki ortaklarından uzaklaştırmaktı.

Üstelik bu siyasi ve ekonomik savaşın cephesi sadece İran’dan ibaret değildi. Sezar yasası ile Suriye, Suudi ablukası sebebiyle Yemen, yaratılan siyasi istikrarsızlık ve ekonomik kriz sebebiyle de Irak ve Lübnan, İran’dan uzaklaşmaya zorlanmıştı.

Ancak altı yıllık bu savaşın sonunda ne Tahran Direniş Ekseni’ni terk etti; ne de Direniş Ekseni Tahran’ı yalnız bıraktı.

Buna karşın siyasi savaşında kendisine hizmette kusur etmeyen ortaklara sahip olan İsrail rejimi, askeri alanda kendini hem yalnız hem de daha büyük bir tehdit altında hissediyor. Ne Amerika ne de Suudi ekseni, İsrail rejimi için İran’la bir askeri maceraya girmeyi göze alamıyor.

Bu yüzden de İsrail rejimi, kışkırtıcı vur kaç saldırılarıyla İran’ı sıcak çatışmaya kendi ortaklarını ise askeri seçeneğe zorlamaya çalışıyor. İsrail, Hizbullah’ın yarattığı caydırıcılık dengesinden dolayı bu kışkırtıcı saldırılarını Lübnan’da yapamıyor; ancak Amerikan şemsiyesine sığınarak Irak’ta Haşdu’ş Şabi’yi ve Suriye’de de Suriye ordusunu vuruyor.

İran’ın Suriye’ye tahıl ve petrol götüren gemilerini mayın saldırılarıyla hedef alıyor, İran’ın nükleer bilim adamlarına suikastlar düzenliyor, nükleer tesislerine ise sabotajlar yaptırıyor.

İran ise bu saldırıları farklı kategorilerde değerlendirerek farklı tepkiler veriyor. Mesela, Suriye’deki ortaklarının şartlarını dikkate alarak İsrail rejiminin hatta doğrudan kendisini hedef alan saldırılarına bile Suriye’de cevap vermiyor. Irak’ta Amerikan askeri hedeflerini vuruyor, kendi gemilerine yönelik saldırılara ise İsrail gemilerine misilleme yaparak cevap veriyor.

İsrail rejimi sahip olduğu uluslararası siyasi destekten dolayı saldırılarını medyatik şova dönüştürmekte bir sakınca görmüyor. İran ise Amerikan güdümlü uluslararası kurumların ve İsrail rejiminin ortaklarının kendine karşı blok oluşturmasına imkan vermemek için ya Suriye’de olduğu gibi sessiz kalıyor veya sadece muhatabının anlayacağı sonuç odaklı cevaplar veriyor.

Suriye’deki mevcut şartlar sürdükçe İsrail rejiminin Suriye’ye yönelik saldırılarının devam edeceği söylenebilir; İran’ın doğrudan kendisini hedef alan saldırılara verdiği orantılı cevaplar ise İsrail rejimi için bir dayanıklılık testi oluşturuyor.

Nükleer bilim adamlarına yönelik suikastların ve tesislere yönelik sabotajların ise İsrail rejimini pişman edecek sonuçları artık sadece bir zaman meselesi.

İSRAİL MEDYASI ŞOVU YAPIYOR ANCAK İRAN HESABINA ÇALIŞAN İSRAİL ENERJİ BAKANINI KİMSE TANIMIYOR

Natanz’a yapılan saldırı ilginç aslında. İsrail şimdiye kadar siber saldırıları tercih ediyordu, ama Natanz’a yapılan bu son saldırı bir patlama. Yeraltındaki bir nükleer tesise İsrail nasıl ulaşabildi?

Demin de dediğim gibi İsrail rejimi sahip olduğu uluslararası destekten dolayı basit sabotajları bile medyatik şova dönüştürmeye pek hevesli. Hayır İsrail rejiminin İran’a siber saldırı yapabilecek bir kapasitesi yok. Eğer siber saldırıdan kastettiğiniz ‘Stuxnet’ ise İsrail rejimi bunda sadece konu mankeni rolündeydi. Bu saldırı Amerika tarafından yapılmıştı. İsrailliler bundan da kendilerine başarı öyküsü uydurdular. Natanz’a yönelik sabotajlarda ve bilim adamlarına yapılan suikastlarda satın alınan İranlılar veya Halkın Mücahitleri gibi terör örgütleri kullanıldı.

