Althusser’i hatırlamak: Makbul vatandaşın imali

İletişim aygıtı günlük şovenist dozlar; kültürel aygıt, spor, sanat estetikte yozlaştırıcı değerler; dinî aygıt ölüm, evlilik ve doğum gibi varoluşa dair kabul edilebilir normlar işleyerek çalışıyor.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Dil, anlamı aktarmaya yarayan bir iletişim aracından fazla olarak gerçekliğin oluşturucusudur. Örneğin “aşk”ın, “doğru”nun, “eşitlik”in ne olduğunu belirleyen söylem tarzıdır. Kanunlar veya toplum söz konusu olduğunda; bazı duygular aşk, bazıları sapıklık sayılır; bazı bilgi paylaşımları açıklama, bazıları dezenformasyondur. Eşitlik gibi bir kavram bile Orwell’ın ironik ifadesiyle domuzların diğer hayvanlardan daha fazla sahip oldukları bir şey olabilir. Bu durum, kullanılan dil aracılığıyla anlamın farklı biçimlerde üretiminin imkânını görünür kılar. Çünkü şeyleri dil kullanımıyla birbirinden ayırır, sınıflandırır ve anlamlandırırız. Bu yüzden nesneleri kim adlandırıyorsa “gerçekliği” üreten de odur.

Oğuz Atay Tutunamayanlar’da şöyle yazmıştı: “‘Önce kelime vardı’ diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil.” Sözün varoluşa önceliği birçok metinde işlenmiş bir meseledir. “Dil sadece anlamı aktarmaz, onu oluşturur” denilirken de kastedilen budur. Kadın çalışmalarına aşina olanların karşılaştığı bir husus, toplumsal cinsiyet rollerinin ailede kullanılan dil yoluyla üretildiğidir. Gelişim psikolojisi içerisinde de çocuğun özdeğeri hakkındaki yargısını kendisiyle ilgili kullanılan ifadelerle oluşturduğu bilinir. Yetişkinleri muhatap alan siyasetin gündelik hayata temasında da “Dilin kitleleri belirleyici gücü aynıdır" denilse abartılmış olmaz. Çünkü “zam” yerine “fiyat güncellenmesi” ifadesinin kullanımındaki gibi olgu ve olayları adlandıran gerçekliği de üretmiş olmaktadır. Ailedeki iktidar yapısı siyasettekinden farklı işlemediği için çocuğun kendini tanımlamasındaki belirleyici güç, bir topluluğun kendini tanımlamasındaki belirleyici güçle koşuttur: Bir “millet”, bir “halk”, bir “sınıf”, “mücahitler”, “dava adamları” siyasî söylemin tornasından çıkan “hayalî cemaatler”den başka nedir ki? “İktidar dili” denilen bir söylem tarzı içerisinde toplumsal farklılıkların altı sürekli çizilerek insanlar tanımlanıp sınıflandırılabilir. Böylece karşıtlıklar üzerinden muhatap alınan bir kitle var edilir.

Dikkatimiz iktidar diline kesildiğinde bütün büyücülerin müşterek patronu olan devleti oralarda bir yerlerde görmek zor değil elbette. Bunun herkesçe bilinen bir örneği, Musa ile Firavun meselinde yer bulur. Anlatıya göre Firavun, gerçekle sahteyi birbirine karıştırmak için Musa’nın karşısına büyücülerle çıkar. Tıpkı bugünün iktidar medyasının, kültür ajanlarının, yorumcularının yaptığı gibi büyücüler de gerçeği eğip bükerek insanları bir şeylere ikna ederler. Firavun onları kullanarak köleleştirdiği insanlara kendini tanrı olarak sunar. Oysa gerçek, iktidarının sadece bir illüzyondan ibaret olduğudur. Çünkü sahiplendiği devlet esasen o topluluğun organize gücünden ibarettir. Ordusu, topluluğun bireylerinden müteşekkildir; ekonomisi, sömürü ve vergilerden, iktidarı toplumsal kabullenişten fazlası değildir. Ancak sözün büyüsüyle bir piramit inşa edilmiş ve kurgulanan hukukla kelimeler altta kalanın canını çıkaracak somut gerçekliğe dönüştürülmüştür.

