Altın Portakal Günlükleri 2: Acı, yas, karanlık ve iyileşme
59. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın ikinci gününde Burak Çevik, Sofia Bohdanowicz, Blake Williams üçlüsünün birlikte yönettiği “Gidiş O Gidiş” ve Belmin Söylemez’in “Ayna Ayna” filmleri seyirciyle buluştu.
“Tuzdan Kaide” ve “Aidiyet” adlı iki filmiyle Türkiye ve dünyanın çeşitli yerlerinde festivalleri dolaşan, ödüller alan Burak Çevik’in sineması çok benim kalemim değil açıkçası. Denediği şey, Türkiye için riskli aslında ama görülen o ki, kendini kabul ettirmişe benziyor. Altın Portakal Ulusal Yarışma kapsamında gösterilen Burak Çevik, Sofia Bohdanowicz ve Blake William imzalı “Gidiş O Gidiş” de benzer özellikler taşıyor. Audrey, yakın zaman önce kaybettiği arkadaşı Juliane’ın evine bakmak için Paris’e gider. İki sinemacı arkadaşı Toronto’dan Blake ve İstanbul’dan Burak, etkileyici metinlerle işlenmiş ‘video mektuplar’ gönderiyorlar Audrey’e. Bu mektuplar, genç kadının elinde dönüşüm geçirerek başka bir işlev kazanmaya başlıyor. Süreç ilerledikçe Audrey’ın acısının yasa, yasın da iyileşmeye doğru dönüştüğünü görüyoruz.
“Gidiş O Gidiş”, eğer filmin içine girmeyi başarırsanız, bu üçlü dinamiğin, metinlerin üzerine binen görüntülerin, karakterlerin birbirleri ve kendileriyle kat ettikleri mesafelerin parçası oluyorsunuz. Ama bir süre sonra metin ile filmin görsel dünyası arasındaki bağ giderek kopuyormuş gibi geliyor. Üstelik metinler de etkisini yitiriyor. Metnin yeniden üretimi ve dağıtımı fikri de filmi 82 dakikaya taşımaya yetmiyor. Bildik hikaye anlatısının dışına çıkan, hatta hikaye anlatmak yerine bir his, fikir uyandırma peşine düşen yapımların ufku sonsuz ama seçenekleri sınırlı gibi geliyor bana.
“Dikkat edin bir çiçeği koparırken, bir yıldızının canını acıtmış olabilirsiniz” sözü en fazla şairanedir ama çiçek ve yıldız arasındaki diyalektik bağlantıları doğru kurabilirseniz, insanları buna ikna edebilirsiniz. Bu tür sinemanın evreninin genişliği ile bunu kullanabilme potansiyeli arasındaki çelişki de bu bence. Bağlantıları doğru kurabilmek. “Gidiş O Gidiş”, yıldızlara doğru yola çıkıp, atmosferin son sınırında kalıyor bence.
İlk filmi “Şimdiki Zaman” ile anın içinde hapsolmuş, bir türlü başka bir zamana geçemeyen, her hamle yaptığında tıkanıp kalan bir kadının izini sürüyordu Belmin Söylemez. “Ayna Ayna”da ise on yıl sonra gidemeyenlerin yaşadıklarına, bir tür başka bir yasın ortasına götürüyor bizi. “Ayna Ayna”, yolları bir tiyatro sahnesinde kesişen üç kadını alıyor merkezine. Üniversitede işletme okuyan ama oyuncu olma hayalleri kuran Aylin, “Frida’ya Mektuplar” adlı bir oyun kaleme alan Frida ve tiyatro oyuncusu/hocası Lale ile tanıştırıyor bizi film ilk olarak.
Jenerikten sonra daha detaylı tanıyoruz hepsini. Aylin’in babası ile sorunlarına, kaldığı yurttaki koşullarına, bir Osmanlı dizisindeki cariye rolünü kapma hayallerine dalıyoruz onunla. Frida’nın eşiyle birlikte tezgah açtığı antika pazarının atmosferini soluyoruz. Sahneye koymaya çalıştığı oyunun metinleri arasında kayboluyoruz. Lale’nin yardımcısı, oyuncu adayı Fatih ile birlikte ayakta tutmaya çalıştıkları tiyatroya konuk oluyoruz. Bu usta oyuncunun ‘sanat’ ile ‘hayat’ arasındaki açmazlarına bakıyoruz.