Natanz’daki elektrik dağıtım şebekesine sabotaj yapacak bir teknisyeni satın almayı ancak İsrail rejimi dünyaya büyük bir başarı gibi satabilir. Buna karşın İran hesabına casusluk yapmaktan dolayı 11 yıl hapse mahkum edilen İsrail Enerji Bakanı Gonen Segev’i kimse tanımaz bile. Çünkü uluslararası medya ve siyaset aygıtları satın alınan bir teknisyenin sabotajını büyük istihbarat operasyonu diye parlatmaya, bir bakanın casus olarak kullanılmasını ise örtbas etmeye ayarlıdır.

Ancak İsrail rejiminin bu şov merakı İran’a misilleme fırsatı da yaratıyor. Örneğin İsrail rejiminin 2019’dan beri Suriye’ye petrol ve gıda taşıyan İran gemilerine yönelik mayın saldırısı yaptığı Wall Street Journal gazetesinde yayımlanmadan önce İsrail gemilerine saldırı olmamıştı. Bu haberin yayımlandığı 11 Mart’tan bugüne kadar iki İsrail gemisi saldırı hedefi oldu. Bu saldırıların sürekliliğini ve büyüklüğünü ise İsrail rejiminin davranışları belirleyecek.

BİDEN’DAN SONRA ABD’NİN 5+1 NÜKLEER ANLAŞMASINA DAİR TUTUMU DEĞİŞMEDİ

İran, Biden iktidara geldikten sonra Nükleer Anlaşma’nın yenilenmesi konusunda geri adım atmayacağını ve eski metnin olduğu gibi kalması dışında bütün seçeneklere kapalı olduğunu ifade ediyor. Bu durumda 5+1 ‘in akıbetini nasıl görüyorsunuz?

Kamuoyunda ‘nükleer anlaşma’ diye bilinen ‘Kapsamlı Ortak Eylem Planı’, Amerika ile İran arasında yapılmış bir ikili anlaşma değildi. BM’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın imza attığı bir anlaşmaydı. Bu anlaşmaya kadar İran’ın nükleer programını tamamen durdurmasını isteyen Amerika, neden İran’ın nükleer programını sürdürmesine imkân veren bu anlaşmaya imza attı?

Çünkü İran, NPT konvansiyonunun kendisine sağladığı yasal haklardan taviz vermeyi kabul etmişti. Örneğin NPT uranyum zenginleştirmesine herhangi bir sınırlama getirmemesine rağmen İran bu anlaşmayla yüzde 3.67’den fazla uranyum zenginleştirmemeyi kabul etmişti. Yani bu, iki tarafın da taviz verdiği ve iki tarafa da kazandıran bir anlaşmaydı.

Bir sonraki Amerikan hükümeti selefinin anlaşmasını beğenmedi ve BM’nin 4 daimi üyesini ve Almanya’yı da çiğneyerek anlaşmadan tek taraflı çekildi. Onlar da bu aşağılanmayı sadece izlediler ve imzalarının itibarını koruyacak hiçbir karşı tedbir geliştiremediler.

Anlaşmayı beğenmeyen Trump hükümetinden sonra anlaşmayı beğenen Biden hükümeti geldi; ama Amerikan rejiminin tavrı değişmedi. Çünkü Biden, Trump’ın İran’a sopayla yaptıramadığı şeyi havuçla yaptırabileceğini düşünüyor; ancak havucu vermek istemediğini de gizleme gereği bile duymuyor.

DİPLOMASİ DİYALOGTUR AMA ABD, DİPLOMASİYİ TEHDİT VE BLÖF İÇEREN BİR POKER OYUNUNA DÖNÜŞTÜRDÜ

Anlaşmadan çekilen Amerika’nın anlaşmaya dönmek için önce İran’ın dönmesini şart koşması, aslında anlaşmaya dönmek istemediğini gösteriyor. Peki Amerika anlaşmaya dönmezse ne olur? Bu hafta yaşananlar bu sorunun cevabını veriyor aslında.

Natanz’a sabotaj olayının ardından İran Natanz’daki zenginleştirmeyi yüzde 60’a çıkarmaya karar verdi. Obama, İran yüzde 20 zenginleştirme yapmaya başladığı için anlaşmaya razı olmuştu. Amerikan rejimi diplomasiyi poker gibi oynuyor, diplomasi diyalogdur; ama Amerika sadece tehdit ve blöf içeren cümleler kurabiliyor. Bu dil ve yöntem ABD’nin kendi ortaklarında çok işe yarasa da 2002’den beri İran’ın nükleer programı konusunda tam tersi sonuçlar doğurdu.