Althusser bu dönüşümün nasıl gerçekleştirildiğini anlamamıza yardımcı olabilecek bir filozof. Kelimelerle yapılandırılan bilincin toplumsal dünyayla ilişkisi, yani “ideoloji” hakkında yazmıştır. “İdeoloji”, gerçekliği anlamlandırmamızı sağlayan fikirler bütünüdür. Ancak fikirleri salt soyut düşünceler olarak değil; toplumsal pratikler, yapıp-etmeler aracılığıyla içselleştirdiğimiz kabuller olarak görür. Althusser’e göre ideoloji, bireylerin içine doğdukları toplumsal yapının pratiklerine gömülüdür. Yani din, aile, eğitim, hukuk veya ekonomi kurumu içinde normalleşmiş uygulamalarda karşılaşılır onunla. Kadının ev ahalisine hizmet etme yükümlülüğü ve dolayısıyla erkeğin üstünlüğü fikri, aile ortamının olağan pratiklerinin zihne işlediği bir ideolojidir örneğin. Kadınlık rolü, kadının görevi olarak ortaya konan işleri yapmasıyla belirlenmiştir. Kimse kendisine bundan söz etmese de kadın yaşayarak içselleştirdiği bu norma göre davranır. Şayet bir bilinç değişikliği yaşamazsa, erkeğin kadından üstün olduğu inancı içinde yaşamını sürdürür.

Bu tür fikirler, özneler tarafından kendilerine ait olarak anlaşıldıkları sürece toplumsal, siyasî veya bireysel meseleleri okumak için bir araç hâline gelirler. Dünyayı görme biçimimizi kodlayarak meseleleri anlamak için kafa yorma, sorgulama ihtiyacı da bırakmaz. Birey dünyasını ideoloji içinde inşa eder; “biz” etiketiyle kodlanan “hayalî cemaat”inde ve hayalî ilişkilerde oynaması gereken rolleri edinir. Böylece üzerine giydirilmiş bir “kimlik”le yaşar. Kim olduğumuz sorusunun cevabı, “biz”in parçasıdır nihayetinde. “Biz” kodu, tıpkı piramit gibi iktidar sahiplerince inşa edildiğinden ailede, okulda, iş yerinde, sendikada, partide vs. toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi önem arz eder.

Althusser bunu, “Üretimin koşulu, üretim koşullarının yeniden-üretimidir” diye özetler. Bir kadının, köylünün, ücretlinin ya da göçmenin toplumsal ilişkilerin devamlılığı için, içselleştirdiği fikirlerinin devamlılığı sağlanmalıdır. Kişiler kapitalist ilişkileri bir sömürü biçimi olarak değil, doğal veya vazgeçilmez olarak görmelidirler. İdeoloji pratikte görünen bu gerçekliği söylem alanında kurmaya yarar. Dil bir inşa aracı olarak burada devreye girer. Bu yüzden Althusser yeniden üretimin, kurulu düzenin “söz ile” yeniden üretimi olduğunu vurgular. Bu açıdan eğitim kurumu iktidara boyun eğmeyi öğreten, ideolojinin pratik edildiği bir disiplin kurumudur. Dolayısıyla okul, özgür öznelerin (öğrenci, öğretmen ve velinin) bir organizasyonu olmaktan çok, düzeni sürdürmenin aracı olan devletin hükmetme pratiğidir. -Tıpkı hukukun, mahkemelerin, hapishanenin, polisin ve ordunun olduğu gibi.

Bireylerin bu yapılarla kurduğu ilişki “makbul vatandaş”ın imal edildiği ortam hakkında da fikir vericidir. Nedir makbul vatandaş? Devletin olmasını istediği vatandaş… İktidarın bireylerden talebi; müesses nizamı koruyan, piramidin yüceliğine boyun eğen, hatta ona sahip çıkan kişiler olunmasıdır. Kısacası düzene saygılı vatandaş, makbul vatandaştır. Öyleyse iktidar için makbul vatandaş; sömürü sisteminin kendisine yüklediği rolleri içselleştirmiş ve düzen karşısında el pençe divan duran insandır.

