Altın Portakal Günlükleri 3: 'Okul Tıraşı' ve 'Anadolu Leoparı'
Ulusal yarışmanın üçüncü gününde izlediğimiz "Okul Tıraşı", genel beğeni kazanan ilk film oldu denilebilir. "Anadolu Leoparı" ise Türkiye sanat sinemasının çok eski zamanlarından sesleniyor maalesef.
Ulusal yarışmanın üçüncü gün gösterimlerinde Ferit Karahan’ın "Okul Tıraşı" ve Emre Kayiş’in "Anadolu Leoparı" filmleri çıktı seyircinin karşısına…
2013 yılında ilk filmi "Cennetten Kovulmak" ile Altın Portakal kazanan Ferit Karahan, festival katılımcılarının genel beğenisini kazanan bir işe imza atmış. "Okul Tıraşı", "Saul’un Oğlu" filmiyle tanıdığımız László Nemes’ten ödünç aldığı kamerasıyla giriş yapıyor adeta. Filmdeki çocuklardan birinin tabirini ödünç alırsak "Kürt bölgesi"nde bir yatılı okulda olduğunuzu anlıyoruz. Film boyunca yakından takip edeceğimiz Yusuf’un peşi sıra giden kamera, emir yağdıran nöbetçi öğretmen, banyo yapmaya çalışan onlarca çocuk ve onların yaramazlıklarının içine atıyor bizi. Bu açılışta, yaramazlık yaptıkları için soğuk suyla yıkanma cezası alan çocuklardan biri Mehmet, hastalanıyor ertesi gün. Yusuf, bütün gün boyunca arkadaşının başında durup, öğretmenlerini hastalığın ciddiyetine ikna etmeye çalışıyor.
Ferit Karahan, filmin ilk bölümünde hareketli kamerasını bir YİBO’nun (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) içine sokarak adeta askeri bir disiplinle eğitilmeye çalışılan çocukların hayatına odaklanıyor. Yukarıda bahsettiğim girişten sonra kamera değiştiriliyor ve Dardenne Kardeşler’in ruhu sızıyor filmin içine. Yusuf’un peşi sıra, onun gözünden bakarak, kulaklarından duyarak okulu tanımaya başlıyoruz. Ferit Karahan ve Gülistan Acet’in senaryosu, Türkiye’de her okulda görebileceğimiz, özellikle yatılı okulların alametifarikası haline gelmiş kimi rutinleri gösterirken, küçük ayrıntılarla başka bir gerçeğe de dikkat çekiyor. Öğrencilerin kimliğinden, öğretmenlerin niyetinden bağımsız olarak bu okulların aynı zamanda bir asimilasyon merkezi işlevi gördüğü gerçeğini, gözümüze sokmadan, çocukların gözünden/dilinden anlatmayı başarıyor ustalıkla.
Ama filmin odak noktası bu değil. Kolektif bir korku/sorumsuzluk ve bürokrasi ikliminin basit bir meseleyi nasıl da içinden çıkılamaz hale getirdiğine dair bir yandan "Okul Tıraşı". Hastalanan Memo’nun önce öğretmenlerin, sonra idarenin, giderek sağlık sisteminin vurdumduymazlıkları arasında kolektif bir umursamazlığa terk edilmesi filmin esas derdi. Herkesin suça katkı sunduğu ama kimsenin tam olarak suçlu olmadığı bu işleyişin o yapının ‘normali’ olduğu hissini geçirmeyi başarıyor seyirciye. Okul yönetici ve öğretmenlerinin büyük işler yapıyor, önemli sorumluluklar taşıyor gibi davranıp asıl sorumluluğun başladığı sınırda bir sonrakine görevlerini devretmeleri, herkesin kendisinden önceki ve sonrakini suçlayabileceği ve aslında haklı da olabileceği bu tuhaf mekanizmayı sadeleştirmeyi başarıyor Ferit Karahan.
