Altın Portakal Günlükleri 2: Kurulamayan dirlik ve düzenlikler
İşiniz yılda en az 300 film izlemek olunca bazı mesleki kavramlar geliştiriyorsunuz ister istemez. Örneğin “hissedilen süre”. Film eleştirmenleri arasında bir filmin gerçek süresi dışında ne kadar hissedildiğine dair bir espridir. “90 dakika ama hissedileni 150” gibi örneğin. Bir de bu kadar filmin yüzde 80’nin kötü olduğunu düşünün. İşte bu durumda “eğlenceli kötü” tanımlaması yetişiyor imdadımıza...
Beş yıldan uzun süre önce şöyle yazmışız: “Toz Ruhu”, Nesimi Yetik’in yeni filmlerini merakla beklememiz için yeterince veriye sahip.”
İşte beklediğimiz o yeni film “Dirlik Düzenlik”, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde çıktı seyircinin karşısına. Şimdiye kadar izlediklerimiz içinde en dişe dokunur olanıydı kuşkusuz ama beklentilerimizi karşıladığını söylemek çok güç.
“Dirlik Düzenlik”, ‘evin babası’ öldükten sonra bir arada yaşamaya devam eden üç kadının hikayesini anlatıyor. Bir ayağı aksayan engelli öğretmen Hicran, emlak acentesinde çalışan Vildan ve anneleri Dudu… Açılışta bu üç karakteri seyirciye kısaca tanıtıyor yönetmen. Ardından hikaye başlıyor. Dudu, günde altı kez beslenmek zorunda kalan, iğne ile sağlığını koruyabilen bir şeker hastasıdır. Hicran, bedensel engelini bir varlık sorunu haline getirmiş, kardeşinin güzelliğini kıskanmaktadır. Vildan, okuyamamış olmanın ezikliğini, içinde doğduğu sınıfın yoksulluğuna yönelik öfkesini güzelliğiyle beslediği kibre dönüştürmüştür.
Filmin ilk yarım saati bu ailede ‘dirlik düzenlik’in nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor ustalıkla… Bir kör kuyu olarak kardeşliğin nefretten sevgiye hızlı geçişlerini, iki kardeşin bir yanda birbirlerini boğazlamak, diğer yanda dayanışmak gibi garip gelgitlerini anlatıyor ve bunda gayet de başarılı. İlk bölümün sonuna doğru yaşanan kırılma filmin de karakterlerin de ayarını bozuyor kanımca. Evde iki tane genç kadın varken Dudu’ya evlenme teklifi geliyor. Ki bu muhteşem bir buluş açıkçası ve filmin en iyi akslarından birisi. Vildan, bu durumu daha makul karşılarken, Hicran sorun çıkaran taraf olur. Dudu ise yıllardır eziyet gördüğü kocasından sonra düzgün bir adamla yaşlanmak için mi yoksa kızlardan kurtulmak için mi evlenmektedir belirsizdir.
Dudu’nun evlenme niyetinden sonra Hicran’ın zaten dengesiz olan davranışlarının artışı, yalnız kalma korkusunun yükselişini görüyoruz. Bu biraz Asiye Dinçsoy’un karakterine katmayı başardığı derinlikle de ilgili. Çünkü diğer iki karakterin bu kırılma anından sonraki seyri çok ağır ve derinliksiz işliyor. Hal böyle olunca da ilk yarım saatin ardından finale kadar aynı yerde dönüp duran, birbirinin benzeri krizleri tekrar ederek ilerlemeye çalışan ama hikayeyi hiç ilerletemeyen bir yapı çıkıyor ortaya. Hicran’ın yalnız kalma korkusuna mı, Dudu’nun evden gitme hevesine mi, Vildan’ın üst üste gelen hayal kırıklıklarına mı odaklanacağını, filmin merkezine hangisini oturtacağını, finalin yükünü kimin boynuna yıkacağını bilemiyor gibi sanki film. Ailedeki ‘dirlik düzenlik’in hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmadığını gösterirken, içeride olup bitene fazlaca giremiyoruz.