Belmin Söylemez, tıpkı “Şimdiki Zaman”da olduğu gibi bambaşka bir İstanbul ‘silueti’ çıkarıyor ortaya. Üstelik bu kez daha muhafazakar, daha karanlık ve daha tekinsiz bir İstanbul bu. “Şimdiki Zaman”ın Mina’sı geçmişi unutup geleceğini yeniden tasarlamak isterken ‘şimdiki zaman’a sıkışıp kalıyordu ama asıl olarak gelecekten kaçıyordu. “Ayna Ayna”nın kadınları işte o geleceğin içine düşüyor. Söylemez, en çok televizyondaki ecdat temalı dizileri referans alıyor muhafazakarlık resmi çizerken ama bunun sokaktaki, vitrindeki ve asıl önemlisi karakterlerindeki içselleştirilmiş halini göstermeye çalışıyor. Aylin ve Fatih’in sultan ve cariye olma rüyaları, Lale’nin bu mecburiyetten kaçamaması...
Söylemez, İstanbul’un mekanlarını da bu anlatıya uygun bir biçimde kullanıyor. Metro, köprüler, öğrenci yurtları, karanlık sokaklar, pazar yerleri ve hatta tiyatro bu karabasanın sahnesi oluyor yeri geldiğinde. Öte yandan bu muhafazakarlığın cilasını da kazıyor Söylemez. Ok atan Osmanlı askeri kartonetiyle poz verme anları, dizi setinde telefonlarıyla oynayan yeniçeri kıyafetli figürasyon, vitrinlerdeki kaftanlar… Bu sahneler filmi de ferahlatıyor.
Ayrıca çok güçlü anlar da inşa ediyor Söylemez. Pazar yerinin dağılması, Aylin’in tiyatroda kapalı kalması, rüyaların anlatıldığı kimi sekanslar… Belmin Söylemez, “Şimdiki Zaman”da kahve falı üzerinden kadınlara ayna tutturuyordu Mina ile. Burada kadınların (ve kimi erkeklerin) birbirlerine tuttukları ayna ile kuruyor metaforunu. Ayna Lale’nin yüzünü türlü türlü gösteriyor ama hepsinin toplamı bir suret ediyor nihayetinde. Laçin Ceylan ve Şenay Aydın gibi iki oyuncunun varlığı bir güçken, daha önce Tayfun Pirselimoğlu ve Emin Alper gibi yönetmenlerin reji ekibinde çalışmış olan Manolya Maya’nın Aylin karakterindeki oyunu tam bir keşif.
Gelgelelim aksayan yerleri, çok iyi bir film olmasına engel olan yönleri de var “Ayna Ayna”nın. Frida karakteri yeterince güçlü kılınamıyor filmde. Hatta bir süre sonra gücünü de azaltıyor kanımca. Frida’nın film içindeki metinleri, filmin kendi metni kadar güçlü ve güncel olamıyor ve aralarındaki mesafe açılıyor. Frida, Aylin ve Lale’ye yaklaşıp tiyatro kolektifinin parçası haline geldikçe işlevli, kendi başına olduğu anlarda anlatıyı dağıtan bir role bürünüyor. Yine hepsi birbirinden etkili olsa da, çok fazla finali olduğunu söylememiz gerek filmin. Üç karakter için de ayrı ayrı final yapılıyor, sonra bir süre daha devam edip son finale geçiyor. Ama her final sonrası ilginin filmde kalması daha da zorlaşıyor.
Her şeye rağmen festivalin ikinci günü sinemaya dair iddialar taşıyan, risk alan iki yapım izledik. Kayıp, yas, karanlık, iyileşme ve dayanışma gibi temaların farkı iki türde anlatıldığı, üzerine konuşmaya değer yapımlardı her ikisi de.