Adalet ayaklar altına alınmış, hukuk zulmün aracı kılınmış, insanlar zorbaca bir ekonomik sömürü tezgahında ezilmiş; doğal kaynaklar, dereler, sahiller, ormanlar ve gökyüzü yağma edilmiş, yanı başımızdaki soykırım açık açık desteklenmiş; yaşam alanı olması gerekirken insana, hayvana ve yeşile nefes aldırmaz şehirler inşa edilmiş… Tüm bunları organize etmesi umulan siyaset kurumu; gerçek sorunlara çözüm aramak yerine imal ettiği “hayalî cematler”i, hayalî ilişkilerin kavgasına, “büyük resim”deki Donkişotvari taraftarlığa hapsetmiş…

Makbul vatandaşımız tüm olan bitenlere karşı destekleyici, hatta bundan daha kötüsü hepsine ilgisizdir. Dine dayandırılan vicdan ve hak anlayışını siyasî söylemin merkezine yerleştirmiş insanlar, bugün toplumun üstüne karabasan gibi çöken baskıcı bir tiran hukukunun destekçileridir. Bir oldu bitti ile on binlerce insanın hayatı hukuk aracılığıyla mahvedilmişken adeta intikam çığlıklarıyla iktidara eşlik etmekte bir beis görmüyorlar. Ne uğruna? Sınırları kendilerince belirlenmemiş bir “biz” uğruna. Bunlar belki soyut ve yoruma açık görülebilir elbette. Ancak yaşanan ekonomik gerçeklik çok da yoruma açık bir fotoğraf sunmaz: İşsizlik, satın alma gücü kaybı, çocukların temel beslenme ihtiyaçlarının karşılanamaması, konut edinmenin neredeyse imkânsızlaştırılması, emekliliğin ümit dolu bir beklenti olmaktan çıkarılıp hayat hikâyelerinin son kâbus sekansına dönüştürülmesi… Tüm bunlar makbul vatandaşça mevcut siyasetin sonucu olarak görülmüyor. Görülen nedir? İdeolojinin içselleştirildiği bir resim sadece: Beka meselesi, alternatifsizlik, dış güçlerin oyunu vesaire.

İdeoloji pratikte daima işliyor çünkü. Aile kurumunda hizmet edenler-hizmet edilenler ikiliği, kurumsallaşmış din vasıtasıyla padişah ve kulları ikiliği, yapılandırılmış ahlâk vasıtasıyla bireysel ve kamusal hayatlar ikiliği… Hepsi, makbul vatandaşın sağduyusunu oluşturan rolleri meşrulaştırdığı için Bülent Ortaçgil’in şarkısındaki gibi “her şey gayet normal” işliyor. Bu “normal”i oluşturan normlar, gündelik yaşamda sürekli pratik ediliyor. Başka bir ifadeyle iktidar baskı yoluyla değil, ideolojik aygıtlarla bu süreci biçimlendiriyor. Siyasî aygıt, bireyleri, iktidarın söylemine uydurmak için ideolojik aygıtları kullanıyor: Mesela iletişim aygıtı günlük şovenist dozlar enjekte ederek; kültürel aygıt, spor, sanat ve estetikte yozlaştırıcı değerleri yükleyerek; dinî aygıt ölüm, evlilik ve doğum gibi varoluşa dair kabul edilebilir normları işleyerek çalışıyor. Böylece makbul vatandaşın imali, düzenin sürdürülebilmesinin koşulu olarak gündelik pratikler içinde sürekli yineleniyor.

Tekrar Oğuz Atay’ın yazdıklarına dönersek başlangıçta her ne kadar kelime vardırsa da kelimelerden önce de sonra da “yalnızlık” vardır. Yani insanın hayat muhasebesini kendi başına yapmak zorunda kaldığı soyutlanmışlık olarak yalnızlık. Bu yalnızlıkta “biz” ile ilgili her şey sadece birer kelimedir. Kant, başkasının kılavuzluğundan vazgeçmeyi salık vererek “Aklını kullanma cesaretini göster!” diyordu. Belki de böyle bir dönemde kendi gerçekliğimizle yüzleşmek ve “hayalî cemaatler” içerisinde maruz kaldığımız yönlendirmelerden kurtulup olanı biteni bu cesaretle anlamlandırmak gerekmektedir. Kim için? İşin aslı sahici bir “biz” için. Yani bu yaşamı paylaşma iradesine sahip; haklının hakkını, kısa çöpün uzun çöpten payını almasından yana olan; “biz”i değil, adaleti yücelten bir toplum için…

*Dr.