YAZARLAR

Altın Kelebek'te 'şampuan'a dönüşen popüler kültür

Altın Kelebek örneğinde yaşanan kriz, varlığını toplumu kırılmaya, ayrışmaya mahkûm ederek ve hamasetle sürdüren bir anlayışın popüler kültür alanında da top çevirmeye çalışmasının sonucu. Üstelik bu anlayışın, bunda pek de başarılı olmadığının belki de en iyi örneklerinden biri. Halkın zevklerinin, sanatın niteliğinin, değerinin yegâne belirleyicisi olduğuna dair popülist anlayış ise zaten sorunlu.

Kültür-sanat alanında dağıtılan, verilen ödüller her zaman tartışmalara açık bir mesele olmuştur. Hele de bu ödüller popüler kültürün aktörlerine ve ürünlerine verilen cinstense orada bu renkli dünyanın olmazsa olmazı dedikodular, rekabet, “en çok beni seviyorlar, en çok beni” hezeyanları, takılan çelmeler, “laf sokarak” atılan salvolar eksik olmaz.

Batı’da popüler kültür ile haberciliğin ister istemez iç içe geçmeye başladığı 60’lı yıllarda artık iyice peyda olan ve çoğunlukla okurların verdiği oylara göre dağıtılan ödüller, bir yanıyla yeni zamanların “popüler kültür demokrasisi”ni temsil ediyordu aslında. Seçkinci sanatın karşısına basitleştirilmiş, kolay anlaşılabilir olmanın getirdiği kitlesellikle dikilen popüler kültürün, sonraki zamanların neye benzeyeceğine dair işaretler veren bir çeşit başkaldırısıydı “halk ödülleri”. Örneğin müziğin, konuya akademik bir yerden yaklaşan müzikologlar, duayenler, müzik eleştirmenleri tarafından değil bizzat dinleyenler tarafından ödüllendirilmesi, teorik olarak gayet makul ve hakkaniyetli gibi duyuluyor. Aynı şey filmler, televizyon dizileri ve programları gibi diğer ürünler için de geçerli. Hangi şarkıcının, hangi şarkının, hangi oyuncunun, hangi televizyon dizisinin “en iyi” olduğuna kendisinin –ilk kez- karar vereceğine inanan yurttaş, tıpkı yeni popülist siyasetin kendisine vaat ettiği gibi yıllardır süren elit vesayeti de yerle bir ettiğine inanıyordu belki heyecanla oy verirken. Değil mi ki zaten çoktan başbakanlar akademisyenlere “kara cüppeliler” demeye başlamış, neo-liberal politikalar bilginin yerini hıza ve kurnazlığa bağışlamış, başarının kıstası istikrar, deneyim, birikim olmaktan çıkıp görünür olmak ve daha çok para kazanmak haline gelmişti. Siyasetin kaldıracıyla değişen toplumsal değerlerin kültür ve sanat alanındaki yansıması tabii ki halkın zevklerinin tartışılamaz ve baskın olmasıydı. İşte “halk ödülleri”, tam olarak bunu yapıyordu.

Türkiye’de sanat eliti ile halk arasındaki bu kökleri Anadolu’nun bağrında aranması gereken çekişmeden pekâlâ halk galip çıkmış gibi görünse de popüler kültürün özündeki başka bir seçkincilik saman altından suyunu yürütüyordu. Sanatın, sinema, müzik gibi prodüksiyon maliyetleri yüksek popüler alanlarında bir çeşit eşik-tutucular klanı hâkim olmayı sürdürüyor, neyin ve kimin beğenileceğine aslında onlar karar veriyordu. Trendleri ve estetiği belirleyen, sepetten elma seçer gibi “star” seçen, eserleri ve isimleri birer projeye çevirmeyi özellikle Amerika’nın başarılı örnekleri yoluyla öğrenmiş olan büyük paydaşlar, bu işe yatırdıkları büyük meblağları sokaktaki insanın vereceği oyla riske atamazdı. “Sektörü tanıyanlar”, Altın Kelebek gibi daha nice ödülün, aslında perdenin ardındakilerce poker masalarında verilen kararla dağıtıldığını bilir ancak bu konu geniş kitlelere açıklanmasının sektöre darbe vuracağı bir sır olarak saklanırdı. Herhalde, “Elimde çok iyi bir genç var, bu yıl onu parlatacağız” diye başlayan sohbetlerin yıllık serüvenleri; şaşalı ödül törenlerinde serilen kırmızı halılarda, bir oy verebilmek için pulunu alıp postaneye gitmesi gereken yurttaşın dolmuş yolculuğunda sürerdi.