2009’da İran’da yüzde 20 zenginleştirme yapacak teknoloji olmadığını ve Tahran’ın blöf yaptığını düşünen Amerika, 2013’te anlaşma yapmak zorunda kaldı. İran’ın uranyum zenginleştirmesini yüzde 20’den yüzde 3’e düşürmesi, dayatmayla değil kazan-kazan ilkesine dayalı bir anlaşmayla elde edilmişti.

Amerikan rejimi, Obama döneminde zorunlu kullandığı diyalog dilini, Trump döneminde yeniden tehdit ve blöf diliyle değiştirince İran da anlaşma öncesindeki yüzde 20 zenginleştirme düzeyine çıktı. Bu anlaşmayı yapan başkanın yardımcısı olan Joe Biden’ın yeniden kullanmaya başladığı tehdit, şantaj ve blöf dili ise İran’ı yüzde 60 zenginleştirmeye götürüyor. Hele de Çin’le imzaladığı 25 yıllık kapsamlı işbirliği belgesinin önüne açtığı ekonomik ufuklardan sonra İran’ın santrifüjlerine beton döküp zenginleştirmeyi yüzde 3’e düşürmesi, artık pek gerçekçi gözükmüyor.

İran’ın dışarıda ABD ve İsrail ile yaşadığı çatışma onu içeride de daha otoriter bir çizgiye itiyor. İçeride baskının artması ise bir ayaklanma ihtimalini daha da güçlendiriyor, diyebilir miyiz?

Trump, sizin bu sorunuzdaki fanteziye yatırım yaparak azami yaptırım uygulamaya başlamıştı. Ona göre İran petrolünü satamayıp ekonomik açıdan yoksullaşınca halk ayaklanacak ve rejim de devrilecekti. Yaşadığımız son altı yıl Batılıların kendilerinin uydurup kendilerinin inandığı bu tezin ne ölçüde gerçekçi olduğunu göstermiş olmalı.

HAŞDU’Ş ŞABİ’NİN ORDUYA ENTEGRE OLMASI, PARLAMENTODAN ÇIKACAK KARARLA MÜMKÜN

Irak’ta İran ve onun desteklediği Haşdu’ş Şabi grupları üzerinde hem ABD hem de Kazımi liderliğindeki hükümet tarafından ciddi bir baskı var. Irak’ta Haşd grupları orduyla bütünüyle entegrasyonu ve nizami ordunun içinde erimeyi kabul eder mi?

Haşdu’ş Şabi, yasal olarak Irak silahlı kuvvetlerinin resmi bir parçasıdır ve komutanı da silahlı kuvvetler başkomutanı sıfatıyla Başbakan Kazımi’ye bağlıdır. Irak meclisindeki en büyük ikinci koalisyon olan el-Fetih koalisyonu Haşdu’ş Şabi’nin siyasi koludur. Mustafa Kazımi, başbakanlığını el-Fetih koalisyonunun onayına borçludur. Haşdu’ş Şabi’nin tamamen ortadan kaldırılması ve ordu içerisinde eritilmesi, başbakanlığını el-Fetih’in onayına borçlu olan Kazımi’nin kararına değil, Irak meclisinde çıkarılması gereken bir yasaya bağlıdır.

Haşdu’ş Şabi, Irak’a güç dayatan yasa dışı bir silahlı grup değil, Irak’ı terörizme ve uluslararası haydutluğa karşı savunan yasal bir güvenlik gücüdür. Irak Başbakanı Kazımi ve Amerika, Irak’ın egemenliğine ve yasalarına değer veriyorsa Haşdu’ş Şabi’yi ortadan kaldırmaya değil Irak meclisinin geçen yıl yabancı güçlerin Irak’tan çıkarılması kararını uygulamaya odaklanmalıdır.

RUSYA’NIN TÜRKİYE, İSRAİL VE ABD KARŞISINDAKİ PASİF TAVRI İSRAİL’E MANEVRA ALANI AÇIYOR

Suriye’de de İsrail, İran ve Suriye hedeflerini vuruyor. Suriye, ne zamana kadar savunma stratejisinde kalacak? İran ve Suriye sizce, İsrail’in Suriye’de yaptığının aynısını hangi koşullar altında İsrail’e yapar?

