Alsalem'den tavsiyeler
Kadının insan hakları konusunda uzun yıllardır sahada mücadele veren hak savunucularının ve bu ziyaretinde Alsalem’in vurguladığı gibi; kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda ülkemizde yeterli bir yasal çerçeve var. Ancak şiddet suçuna ilişkin cezasızlık algısı henüz kırılabilmiş değil. Türkiye’de kaç kadına sorarsak soralım, kanatlarından birisi eksik, diğeri kırık; kendilerine ait odalarda huzur eksik, göz göre göre gelen ölümler karşısında önalıcı tedbirler eksik.
Birleşmiş Milletler Kadınlara ve Kız Çocuklarına Yönelik Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Reem Alsalem, 18-27 Temmuz tarihleri arasında Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulundu.
Kahire’deki Amerikan Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler, Oxford’da da insan hakları hukuku alanında yüksek lisans derecesi olan Alsalem, uzun yıllardır toplumsal cinsiyet eşitliği, mülteci ve sığınmacı hakları gibi alanlarda Birleşmiş Milletler kurumları ve programlarına olduğu kadar düşünce kuruluşları, akademi ve STK’lara bağımsız danışmanlık veren bağımsız bir uzman.
Kendisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine ülkemize geldi.
Ayrıca, Türkiye’nin kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetin önlenmesi ve mücadele konularında yasal, kurumsal ve siyasi çerçevelere yönelik verdiği uluslararası taahhütlerin uygulanışını da gözden geçirdi. Birçok bakanlık yetkilisi ve sivil toplum kuruluşuyla farklı illerde bir araya geldi.
Alsalem, Haziran 2023'te BM İnsan Hakları Konseyi'ne bu konuda bir rapor sunacak.
Buna rağmen, insanın yaşama ve düşünme enerjisini sömüren kaotik gündemimizde ne yazık ki bu ziyarete ve ziyarete dair ön bulgular ve tavsiyelerin yer aldığı rapor metnine yeterince önem verilmedi.
Oysa temmuz ayında erkekler 32 kadını daha katletti. Geçtiğimiz yıl ise 300’ün üzerinde kadın öldürüldü.
Her ay ortalama 20-25 kadın öldürülüyor bu ülkede… Yaklaşık o kadarı da “şüpheli” şekilde yaşamını yitiriyor. Ya balkondan düşüyor, ya karşıdan karşıya geçerken araba çarpıyor.
Sebepler muhtelif: Kadının boşanmak istemesi. Kadının çalışmak istemesi. Kadının özgürlük talep etmesi. Kadının sosyal medya hesabı açması. Kadının ruj sürmesi. Kadının kendi giyim kuşamına kendisinin karar vermek istemesi. Kadının kaynana baskısından bunalması. Liste uzayıp gidiyor. Büyük bir yaratıcılık gösteren erkek failler, kadının onlardan habersiz nefes almasını bile bu listeye bir sebep olarak ekleyebiliyorlar.
İşleneceğini Herkesin Bildiği Cinayetlerin Öyküsü veya Kırmızı Pazartesi’ler bir türlü bitmiyor.
Bu açıdan, 2008-2021 yılları arasında 3 bin 750 kadının katledildiği, buna rağmen “kadınların anayasası” kabul edilen İstanbul Sözleşmesi’nden tüm aksi yönde çağrılara rağmen ivedi bir kararla çıkıldığı Türkiye’de, Birleşmiş Milletler’in üst düzey bir yetkilisinin tespitleri, bir dış göz olarak, bizi dışarıdan gözlemleyip iş birliği yapmak isteyen biri olması açısından son derece önemli.
Hani Amerikalı şair Maya Angelou der ya, “Birisinin bulutlarının gökkuşağı da siz olun”. Alsalem, o gökkuşağını kurmada Birleşmiş Milletler’in istek, irade ve iş birliği önerisini getirdi. İstanbul Sözleşmesi’nin kadınların elindeki en önemli stratejik araç olduğunu, bu karardan geç de olsa dönülmesi gerektiğini anımsattı.
"Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni sözleşmeden çekilme kararını yeniden değerlendirmeye ve sözleşmeyi tanıyan ülkeler arasına tekrar katılmaya teşvik ediyorum" diyen Alsalem, bu önemli raporunda, her şeyden önce İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmenin kabul edilemezliğini vurguluyor.
Bu sözler, Danıştay’ın İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ilişkin yürütmeyi durdurma isteminin reddine dair verdiği son kararın hepimizde yarattığı hüznün üzerine eklemleniyor. Çünkü tam da Danıştay kararının açıklandığı hafta Türkiye’de bulunan Raportör, bu üzücü karara tanıklık etmiş oldu.
Alsalem’e göre, İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin kimliği, hedefleri ve bölgesi ve ötesindeki rolü ve duruşuyla yakından bağlantılı.
Alsalem raporunda, kadınların şiddet karşısında korunmasına yönelik önleyici mekanizmaların eksikliğini yüzümüze çarpıyor. Ve var olan yasaları uygulamadan kaynaklanan eksiklik ile kadın cinayet ve şiddet sayısının yoğunluğu devam ederken Sözleşme’den çekilmenin “sorunlu” olduğuna dikkat çekiyor.
Alsalem’in bir diğer eleştiri noktası da, kadın cinayetlerine dair verilerin yeterince kapsayıcı olmaması ve sistematik olarak toplanmaması. Zira bir şeyi önlemenin ilk adımlarından biri, duruma dair etkin ve doğru bilgi toplamak ve o veriler ışığında ön-alıcı eyleme geçmek.
Kadının insan hakları konusunda uzun yıllardır sahada mücadele veren hak savunucularının ve bu ziyaretinde Alsalem’in vurguladığı gibi; kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda ülkemizde yeterli bir yasal çerçeve var. Örneğin, cinsel şiddet suçunda güç kullanım şartı aranmıyor. Evlilik-içi tecavüz, uzun mücadeleler sonunda bir suç olarak tanımlandı. Son beş yıldır kadına karşı şiddetle mücadele konusunda dört tane eylem planı kabul ettik.
Ancak şiddet suçuna ilişkin cezasızlık algısı henüz kırılabilmiş değil. Toplumsal normlar, kodlar, erkeği önceleyen davranış kalıpları, “kocandır döver de, söver de”, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi çağdışı yaklaşımlar, yasaları sahada geri plana itiyor.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’de Deniz Özarslan isimli erkek, boşanma aşamasında olduğu Ezgi Zerkin’i başından silahla vurarak katlettikten sonra Zerkin’in canı yanan annesi, bağırarak, isyan ederek, içi yanarak, kızının göz göre göre katledilişini, görev ihmalini, var olan yasaların uygulanmadığını kızının hayatını kaybettiğini öğrendiği hastanenin önünde haykırdı bizlere: “Savcılıkta suç duyurum var. Karakolda suç duyurum var. Çankaya’daki aile içi şiddette suç duyurum var. Uzaklaştırmamı aldım. Bu adam bir alt sokağımda geziyor. “Görevli ne diyor biliyor musunuz? ‘Benim görevim bu. Ben buraya gelebilirim. O senin kapından içeri girerse o zaman müdahale edebilirim. Sen onu burada tut ki ben gelip yakalayayım. Kadınlar tek tek gidiyor. Anaların canları yanıyor. Ocakları sönüyor. Bir kalleşin bir kurşunuyla… Kurşun 24 saniyede beynine girdi kızımın. Adam 24 saniyede kaçtı”.