Bu noktada kültürel demokrasi diyebileceğimiz durum, sektörel beklentiler ile halk zevkinin uyuştuğu yerlerde ortaya çıkan oydaşmada belirirdi. Kuralların popüler kültürün arz ve talep borsasında, yani yoldayken yazıldığı bu oyunda, halkın enteresan seçimleri maddi bir karşılığı olacağı beklentisiyle dikkate alınır, dolayısıyla popüler kültürün karar vericileri ile halkın zevkleri bir noktada buluşur ve ortalığa zevkten doğan parıltılar saçılırdı. Gerçekten de örneğin Yılmaz Güney gibi “halkın kararı” olmadan yıldız olması (fiziksel özellikleri, kökeni, duruşu itibariyle) çok zor görünen isimler, işte bu oydaşmanın sağladığı koşullarda kariyerlerine başlayıp birer efsaneye dönüşebildi. Böyle bakınca, yukarıda ettiğimiz “popüler kültür demokrasisi” lafının olumlu sonuçlar da doğurmuş olduğunu görmek mümkün.

‘HALKIN SANATÇILARI’?

Halk ödülleri, bu ortamda birer elmas madeniydi. Hem sektör zaten yapmak istediğini yapıyor, hem bunu yaparken aslında halkın istediğini yapmış olarak seçimlerine bir meşruiyet kazandırıyor, hem de gazeteler, dergiler bu vesileyle tirajlarına tiraj katıyordu. Mecmualar, bir yandan popüler kültürün söz sahiplerine dönüşüp diğer yandan bu ödülleri parıltılı birer “olay”a çevirerek reklamlarını da yapıyordu.

Böyle bir kazan-kazan projesi olarak 1972’de Hürriyet gazetesi tarafından verilmeye başlanan Altın Kelebek Ödülleri, yıllarca ilgili alanlarda verilen en prestijli ödüllerden oldu. Bunun en büyük nedeni okurların oy vererek seçim yapması, zaten izleyerek, dinleyerek, hayran olarak o yılın kazananı haline getirdiği işleri ve isimleri bir de bu şekilde taçlandırmasıydı. Sanatçılar da durumdan memnundu. Hürriyet’in kadim magazin eki Kelebek’in, halkın oylarıyla dağıttığı ödülü almak, halk tarafından sahip çıkılmak, zamanın (nedense) çok sevilen tabiriyle halkın sanatçısı olmak anlamına geliyordu. Hürriyet, Doğan Medya’nın basın tekelinin bir parçası olduğunda da durum değişmedi. Bir şekilde o denge tutturulmuş, alanın ve satanın razı olduğu sistem son yıllara kadar, hatta giderek daha ışıltılı bir şekilde sürdürülebilmişti.

Türkiye’de medya ile iktidar arasındaki ilişkinin son on – on beş yılında yaşananlar popüler kültüre de yansıdı. Hükümet ile organik bağları olan “yandaş” holdinglere devlet eliyle sattırılan gazeteler ve televizyon kanalları, iktidar alkışlayıcı olma görevlerini tarihte eşine az rastlanır biçimde yaparken aynı zamanda popüler ürünlerin de mecrası olan medyada “iyi” ve “kötü”nün kriterleri de sanatçıların durdukları yerlere göre belirlenmeye başladı. Gezi, bu anlamda büyük bir kırılma noktasıdır zannımca ancak bu da başka bir yazının konusu olsun.