Şam ve Tahran, Amerika ve İsrail rejimi ortaklarının Suriye’ye dayattığı vekâlet savaşını kazandı; ancak Fırat’ın doğusunda Amerika, kuzeybatısında ise Türkiye, vekilleriyle birlikte Suriye’nin toprak bütünlüğüne kavuşmasını engelliyor. Moskova, Ankara ve Tel Aviv’le ikili ilişkilerin yarattığı fırsatlardan; Washington’la ise küresel rekabetten kaynaklanan tehditlerden dolayı mevcut dengeyi değiştirecek bir adım atmıyor.

Şam ve Tahran, mevcut dengeden rahatsız olsa da Rusya’nın Türkiye, İsrail ve Amerika karşısındaki pasif tavrını anlayışla karşılıyor. Suriye’nin toprak bütünlüğüne kavuşmasını engelleyen işte bu birbirini besleyen karşıt taraflar dengesi ise İsrail rejimine manevra alanı açıyor. Tahran veya Şam’ın İsrail’e Suriye’den cevap verebilmesi için öncelikle bu dengenin bozulması ve Moskova’nın da Ankara ile Tel Aviv’e kırmızı çizgi tayin etmesi gerekiyor.

MEVCUT DENGE, FIRAT’IN DOĞUSUNUN VE İDLİB’İN ŞAM’IN KONTROLÜNE GİRMESİYLE BOZULABİLİR

Suriye’de işler sürüncemede görünüyor, sahada ufak tefek hareketlilikler dışında bir şey yok. Neredeyse bir yıldan fazla bir süredir aktörler yerlerinde sabit. İdlib meselesi içen de aynı şey geçerli, yine lokal çatışmalar ve Rusya-Suriye’nin birlikte düzenlediği sınırlı operasyonlar dışında bir şey yok. Suriye’de sahadaki karmaşık gelişmelerin ufkuna dair neler söylemek istersiniz?

Fırat’ın doğusunda Amerika’nın Suriye’nin kuzeybatısında ise Türkiye’nin varlığı bir önceki soruda değindiğim birbirini besleyen karşıt taraflar dengesini yaratıyor. Bu denge İdlib veya Fırat’ın doğusunun yeniden Suriye egemenliğine girmesiyle bozulabilir. İdlib’in tüm tarafların terör listesinde bulunan örgütlerin kontrolünde olması, bu dengenin İdlib’de bozulmasını kolaylaştırıyor. Eğer Rusya, Soçi mutabakatıyla İdlib konusunda Türkiye’ye açtığı krediyi kesmeye karar verirse bu denge İdlib’de bozulabilir. Rusya, Türkiye’nin Kırım konusundaki Ukrayna yanlısı tutumuna Suriye’den cevap vermek isterse Suriye cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra İdlib’in teröristan statüsüne son verilebilir.

TRUMP TÜM KARTLARI OYNAYINCA TAHRAN VE ŞAM, ABD’NİN ELİNDE FLAŞ ROYAL OLMADIĞINI GÖRDÜ

Biden yönetiminin Irak, Suriye ve Irak’ta İran’a yönelik politikalarında bir değişikliğe gideceğini düşünüyor musunuz? Obama dönemine dönüş mümkün mü?

Biden, Trump’ın politikalarından geri adım atmak istemiyor. Tam aksine onun yaptırımlar ve savaş tehditleri yöntemiyle gerçekleştirmeye çalıştığı hedefleri, Tahran’a ve Şam’a anlaşma dayatarak gerçekleştirmek istiyor. Yani Biden, Tahran’a nükleer programının yanı sıra füze programını da durdurmasını; Şam’a da Tahran’la ilişkilerini kesip İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirmesini dayatmak istiyor; ancak bunun adını ‘anlaşma’ koyuyor.

Ancak Biden yönetimindeki Amerikan rejimi, Tahran ve Şam’a karşı blöf yapabilecek durumda değil; çünkü Trump, Amerikan rejiminin tüm kartlarını 6 yılda masaya serdi; Tahran ve Şam da Washington’un elinde ‘flaş royal’ olmadığını gördü.

Alptekin Dursunoğlu kimdir?

Alptekin Dursunoğlu, Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Yakın Doğu Haber sitesinin genel yayın yönetmenliğini yapıyor. Ortadoğu meseleleriyle ilgili yayımlanmış beş kitabı bulunuyor.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.