Daha önceki kadın cinayetlerinde olduğu gibi, Ezgi’nin yaşam hakkının korunmasında da yasalar, İstanbul Sözleşmesi, koruyucu ve önleyici tedbir kararları doğru ve etkin şekilde uygulansaydı, sistematik şiddet ve tehdit suçu karşısında, acılı annenin ve kızının zamanında yaptığı şikayetler ve suç duyuruları karşısında TCK’nın 96.maddesi işletilseydi, etkin soruşturma ve kovuşturma yapılsaydı bu cinayet pekâlâ önlenebilirdi… Aynı tedbirsizliklerle 16 yaşındaki Beyza Doğan daha önce kendisini 5 kere kaçıran, 35 kere şikayet edilen Selim Tekin tarafından öldürüldü.
Türkiye’de kadına şiddet konusunda gerek önleme gerekse koruma mekanizmalarının eksikliği artık akut düzeylere varıyor. Alsalem de bu konuda, “şiddet mağduru olan ya da şiddete maruz kalma riski altında olan kadınların ve kız çocuklarının koruma ve yardım ihtiyaçlarını merkez alan sağlam ve güçlendirilmiş bir ulusal mekanizmanın” yeniden gözden geçirilerek değiştirilmesini tavsiye ediyor.
“İlgili tüm kurumlarda kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti önlemek ve müdahale etmek ile görevli kamu görevlileri ve hizmet sağlayıcıları, görevlerini toplumsal cinsiyet perspektifinden ve hak temelli ve mağduru merkez alan bir tutumla nasıl yerine getirmeleri gerektiğine dair eğitim almalıdır” diyor.
Kadınlar açısından hak söylemi değişen, dönüşen, olgunlaşan, çağdaş dünyanın gerekliliklerine göre yeniden biçimlenen ama özünde kadının can güvenliğini koruyup ona insanca bir yaşam standardı sunmayı hedefleyen bir söylem...
Kadınların sırf birer mağdur olarak mimlenmemesini, gördükleri şiddet nedeniyle mağdurlaştıklarının fark edilmesini ve bu açıdan da onlara kâğıt üzerindeki haklarının somut temelde verilmesi, öğretilmesi ve güçlendirilmesini önceleyen bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Yoksa “kadına şiddete sıfır tolerans” gibi cümlelerle geçiştirilemeyecek kadar akut bir krizle karşı karşıyayız.
Medeni dünya, eşit yurttaşlığın tüm bileşenlerini hayata geçirirken, doğum izninin anne-baba arasında nasıl daha hakkaniyetli şekilde paylaştırılması gerektiği üzerine kafa yorarken, bizde neredeyse birkaç yüzyıl geriden gelirmişçesine bir “cinskırımından” söz ediliyor.
Hem de kadının insan haklarının savunulmasında yüz yılı aşkın bir geçmişin üzerine kurulu olmamıza, Atatürk’ün kadının eşit yurttaşlığına çağının çok ötesinde verdiği önem ve önceliğin üzerine yükselen köklü bir cumhuriyet mirasına rağmen….
Görüşlerinden ve öngörülerinden çok fazla faydalandığım psikoterapist – psikiyatrist Dr. Agah Aydın’ın bu açıdan çok değerli bir tespiti var: Şiddet sadece fail tarafından işlenmiyor; buna tanık olan kişiler bu eyleme onay verdiği için işleniyor. Katil her zaman sırtını bir yere yaslıyor.
Dolayısıyla, şiddette failin yanı sıra bu eylemin tüm süreçlerine tanıklık edip susanların, gerekli önleme tedbirlerini almayanların, mağdur “kırmızı ruj sürdü” veya “eteği kısa” diye faile haksız tahrik indirimi verenlerin de suskun ve kötücül tanıklıkları etkili.
Bir insana yapılacak en büyük şiddet, onun insan olmadan kaynaklı taleplerini görmemektir.
Hak arayışı salt mahkeme salonlarında, anayasa sayfalarında, savcı mütalaalarında değildir, hak aynı zamanda olağan hayatımızın tüm sosyal gerçekliklerine de içkindir.