Öte yandan hem okul ortamı hem de Memo’nun hastalığı nedeniyle dramatik bir anlatı haline gelebilecek hikayeyi yerli yerinde komedi unsurlarıyla da rahatlatmayı başarıyor senaryo. Bu bir yandan bir sınıfta toplanmış onlarca çocuğun yarattığı enerjiyi açığa çıkarıyor hem de sahicilik hissini güçlendiriyor. Bir tek, belli ki herkesin tekdüzeliğini/aynılığını göstermek amacıyla kullanılmış “ateşi de yok” ve kapıda kayma esprilerinin gereğinden fazla tekrarlandığını düşünenlerdenim. Üstelik bu tekrar yalnızca esprilerle sınırlı kalmıyor. Film tam ortalarında hikâye olarak da tekrara düşmeye başlıyor. Seyircinin zaten bildiği gelişmeler bir de hasta Memo’nun yattığı sedyenin başında tekrarlanıyor. Bu kısa süreli düşüş çabuk toparlanıyor neyse ki ve etkileyici bir finalle de bağlanıyor film.
"Okul Tıraşı", hikayesini sahicilik hissiyle seyirciye geçirmekte oldukça mahir bir film. Okul personelini canlandıran bütün oyuncu kadrosunun da bunda payı olduğunu ifade etmeden geçmeyelim. Bütün hikayeyi gözünden takip ettiğimiz Yusuf’u canlandıran Samet Yıldız’a özel bir dikkat çekelim. Kaan Müjdeci’nin "Sivas"ından sonra izlediğimiz en iyi çocuk oyuncu performansı bana göre. Son olarak mekan ve doğa koşullarının (durmadan yağan kar) görsel olarak oldukça işlevli kullanıldığını, görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi’nin de başarılı bir iş çıkardığını belirterek bitirelim.
ANADOLU LEOPARI
Türkiye sanat sinemasının bazı 'hastalıkları' tam tarihe karıştı derken, yeniden ve yeniden dirilip çıkıyor karşımıza. 90’lı yılların ikinci yarısından sonra film üretmeye başlayan (Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz vb.) yönetmenlerin estetik ve mizansen duygusu bu tür sinemanın standardı haline gelmişti adeta. Ancak 2005’ten itibaren gelen bir başka kuşak bunu kırmayı, kendi dilini oluşturmayı başardı denilebilir. Ve fakat ilk başta kurulan estetik ve hikâye dilinin arada sırada hortladığına da tanıklık ediyoruz. "Gri" ağırlıklı bir görsel atmosfer tercihi ve tabii ki sigara içen dertli adamlar en belirgin özelliği bu tür yapımların. Ve her festivalde en az iki tane bulmak mümkün.
"Anadolu Leoparı" da bunlardan maalesef. Biraz mübalağa ederek söylersek filmin başlayabilmesi için başrol oyuncusu Fikret’in bir paket sigarayı içip uzaklara bakması gerekti. 22 yılını Ankara Hayvanat Bahçesi’ne vermiş, müdürlük mertebesine yükselmiş Fikret’in en büyük derdinin Türkiye’deki yenileşme ve özelleştirme dalgası olduğu ifade ediliyor festival kataloğundaki tanıtım yazısında. Ama burada ifade edildiği gibi anlatılamıyor maalesef film boyunca. Dertli olmanın, bir şeylerden rahatsızlık duymanın sigara içip uzaklara dalmakla görselleştirildiği sinema, Türkiye için bile oldukça eski kanımca. 12 Eylül sonrası çekilen ve haksız biçimde "bunalım filmleri" olarak adlandırılan yapımları andırıyor "Anadolu Leoparı". Ama oradaki karakterlerin depresyonlarının gerçekçi bir nedeni, değişime uyamamalarının anlaşılır bir tarafı vardı. Ama bir biçimde o fırtınadan çıkmayı başarmış Fikret’in gerekçesini görme fırsatı bulamıyoruz filmde. Hikâye anlatan savcılar, eski solcu muhabbeti yapan arkadaşlar, ilişkilerinin mahiyetini bir türlü anlayamadığımız sekreter kendi başlarına anlamlı gibi görünseler de bir araya geldiklerinde karmaşa yaratıyorlar ancak. Hal böyle olunca bu rolleri canlandıran iyi oyunculardan da yeterli yararlanamıyor yapım.
Emre Kayiş belli ki, Fikret gibi insanların da tıpkı Anadolu Leoparı gibi soyunun tükendiğini ve koruma altına alınması gerektiğini anlatmak istiyor. Ama izlediğimiz karaktere bakarak bir tercih yapmak zorunda kalacak olursak "Fikret gitsin, leopar kalsın" derim açıkçası!