YAZARLAR

Altın Portakal Günlükleri 1: Dertli adamlar, anlayışsız kadınlar

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali devam ediyor. Festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında Ümit Köreken imzalı "Bir Umut" ve Atalay Taşdiken yönetmenliğindeki "Hara" filmleri izleyicilerle buluştu.

Antalya Altın Portakal Film Festivali, 59. kez seyirciyle buluştu. Bin bir türlü badireye ve skandal düzeyindeki hadiseye rağmen memleket sinemasının tarihi büyük oranda bu festivalde kuruluyor, yazılıyor. Yalnızca olumlu anlamda değil, olumsuz olarak da. Sinema hep iyiye gitmiyor çünkü, hayli zamandır tepe taklak bu topraklarda.

Festivalin en çok merak edilen bölümü Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması 2 Ekim itibarıyla başladı. İlk günün filmleri “Bir Umut” ve “Hara” hakkında söylenecek çok şey var. Ama pek hayır değil. Türkiye sinemasının ‘ortak’ bir dili, estetiği, has sinemaseverin görünce anlayacağı bir üslubu olmadığı, oluşamadığına dair tartışmalar haylidir devam eder. Ama bu iki film bize kötü anlamda bir dil, estetik ve üslup birliğine doğru gidildiğini gösterdiği için dikkat çekiyor. Türkiye sineması birbirini tekrar eden temalar, sahneler halinde ilerliyor artık.

'BİR UMUT' ARAMAK

Bir önceki filmi “Mavi Bisiklet” ile Berlinale’nin Generation bölümünde yer alan Ümit Köreken’in ikinci filmi “Bir Umut”, memleket sinemasının alametifarikası olan “dertli adam” teması üzerinden inşa ediyor hikâyesini. Tiyatrocu bir çift ile tanışıyoruz. Umut, umut vaat eden bir oyuncu, Asiye ise yönetmendir. İkili bir sabah arabalarında giderken Umut’a telefon gelir. Karakterimiz tabii ki mevzuyu hayat arkadaşına anlatmak yerine gizemlere bürünür. Kadın, haliyle bu gizemi merak eder ve altında bir aile problemi çıkar. Umut, yirmi yıldır görmediği annesiyle yeniden ilişki kurmak zorunda kalmıştır ve bütün bu ergen tavırlarının nedeni budur.

Film hem gösterim sonrası sohbetlerde hem de sosyal medyada sıkça Özcan Alper’in Netflix filmi “Aşıklar Bayramı”na benzetildi. Haksız sayılmaz benzer bir tema, baba-oğul yerine ana-oğul üzerinden inşa ediliyor. Uzatmadan söyleyelim, her iki filmin de sıkıntısı, sorunu erkek evlatlarda değil, ana-babada arıyor olması! Otuzlu yaşlarına gelmiş ve olgunlaşamamış adamların “beni niye sevmedin”den öteye gidemeyen ergen çıkışlarında sinemasal bir derinlik görmek en hafif tabiriyle naif. Madem “Aşıklar Bayramı” gündem oldu, Ümit Köreken oradaki gibi karakterine derinlik, anne-oğul arasındaki gerilime ikna edicilik katamıyor. En basitinden 20 yıl önce yapılmış bir kavgayı tekrar ediyor perdede. Umut’un annesine patladığı sahne, seyirci durumu anlasın diye yazılmış ve çekilmiş belli ki. Ama bu sahne bütün durumu özetliyor bize. Halbuki karakterler duruma hakim zaten. O kavga 20 yıl önce yapılmış, o sözler söylenmiş. Ana-oğul arasındaki gerilimi anlatacak görsel bir yol bulamayınca kolay olanı seçip arabada öfkeli bir kavga ile çözmek bu ülke topraklarında çokça denenmiş bir yol. Açıkçası hayli de kolay, yüzeysel.

