Altın Portakal Günlükleri 2: 'Bağlılık Hasan' ve 'Kafes'
Ulusal yarışmanın ikinci gününü iki Hasan’la kapattık. Cemil Ağacıkoğlu’nun başrolünde Hasan adlı eski bir polis memuru olan filmi "Kafes", tatmin etmekten oldukça uzak. Semih Kaplanoğlu ise üçlemesinin ikinci filmi "Bağlılık Hasan"da, son iki filminde dikkat çeken “tebliğ” dozunu bir miktar kısıp vicdan/ iman kavramlarını koyuyor masaya.
58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünün ikinci gününde Cemil Ağacıkoğlu’nun “Kafes” ve Semih Kaplanoğlu’nun "Bağlılık Hasan" filmleri çıktı seyircinin karşısına.
Semih Kaplanoğlu ve "Bağlılık Hasan"dan başlayalım. Bağlılık üçlemesinin ilk filmi olan "Aslı" ile ilgili değerlendirme yazımızda şöyle bir ifade kullanmışız: “Filmlerindeki açık göndermelerle Tarkovski’ye olan hayranlığını bildiğimiz Semih Kaplanoğlu’nun özellikle 'Yumurta, Süt, Bal' üçlemesinde peşine düştüğü arayış hem sinemasal olarak hem de anlam arayışında açtığı pencereler açısından güçlüydü. Ancak yönetmen, felsefi ve politik dönüşümünün ardından karşımıza çıktığı 'Buğday'filminde bence bütün İslamcı sinemacıların kaçınılmaz olarak varacağı noktaya ulaşmıştı. Bu aşamada arayış, yerini bilmişliğe, bilmişliğin verdiği özgüven ise seyirciye hayatın anlamını tebliğ etmeye evrilmişti."
2010 yılında Altın Ayı kazandığı "Bal"dan sonra çektiği "Buğday"da anlam arayışını bırakıp, biz ölümlü sinemaseverlere 'vahiy' yoluyla seslenmeyi tercih eden yönetmenin bu yönelimi, bir sonraki filmi "Bağlılık Aslı"da artık yargılamaya ve kesin hükümler vermeye kadar varmıştı. Ki film büyük oranda sert eleştiriler aldı. Kim bilir belki de bu yüzden Altın Portakal’da izlediğimiz "Bağlılık Hasan"daki tebliğ dozu biraz azaltılmış. Ama azalmayan hatta artan şeyler var. Örneğin Tarkovski izleri. "Ayna" ve "İz Sürücü" başta olmak üzere neredeyse birebir sahnelerle açık göndermeler var. Öte yandan İranlı yönetmen Mecid Mecidi de sızıyor aralara örneğin. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan. Film daha açılış sahnesinden "Ahlat Ağacı"nın bittiği yerden devam ediyormuş izlenimi veriyor. Hatırlarsanız, "Ahlat Ağacı" bir kuyuda biterdi, bu da bir kuyuda başlıyor. Özellikle Hasan karakterinin olur olmaz yerlerde uyuyup kaldığı bölümler ise "Mayıs Sıkıntısı"nı hatırlatıyor fazlasıyla… Ama bütün bunların bilinçli olarak kullanıldığını not düşelim.
Hikâyeden bahsedersek... Hasan, babadan kalma arazinin bir bölümünü abisiyle 20 yıl önce tartışmalı bir mahkeme kararı sonucu kazanmış ve kendi bölümünü verimli bir çiftliğe dönüştürmüştür. Domates ve elma ekmektedir. Yıllardır görüşmediği ağabeyinin tarlası ise bakımsız kalmıştır. Bir gün elektrik şirketinden yetkililer gelip tarlasının ortasına büyük bir direk dikeceklerini, yanına da trafo konduracaklarını söylerler. Tarlasını kaptırmak istemeyen Hasan, araya hatırlı kişileri koyarak direğin yerini abisinin arazisine aldırmak için çabalar. O sırada eşi Filiz ile yıllardır hayalini kurdukları bir rüyaları da gerçekleşir. Hac sırası onlara gelmiştir. Ancak bu maliyetli iştir, her bakımdan. Birincisi, ekonomik olarak maliyetlidir. İkinci olarak da, Hacca gitmeden önce herkesten helallik almak gerekmektedir. İşte bu helallik alma yolculuğuna çıkan Hasan, dişi ve tırnağıyla sahip olduğunu düşündüğü varlığının çokça kul hakkı yenilerek inşa edildiğini farka ederek vicdani bir hesaplaşmaya girer.