Alsalem’in de raporunda belirttiği gibi; “Kanunda kadın cinayetlerine ilişkin hükümler mevcutsa da eldeki veriler, koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının etkili bir şekilde uygulanmadığını göstermektedir. İçişleri Bakanlığı’nın, kadınlara karşı şiddet konusundaki TBMM komisyonuna sunduğu rakamlar, 2016 ve 2021 yılları arasında kadınların öldürüldüğü vakaların yüzde 8,5’inde, kadının öldürüldüğü zaman aslında koruyucu ya da önleyici tedbir kararı altında olduğunu göstermektedir.”
Çünkü kadına yönelik şiddet, “aile içinde” kalması gereken “mahrem” bir alan olarak görülüyor. Bu konudaki ataleti, bu şekilde meşrulaştırmaya, “mahreme karışmayarak” üzerindeki kritik sorumluluğu bertaraf etmeye çalışıyorlar.
Oysa aynı kadınlar dışarıdan gelebilecek “tehditler” karsısında kendilerini güvende hissetmeleri beklenen özel alanlarında şiddetin âlâsını yaşayıp tam da bu “mahrem” alanda katlediliyorlar.
Bu anlayış devam ettikçe, örneğin çocukluğunda “kısa etek giyen kadınlar ahlaksızdır” söylemiyle büyüyen bir kolluk kuvveti mensubu “namus cinayeti” kisvesi altında eşini öldürme riski olan erkeğe karşı yasaları uygulamada çekimser kalabilir. Çünkü içinde yoğrulduğu toplumsal kodlar, kadına yönelik şiddetin ve cinayete doğru giden halkaların göz ardı edilmesine ve önleyici tedbir mekanizmalarının işletilmesi için öne sürülen iddiaların kabul edilmemesine, şikayetleri özenli bir şekilde araştırmamasına yol açabilir.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının verdiği görece rahatlık ortamı da yasaları keyfi uygulayanlar için bir konfor alanı yaratacak.
Ancak, ne mutlu ki kadın hareketimiz, hak savunuculuğumuz günbegün daha da güçleniyor. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün o güçlü ifadeleriyle; “Bildiğimiz bir şey varsa o da bu ülkenin kadınları öyle kolay pes etmez. Hukuki olarak yola devam ederken sahada mücadeleye devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi'nin önleme politikalarını sürdürmek için yerel yönetimlerle iş birliklerimize ve özel sektörle zihniyet değişimi çalışmalarımıza hız kesmeden devam edeceğiz. Çünkü biz biliyoruz ki mücadele kazandırır. Biz kadınlar, İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz.”
Peki suç kimde?
Ekonomik özgürlüğünü elde etmek, kendini var etmek için çalışan bir kadına iş yerinde yapılan saldırı sonucu kendisinin katledilmesine giden süreçte bunu normal kabul edenler, hoş görenler, patriyarkal sistemin sözümona ahlaki kodlarını kadın canından üstün tutanlar, şiddetin bir insanlık suçu olduğunu ısrarla görmezden gelenler, kadın cinayetine giden yolda tüm risk ve tehlikeleri sümenaltı edip ancak katil kapıya dayandığında sizi acil yardım hatlarına yönlendirenler, haklarımızı bize anlatmayanlar, riski görmezden gelmek için harcadıkları çabayı uzaklaştırma kararı verilen erkeği takip etmek için kullanmayanlar, bilgi kaynaklarımızı ellerimizden alanlar, komşular, iş arkadaşları, devlet kurumları…
Herkes suçlu. “Öldürülen benim kızım değil ki” diyor belki de içten içe…
Herkes tanık. Herkes bakıyor, ama hepsi görmüyor.
Özdemir Asaf’ın o kısa şiiri aklıma geliyor: “Kime sorsan / Evinde bir oda eksik.”
Ama Türkiye’de kaç kadına sorarsak soralım, kanatlarından birisi eksik, diğeri kırık; kendilerine ait odalarda huzur eksik, göz göre göre gelen ölümler karşısında önalıcı tedbirler eksik.
Eksiğiz, eksiliyoruz…