Öte yandan bütün hikaye Umut üzerine inşa edildiği için, kendi tabiriyle onu zor koşullarda yalnız bırakmayan, hayatına yeni bir yön vermesini sağlayan Asiye de formaliteden öteye gidemiyor. Formaliteden kastım, Asiye’nin bir varlığı Umut’u anlamlı kılmak için, kendi başına bir karaktere dönüşemiyor maalesef. Ümit Köreken, karakterini çok iyi bir insan olarak göstermiyor ama kıyamıyor da ona. Umut her şeyi berbat ediyor sonunda ama onu anlayalım istiyor sanki. Hak vermesek de anlamaya çalışabilirdik belki ama film, gösterdiğinin ötesinde hiçbir şey sunamıyor maalesef, ne görüyorsak onu anlıyoruz. O yüzden annenin suskunluğu, Umut’un ergen öfkesi tek boyutlu olarak kalıyor ve yeni anlamlar yüklenemiyor.

Bir Umut 

Günün ikinci gizemli adam filmi Atalay Taşdiken’in “Hara”sıydı. Aslında film öyle olmadığını iddia ediyor. Misal, festivalin resmi internet sitesindeki kısa hikâyesinde 13 yaşındaki Beste’nin atlara olan tutkusu ve ailesinin dağılma sürecine dair olduğu ifade ediliyor. Başka bir isim zikredilmiyor bu tanıtımda. Gelgelelim film öyle değil. Tabii ki yine dertli bir adam olan Beste’nin babası Cihan gelip oturuyor merkeze görüntü akmaya başladığında. Yıllardır çalıştığı çiftliğin sahibesi hayatını kaybedince mirasçı Melike koşulları değiştirmeye başlıyor. Atları satmaya karar veriyor borçlar yüzünden. Cihan, eşi Aslı ve kızı Beste yıllardır bu harada yaşıyorlar oysa. Ve Beste’nin Turagay adlı atla özel bir ilişkisi var.

Bu sırada, Cihan hem çiftliği hem atları kurtarmaya çalışıp, Beste’yi de mutlu etmek için saçını süpürge ederken, eşi Aslı ne yapıyor dersiniz? Durmadan söyleniyor. İşine söyleniyor, çiftliğe söyleniyor, Cihan’ın ilgisizliğine söyleniyor ama mütemadiyen söyleniyor. Hal böyle olunca da dertli ve fedakar adama durmadan söylenen bir kadın portresi çıkıyor karşımıza. Üstelik yönetmen, kadın karakterini yalancı da çıkarıyor. Örneğin bir yerde “ben şehre gitmek istediğim için mi yapıyorum bunu?” diyor Aslı ama evi terk edince gidip en lüks sitelerden birinde yaşamaya başlıyor. Bu arada çağının insanı, her şeyi maddiyat olarak gören mirasçı Melike, bir süre sonra insafa gelmeye başlıyor. Evin hizmetlisi Hacer’in sevecenliği, Cihan’ın çabaları, Beste’nin Turagay’a olan sevgisi, çiftlik sahibi merhum teyzesinin günlükleri derken içine bir Hulusi Kentmen kaçıyor ve mutlu son. “Hara”, hoş bir televizyon filmi olarak anılabilir belki ama o kadar maalesef.

Bütün kritik meseleleri masalarda çözmeye dair yerli film geleneği de ulusal sinemamızın özelliklerinden birisi olarak bir kez daha tescil ediliyor burada da. Taşdiken’in senaryosu süreçleri atlıyor hep. Durmadan önemli anlar gösteriyor bize. Boşanmaya karar verme sürecini değil evin terk edilişini, Turagay’ın satılma sürecinde Beste’nin ruh halini değil satılışını, Aslı’nın içinde kopan fırtınaları değil bunun Cihan’a yöneldiği anları önemsiyor. Oysa bir hikâyeyi iyi yapan şeyler hep bu arada atlananlar değil mi? Bu kaçınılmaz bir biçimde televizyon estetiğini çağrıştırıyor. Ki, yakın planda rakı göstermemek de böyle bir tercihin sonucu olmalı!

Hara

İki dertli adamın hikâyesinin anlatıldığı bu filmlere dair söyleyebileceğimiz tek olumlu şey, “çok şükür karakterlerin adı Yusuf değil” olabilir. Malum, bizim sinemamız dertli bütün adamlara Yusuf ismini layık görür!