Altın Kelebek Ödülleri ile ilgili son dönemdeki ilk tartışma sanıyorum ödüllere bir şampuan markasının sponsor olmasıyla yaşandı. Şampuanın markası ödülün önüne geçmekle kalmadı, ödüllerle, adaylarla, ödül gecesiyle ilgili tüm haberlerde bu şampuan markasını sanatçı isimlerinden çok görür olduk. Derken 2019’da haber bülteni sunucuları Fatih Portakal ve Didem Arslan Yılmaz, “sonuçların önceden belli olduğu”nu iddia ederek aday gösterildikleri ödüllerden çekildiler. Aynı yıl İrfan Değirmenci de, jürinin taraf tuttuğunu söyleyerek adaylıktan çekildiğini açıkladı. Geçtiğimiz yıl ise büyük bir “çekilme” dalgası yaşandı. Ceylan Ertem, Güvenç Dağüstün, programcı Candaş Tolga Işık, Redd grubunun solisti Doğan Duru, İsmail Tunçbilek, Sabahat Akkiraz gibi isimler art arda sosyal medya hesaplarından adaylıktan çekildiklerini açıkladılar. Bu isimlerin bazıları gerekçe olarak, malum ödülün ve temsil ettiklerinin “hayat görüşlerine ve duruşlarına ters” olduğunu gösterdi. Bunun açıkça, Hürriyet gazetesinin artık Demirören Grubu’nun iktidar partisi broşürü gibi görünen bir organına dönüşmüş olmasından kaynaklandığı görülebiliyordu. Tabii giderek belirginleşen, sanatçılar tarafından artık açıkça dile getirilmeye başlanan bir politik kırılmaya da işaret ediyordu bu çekilme kararları ve ilanları.

POPÜLER KÜLTÜRDE KIRILMA MI?

Bu yıl şimdiye kadar deneyimli oyuncu Işıl Yücesoy, oyuncular Vahide Perçin, Özlem Türkad, programcı Armağan Çağlayan, gazeteci ve yazar Aslı Şafak, rapçi Şanışer, şarkıcılar Işın Karaca, Yeşim Salkım ve son olarak Tan Taşçı adaylıktan çekildiklerini açıkladılar. Sanatçıların çoğu seçimlerin adaletli bir şekilde yapılmadığına inandıklarını söylüyor. Yaz aylarında 'Zor İşimiz Zor' adlı teklisiyle oldukça protest mesajlar veren Tan Taşçı ise “Aday gösterilmiş olduğum Altın Kelebek Ödülleri'nden gerek dünya görüşüm, gerekse hiçbir ödül törenini yeterince bağımsız ve etik bulmamam sebebi ile çekildiğimi bildirmek isterim” açıklaması yaparken Şanışer, “Oy falan atmayın lütfen, ne işim olur benim televizyonda ödül almakla?” paylaşımı yaptı.

Öte yandan bu tür konuları “durduğu yer”i göstermek için vesileye çevirmekten ve iktidar ile medyasına mesaj vermekten çekinmeyen kimi isimler, adaylıktan çekilen isimleri eleştirmeye başladı.

Örneğin bir şarkıcı adaylıktan çekilenleri sosyal medya hesabından eleştirmesinin hemen ardından (mesajın alınması gereken yere gittiğinin bir göstergesi olarak) A Haber kanalında canlı yayına davet edildiğini açıkladı.

Anlaşılan o ki 1972’den beri iyi-kötü bir karşılığı olan Altın Kelebek Ödülleri’nin sözde prestiji artık iyice yerlerde sürünüyor. Bunda hem ödüllerin Doğan Holding döneminde şampuan markasına tevdi edilmesi hem de Demirören döneminde Hürriyet gazetesinin, her ne kadar geçmişte de iktidarlarla arası iyi olsa da bu kez gemi azıya almış biçimde mevcut iktidar partisiyle ilişkisi etkili oldu.