Nesimi Yetik, kamerasını hep yakın planda tutuyor. Yüzlere, ellere, ayaklara odaklanıyor… Karakterlerimizin içinde bulunduğu boğulma hissini seyirciye de geçirmeye çalışıyor. O kapatılmış hissinin, bir yere gidememe, bir şey yapamama duygusunun nasıl bir şey olduğunu karakterlerle birlikte seyirci de hissetsin istiyor. Bu tercihin işlevli olduğu bölümler olduğu gibi, duygusal değil görsel olarak rahatsız edici olduğu anların varlığı da söz konusu. Ancak bunun benim deneyimim olduğunu eklemeliyim, çünkü bu tercihin yarattığı sıkışmışlık hissini film boyunca hissedenler de hiç azınlıkta değil. Filmin tekniğinden söz açılmışken, kurgu sıkıntılarına da dikkat çekmekte yarar var. Satın alındığını gördüğümüz arabayla ilgili yarım saat sonra “ben bir araba alacağım, kredi çekeceğim” cümlesinin geçtiği sahne koymak biraz amatörlük kokuyor açıkçası. Ki bu araba meselesi, filmin gözden kaçan kusurlarının sembolü olarak da okunabilir. Zira bir ara Hicran’ın bütün gündemi bu iken arabayı aldıktan sonra gündem olmaktan çıkıyor, işin tuhafı araba da ortadan kayboluyor ve bir daha görülmüyor. Gerçekte nasıldır bilinmez tabii ama izlerken, sanki senaryoda önce olan bölümlerin kurguda daha arkalara atıldığı hissi uyandırıyor. Bu da kimi devamlılık sorunlarına neden oluyor. Aynı şeyi karakterlerin seyri için de söyleyebiliriz.
KOKU
İşiniz yılda en az 300 film izlemek olunca bazı mesleki kavramlar geliştiriyorsunuz ister istemez. Örneğin “hissedilen süre”. Film eleştirmenleri arasında bir filmin gerçek süresi dışında ne kadar hissedildiğine dair bir espridir. “90 dakika ama hissedileni 150” gibi örneğin. Bir de bu kadar filmin yüzde 80’nin kötü olduğunu düşünün. İşte bu durumda “eğlenceli kötü” tanımlaması yetişiyor imdadımıza.
İşte Yasin Çetin, Barış Gördağ ikilisinin yönettiği “Koku”nun “eğlenceli kötü” olması iyi bir şey bizim için. Çünkü üzerine konuşulabilecek malzemesi de bol. Bu malzemelere geçmeden önce filmin hiçbir anında seyirciyi ikna edememek gibi bir sorunu olduğunu belirterek başlayalım. Yaşadığı evden ve altındaki arabadan anladığımız kadarıyla varlıklı bir profesör olan İlhan, terk edildikten sonra erken menopoza girdiğini öğreniyor. Bunun üzerine çocuk yapmaya karar veriyor. Ama ne hikmetse bir sperm bankası yerine, kendisine kanlı canlı bir erkek buluyor. Okulda yüksek lisans yapan Mustafa ile yolları kesişiyor. Kahve içerken iki dakikada parada anlaşıyorlar ama bir türlü anlamadığımız bir şekilde evlenmek zorunda da kalıyorlar. Ve heyhat ilk sevişmede de hamile kalıyor İlhan. Sonra yine anlayamadığımız bir şekilde yaz tatili için Mustafa’nın Malatya’daki köyüne gidiyorlar. Orada yaşayan öksüz ve yetim Zel ile İlhan arasında duygu dolu bir ilişki gelişiyor.
“Koku” için yapılacak benzetmelerden birisi “Bağlılık: İlhan” olabilir. Çünkü Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Aslı” filminde olduğu gibi burada da mesafeli kadınımız anne olmanın erdemlerini öğreniyor. Hakkını yemeyelim, diğerindeki kadar analık vurgusu yok burada. İkinci olarak İlhan’ın anne travmaları var, çünkü sevilmemiş, hep erkek kardeşlerini sevmişler… Haliyle Mustafa’nın annesi ona analığın ne olacağını gösterecek gibi oluyor ama bizim şehir kızı profesörümüz bu insanlara “ilkel” muamelesi çekiyor. Evet, bu kelimeyi de kullanıyor gerçekten. Mustafa ise bir erdem timsali olarak ortalıkta dolaşıyor tabii. İlhan’ın burnu büyüklüğü, kibri karşısında onun mütevazı halleri, olgun tavırları ‘Anadolu erdemi’nin güzel bir örneği olarak çıkıyor karşımıza. Ve fakat bu arkadaşın daha filmin başında para karşılığı ilişkiyi kabul ettiğini, yoksulluk edebiyatı yaparken İlhan’ın son model arabasıyla oradan oraya fink attığını görünce o meşhur erdemin de bir yere kadar olduğunu yeniden hatırlıyoruz.
Bütün bunları izlerken eğleniyoruz eğlenmesine de, Nergis Öztürk gibi bir oyuncunun düştüğü/ düşürüldüğü hallere de üzülmüyor değiliz haliyle…