Kaplanoğlu, "Buğday" ve "Bağlılık Aslı"dan farklı olarak bu kez "içeriye" doğru bakmaya çalışıyor. Her türlü şeyi yapıp, iki küçük yardım, bir hac ziyaretiyle arınıp paklandıklarını düşünenlere batırıyor iğneyi. Ama ana karakterinin dindar olduğunu söylemek güç. Yani imanında, ibadetinde görünmüyor pek. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama camiye yolu düşenlerden. Haşa, inançlı belli ki. Filiz’in gözleri ışıldıyor örneğin hac sırası geldiğini öğrendiğinde. Ama işte tam burada durup bir daha bakmamız gerekiyor. Hasan’ı 'kul hakkı' yeme gafletine düşüren şey, yeterince imanlı bir hayat sürmüş olmaması mı acaba? Bu kul hakkı yemelerin bir kısmının Filiz’in kışkırtmaları, akıl vermeleriyle olduğunu da öğreniyoruz hikâyenin içinde. Ve ne hikmetse Hasan, samimi ya da değil hac yolculuğu öncesi helallik almak için kapı kapı dolaşırken Filiz’de böyle bir emare göremiyoruz.
Dönelim yukarıdaki soruya. Hasan’ı bu gaflete düşüren şey inançlı olup imanlı olmaması mıdır? Kanımca Kaplanoğlu’nun bu soruya yanıtı evet. Hac vesilesiyle hem karakterin hem de seyircinin gündemine sokmaya çalıştığı şey bu. Ancak bu kez, önceki iki filmden farklı olarak daha az tebliğe başvuruyor. Kaplanoğlu bu kez bir adım geriye çekilerek inancı "İslam’ın beş şartı" yerine "İmanın altı şartı"ndan kurmaya çalışıyor. İşin şekil yönünü biraz geriye atıyor. Hatta şeklin insanoğlunun hatalarını örtmekte yeterli olmayacağını, önemli olanın iman etmek olduğunu anlatmak istiyor sanki. Hasan’ın durumu "Yumurta" ve "Bal"daki Yusuf’u andırıyor bu noktada daha çok. Görüp duyabildiği, dokunup konuşabildiği dünya dışında bir âlem karşısında çaresiz âdemoğlu portresi çiziliyor. Kaplanoğlu’nun bu çaresizliğe karşı önerisi ise 'vicdan'. Kimi iyi insan olmanın vicdanlı olmak için yeterli olacağını salık verirken, Kaplanoğlu bunun için "iman"ı gösteriyor adres olarak.
Kaplanoğlu’nun yönetmenlik, Özgür Eken’in görüntü yönetmenliği maharetlerini atlamayalım. Ama yine de kimi yerlerde derme çatma kurulmuş setlerin, oyuncuların aksanlarındaki kaymaların filmin görsel/işitsel dünyasına zarar verdiğini belirtmeden geçmeyelim. Kendi adıma Hasan’ı canlandıran Umut Karadağ’ın oldukça iyi olduğunu ifade ederek bitireyim.
BİR FİKİR: KAFES
Günün ilk filminde de bir Hasan vardı başrolde. Ama açıkçası Cemil Ağacıkoğlu’nun "Kafes"inin ne olduğu, ne anlatmak istediğine biz vakıf olamadık. 15 dakikalık açılış bölümünün ardından ne olduğunu, neye hizmet ettiğini bir türlü anlayamadığımız; karakterin motivasyonuna dair hiçbir bilgiye sahip olamadığımız ve bittiğinde "ne izledik biz şimdi" diye ortada kaldığımız bir yapım maalesef "Kafes".
Belki bu vesileyle Türkiye sanat sinemasında sık sık karşılaştığımız bir duruma dikkat çekmek hayırlı olacaktır. Festivaller için jürilik yaparken ya da buradaki gibi yarışmalarda filmler izlerken sıkça bir fikir izliyormuşuz hissine kapılıyorum. İyi bir fikri ve kendince etkili olduğunu düşündüğü bir finali dışında mahareti olmayan yapımlar bunlar. Fikrin ortaya konulduğu 15-20 dakikanın sonunda "hımm" dediğimiz ama sonra olduğu yerde dönüp duran ve o "şahane" final için seyircinin sabrını zorlayan yapımlar bunlar. Cemil Ağacıkoğlu’nun filmi memleketin sanat sinemasındaki bu hastalıktan fazlasıyla mustarip.