Ben yaşanan bu krizleri yalnızca politik kırılmalara yahut medya sahipliğine dair tartışmalara bağlamakta zorlanıyorum. Sosyal medya çağında, üstelik her popüler kültür ürününün ne kadar izlendiğini, dinlendiğini dijital olarak gerçek zamanlı görebildiğimiz bir dönemde kültür-sanat alanındaki “halkoyu” geleneğinin yaşadığı bir bunalım bu örnekte de ortaya çıkan. Beğenilerin dijital dönüşümle birlikte çeşitlenmesi, kültürel cemaatlerin sosyal medya yoluyla kurdukları bağlar, perde arkasındaki eşik-tutucuların rolünün değişmesi gibi nice etken, binlerce, on binlerce “ürün” arasından neyin “en iyi”, “en güzel” olduğuna dair seçim yapılabileceği ve bunların ödüllendirilebileceği paradigmasını da dönüştürüyor. Adı “halk oylaması” olsa da bir kurum tarafından verilen ödüller, popüler kültürün kitlesi açısından pek de bir anlam ifade etmiyor artık. Üstelik sanatçılar da yaptıkları işe verilen tepkiyi yine gerçek zamanlı olarak görüp değerlendirebilecekleri bir dünyada, yüz binlerce, bazen milyonlarca takipçileri varken birkaç bin oyla verilecek ödüllerin artık eskisi kadar anlamlı olmadığını görüyor. Adaylıktan çekilme cesaretini veren biraz da bu farkındalık.

Nitekim Armağan Çağlayan, adaylıktan çekildiğini ilan ettiği sosyal medya paylaşımında tam olarak bunu söylüyordu: “Sosyal medyanın ve YouTube seyircisinin bize verdiği ödülden hiçbir ödülün daha önemli olmadığına karar verdik.”

Başa dönelim. Kültür ve sanat alanındaki ödüller her daim tartışmaları beraberinde getirir. Ancak Altın Kelebek örneğinde yaşanan kriz, varlığını toplumu kırılmaya, ayrışmaya mahkûm ederek ve hamasetle sürdüren bir anlayışın popüler kültür alanında da top çevirmeye çalışmasının sonucu. Üstelik bu anlayışın, bunda pek de başarılı olmadığının belki de en iyi örneklerinden biri.

Halkın zevklerinin, sanatın niteliğinin, değerinin yegâne belirleyicisi olduğuna dair popülist anlayış ise zaten sorunlu.


Mahmut Çınar Kimdir?

Felsefe eğitimini son sınıfta bırakıp gazetecilik okudu. 2007-2016 yılları arasında İstanbul'da özel bir üniversitede Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerinde tam zamanlı öğretim elemanı olarak birçok alanda dersler verdi. 2009'dan başlayarak hem Türkiye'de hem de farklı uluslararası projelerde ayrımcılık ve nefret söylemi ile mücadele çalışmalarında yoğun olarak görev aldı. Hazırladığı 'Medya ve Nefret Söylemi: Kavramlar, Mecralar, Tartışmalar' isimli kitap 2013 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından; proje koordinatörü olduğu 'Ayrımcı Dile Karşı Habercilik Kılavuzu' ise 2016'da P24 tarafından yayımlandı. 2016'da akademik kariyeri sona erdi. 2018’de, usta sanatçı Bülent Ortaçgil ile yaptığı nehir söyleşi ‘Bu Su Hiç Durmaz’ adıyla kitap olarak raflardaki yerini aldı. Uluslararası edebiyat ve sanat festivallerinde danışman ve editör olarak görevler üstlendi. 2017'de profesyonel müzik çalışmalarına başladı, ilk albümü 'Bul Beni' 2019'da Garaj Müzik etiketiyle yayınlandı. 2019'dan 2021 sonuna kadar Ezginin Günlüğü grubunun solistliğini üstlenen Çınar, müzik çalışmalarına solo olarak devam ediyor ve özellikle sanatsal ifade özgürlüğü üzerine çeşitli kültür-sanat projeleri yürütüyor.