Altın Portakal günlükleri 1: ‘İki Şafak Arasında’ ve ‘Zuhal’
Altın Portakal’ın ulusal yarışma bölümünün ilk gününde “İki Şafak Arasında” ve “Zuhal” seyirciyle buluştu. “İki Şafak Arasında”, daha en baştan yanlış bir gözden bakmayı tercih ettiği için sorunlu olarak inşa edilmiş. “Zuhal” ise Nihal Yalçın’ın oyunculuğuyla bir kez daha büyüdüğü, kentli bir kadının yalnızlığını yerinde metaforlarla anlatmayı başaran iyi bir ilk film.
58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin en fazla merak edilen bölümü ulusal yarışma gösterimleri, 3 Ekim akşamı başladı. Festivalde ilk olarak Selman Nacar’ın yazıp yönettiği “İki Şafak Arasında” gösterildi. Günün ikinci filmiyse Nazlı Elif Durlu imzalı “Zuhal” oldu.
“İki Şafak Arasında”, doğru bir meseleye yanlış bir gözle bakmaya çalıştığı için sıkıntılarla dolu bir film. Festival kataloğunda filmle ilgili bölümde şöyle bir ifade yer alıyor: “Selman Nacar ilk filminde iyi niyetli, yardımsever bir ana karakter üzerinden sadece sınıf ilişkilerini değil, çelişkiler ve çatışmalar içindeki insan ruhunu da inceliyor ve vicdan duygusunun sınırlarını sorguluyor.” İşte film, bu vaatlerini gerçekleştirmeye çalışırken ‘sınıf ilişkileri’ni baştan yanlış kurduğu için diğerleri de hep yanlış ilerliyor haliyle…
Açıkça ifade edilmese de Uşak’ta geçtiğini anladığımız hikâyede, abisiyle birlikte babadan kalma tekstil fabrikasını işleten Kadir’in bir gününe odaklanıyoruz. Akşam sevdiği kızın ailesiyle tanışmaya gidecek olan Kadir’in hayatı bir anda kabusa dönüyor. Sipariş yetiştirmek için yoğun bir şekilde çalışması gereken fabrikada bir makine bozuluyor. Onu tamir etmek için makinenin içine giren işçi de kaza geçiriyor. İşçinin ailesini haberdar etme, onlarla bir biçimde anlaşma işi de Kadir’e kalıyor. Kadir de içinden çıktığı ailesine, o güne kadar sahip oldukları değerlere dair sorgulamalara girişiyor bu 24 saat içinde…
Filmde Kadir’in ailesinin Ak Parti iktidarının üzerine inşa edildiği “Anadolu kaplanları”nın bir üyesi olduğuna dair ipuçları buluyoruz. Belli ki baba küçük bir atölyeyle başladığı yolculuğunu fabrika ile taçlandırmış, sonra da işi oğullarına devretmiş. Üstelik büyük oğlan alaylı iken küçük oğlan (Kadir) İngilizce falan da biliyor. Yani eğitimli. 183 ülke arasında iş kazaları/cinayetlerinde dördüncü sırada bulunan bir ülkede bu can yakıcı soruna ‘patron’ tarafından bakmak ilgi çekici bir davet kuşkusuz. Bu daveti daha da cazip hale getiren unsurlar da var üstelik; babanın devreye girip kimi bürokratik kanallara müdahale etmeye çalışması, bazı düzenlemeler yapılması, avukatın rahatlığı... Film, bugün artık tamamen keyfi bir biçimde idare edilen iş yaşamı ve hukuk düzenine dair “bakın oralarda bu işler böyle işliyor aslında” diye bir anlatı tutturacakmış gibi giderken her şeyi bir anda Kadir’in vicdanına yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
Öncelikle böylesine ağır bir mevzuyu patronun oğlunun ‘vicdan’ gözünden izlemekle niye ilgilenelim sorusunu bırakalım şuraya. Velev ki, böyle bir gözle görmemiz isteniyor o zaman kameranın Kadir'in karakterine daha mesafeli durması gerekiyor. Yeri gelmişken söyleyelim; Seren Yüce’nin “Çoğunluk”u, benzer bir aile üzerinden ‘muhafazakar’ burjuvaziye bakıyor ve karakterine hiç acımıyordu. Üstelik onu, kendi sınıfsal gerçekliği içinde resmetmekte mahirdi. O yüzden de ülke sinema tarihine geçti. Büyük ihtimalle film ekibi tarafından kaleme alınan katalog yazısında iddia edildiği gibi sınıf ilişkileri iyi ortaya konamadığı için sonrasındaki vicdan ve ahlak adımlarının bir anlamı kalmıyor. Kadir’in o ailede, o toplumsal atmosferde büyümemiş gibi bir anda aydınlanmasının ikna edici olduğunu söylemek çok zor. Üstelik vicdan ve ahlak da sınıfsaldır. Yani bir anda gelip yerleşmez içinize. Kadir’i abisi ve babasından ayıran şey İngilizce bilip, saz çalıyor olması mı mesela? Bu saz çalma hadisesinden ‘Alevi bir kıza gönül vermiş’ olmasını anlayıp onun iyi insan hanesine bir tık daha mı atmalıyız?
Bir de ‘emekçi gururu’ temsili arıyorsanız Kıvanç Sezer’in “Babamın Kanatları” filminde bulabilirsiniz. Burada gördüğümüz şey kocası iş kazası geçirmiş çaresiz bir kadının (Nezaket Erden yine muhteşem oynuyor) kararsızlıkları.
İlk izlenim yazısı olarak fazla uzatmadan son bir konuya daha dikkat çekelim. Kuşkusuz film dünyası ile yaşadığımız dünyanın gerçekleri birbiriyle örtüşmek zorunda değil. Ama filmin evrenini bu kadar gerçeğe yaklaştırdığınızda akıllara ister istemez şu soru da geliyor: Gerçekten bu ülke, iş kazası yaşandığında patronların eteklerinin tutuştuğu, hukuk kurumlarının var gücüyle mazlumun hakkını aradığı bir ülke midir? Böyleyse iş cinayetleri sıralamasındaki liderlik mücadelesinin kaynağı nedir? Çünkü Kadir’i vicdan yükü altına sokmak, bir karara zorlamak için durmadan ağır bir hukuki sorumluluk ortaya çıkacağı havası estiriliyor. Hiç uzatmaya gerek yok, Türkiye’de hukukun bu meselelerde nasıl işlediği merak edenler 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma davasının süreçlerini takip edebilirler!
ZUHAL: YALNIZLIK BİR YANKIDIR!
Bir başka ilk film Nazlı Elif Durlu’nun “Zuhal”i ise, bütün gücünü ve zaaflarını hikâyesini küçük bir alanda inşa etmesinden alıyor. Zuhal ile hayatında bir şeylerin yolunda gitmediği bir anda tanışıyoruz. İstanbul’da orta üst sınıf bir mahallede/apartmanda yaşıyor Zuhal. Avukat. Sevgilisi iş seyahati için Dubai’de. Kentli, eğitimli, özel işlerini “closing”ten sonraya bırakan bir beyaz yakalı Zuhal.
Bir gün evinde sıkılırken kedi sesi duyuyor. Bu sesin apartmanın içinden geldiğini düşünen Zuhal, diğer sakinleri buna inandırmakta zorlanıyor. Ama bu ‘ses’, ona kapılar da açıyor. Apartman ahalisiyle temas kurmaya başlıyor örneğin. “Zuhal” için “kentli beyaz yaka bir kadının yalnızlığına dair” diye kestirilip atılabilir ama yeterli olmayacaktır. Çünkü bu yalnızlığın Zuhal’e özgü olmadığını, mizahla da anlatmayı deniyor Nazlı Elif Durlu. Apartmanın haşarı çocuğundan dokuz numaradaki ‘Kazanova’ya, kuralcı apartman yöneticisinden kesilen elektrik için bile kılını kıpırdatmayan sevgiliye kadar erkeklik halleri de gelip geçiyor filmin içinden… Ama asıl olarak geçmişin başarılarının üzerini iki çocukla örtmek zorunda bırakılmış, sorumsuz sevgilisinin ardından ‘kedi gibi’ gözyaşı döken kadınların, hakim yargılara kendince meydan okuyan bir hakimenin dünyasına girip çıkıyor Zuhal. Bunu yaptıkça kendi dünyasını daha da iyi tanıyor.
Zuhal’in duyduğu kedi sesi, yalnızlığının yankısına dönüşmeye başlıyor bir yerde. O sesin peşine düştükçe yalnızlığıyla da daha bir yüzleşiyor. Ancak dolapların içinde ifade edilebilen, sevgiliden hatta anneden bile saklanılan bu yalnızlık, duvarın ardından sesini duyurmaya çalışmaktan farksız bir yandan.
Ama işte aynı apartmanın içinde dönüp durmak, yalnızca Zuhal’i değil filmi de tekrara düşürüyor kimi noktada. Zuhal dışında başka bir hikâyeye/karaktere alan açılmadığı için kedi sesinin kaynağına (tabii ki kendi içine) doğru yapılan bu arayış yolculuğunun temposunun düştüğü anlar oluyor. Bu kuyruğunu kovalama halinin seyirciye de karakterin hissettiklerini geçirmek için olduğunu da söyleyemiyoruz çünkü mizahi ton buna izin vermiyor.
Tam da bu anlarda Nihal Yalçın yetişiyor imdada. Yalçın, oyun aralığı bu kadar geniş ender oyunculardan. Her role, her karaktere girebilecek ve altından kalkabilecekmiş gibi duruyor perdede. Kentli bir kadının yalnızlığını ve ‘acaba deliriyor muyum’ hallerine dair dramatik hallerle, bu durumun ortaya çıkardığı komediyi aynı anın içine sığdırmayı başarıyor.
“Zuhal”, ritmini sürekli aynı seviyede tutamasa da; yalnızlığı kedi dahil olmak üzere yerinde metaforlarla, seyircinin gözünün içine sokmadan anlatmayı başarıyor nihayetinde. Yetenekli bir yönetmeni de müjdeliyor bizlere…