YAZARLAR

Altın Portakal Günlükleri 4: Hayaletler kaça ayrılır!

"Hayaletler", görsel dünyası çok güçlü ama hikayesi arada bir aksayan bir film. Türkiye’den hikayeler anlattığında güçlenirken, Türkiye’yi birilerine anlatmaya çalıştıkça aşağı düşüyor. “İnsanlar İkiye Ayrılır” ise güçlü senaryosu ve festivallerde rastlayamadığımız ‘kendini iyi hisset’ finali ile diğerlerinden ayrılıyor.

Altın Portakal, maharetli bir yönetmenle tanıştırdı bizi. Venedik Film Festivali Eleştirmenler Haftası’ndan ödülle dönen “Hayaletler”in yönetmeni Azra Deniz Okyay’ı kastediyorum. “Hayaletler”e dair yazılıp söylenecek çok söz, bulunacak çok eksik, gereksiz çok fazla vardır belki ama filmin gösteriminin ardından her filmi merakla beklenecek bir yönetmen ile tanıştığımız gerçeği ortak nokta oldu.

“Hayaletler”, İstanbul’un Sucular semtinde bir grup insanın bir gün içinde yaşadıklarını anlatıyor. Yarı distopik bir evrende, bütün kentte elektriklerin kesildiği, ‘asayiş ve düzen’in kontrol edilebilir olmaktan çıktığı bir gün bu. Genç bir kadın olan ve kurduğu dans grubuyla katılacakları yarışmanın heyecanını yaşayan Didem, hapiste zor durumdaki oğlu için para bulmak zorunda olan İffet, mahallenin çocuklarına gönüllü sinema dersi veren Ela ve kentsel dönüşümden payına düşeni almak için kendisine yol bulmaya çalışan Raşit’in birbiriyle kesişen hikayesi özetle “Hayaletler.”

Azra Deniz Okyay, atmosfer duygusu yaratmak için özgür bırakıyor kamerasını. Bu hareketli kamera kimi zaman karakterlerin yüzlerine giriyor, kimi zaman çevredeki bir materyale odaklanıyor, kimi zaman daha geniş alanlara taşıyor kendisini. Sabit bir görsel tercihten daha çok ihtiyaca göre hareket eden bir kamera kullanımı var sanki. Kamera bazen karakterin bir organına da dönüşüyor, bazen konvansiyonel kadrajlara da imza atıyor. Bu çoklu tercihten bir kakofoni yerine uyumlu ve etkileyici bir atmosfer çıkıyor açıkçası. Barış Özbiçer’in görüntü yönetiminin de bundaki payını verelim. Benzer şekilde hikaye anlatımında lineer bir zaman akışı kullanmıyor yönetmen. İleri-geri sıçramalarla, bazı anlardan sonra karakterlerin ayrı ayrı öykülerini ayrı ayrı kanallardan anlatmayı tercih ederek dinamik bir kurguya imza atmış Ayris Alptekin.

Gelgelelim Azra Deniz Okyay’ın bu teknik maharetinin içerikle tam olarak bütünleşebildiğini söylemek zor. Estetikteki bu cesaret ve yenilikçi bakış, konu içeriğe geldiğinde kimi yerlerde filmi aşındıran ‘klişe’ karakterlere, anlara ve diyaloglara bırakıyor yerini. Film Didem’in içsel dünyasına, sevgilisiyle ilişkisine, dans yarışmasına dair hevesine odaklandıkça; İffet’in çıkışsızlığına, bu durumun onu olmak zorunda bıraktığı kararlara alan açtıkça gücüne güç katıyor ve yukarıda andığım atmosfer duygusuyla bütünleşiyor.

Fakat özellikle Raşit karakterinin karikatür olmaktan bir türlü çıkamaması, on dakika içinde “yeni Türkiye’yi inşa ediyoruz” lafını on kez söylemesi, rant, kentsel dönüşüm vb. kavramların fazlaca kör göze parmak gösterilmesi filmin anlatısını zedeliyor. “Savaş bitse de memleketimize dönsek” muhabbeti yapan Suriyeli göçmen sahneleri, kadın cinayetlerine karşı protesto gösterileri filmde işlevli olmaktan çok ‘ajite’ edici kanımca. Maruz kaldığı muhafazakârlığın kaynağını bir türlü anlayamayan Didem’in camdan bakarken cami ile aynı kadraja girmesi klişe değilse biraz oryantalist! Filmin bitiş jeneriğinden akan ses bandında ezan ve martı seslerinin birbirine karışması da bunun tuzu biberi belli ki.

Oysaki Didem’in sevgilisiyle ilişkisinin, dans tutkusunun hikayeye sunacağı olanaklar çok daha fazla. Ama ikisi de ikişer dakikayla geçiştiriliyor. İffet’in çıkışsızlığının açtığı kapıların önünden geçip kaba bir göstergeciliğe meyil edilen bölümler, filmin gücünü aşağıya çekiyor maalesef. Bu iki kadın karakter kadar güçlü inşa edilemeyen Ela’nın çocuklarla kurduğu ilişkinin ayakları biraz daha sağlam kurulsa soru işaretlerimiz de kalkardı belki? Film sanki Türkiye’den bir hikaye anlatmakla “Türkiye’ye dair bir hikaye anlatmak” arasında bocalıyor. İkincisi birincisine durmadan galebe çalıyor, onu aşağı çekiyor.

Film boyunca bütün bunları düşünürken, Didem’in yıkılmış sokaklarda güneşe karşı dans ederek ilerleyişi iyi bir his ile veda etmemizi sağlıyor filme. Aynı zamanda da yeni filmlerini merak edeceğimiz bir yönetmeni müjdeliyor.

İNSANLAR İKİYE AYRILIR

İlk uzun metraj filmi “Karışık Kaset” (2014) ile seyirciye tuzak kurmayan, sinema hissinden vazgeçmeyen ana akım filmler de yapılabileceğini gösteren Tunç Şahin’in ikinci uzun metraj filmi “İnsanlar İkiyi Ayrılır” festivalin en ayrıksı yapımı olarak dikkat çekiyor.

Uygar Şirin’in kitabından uyarlanan “Karışık Kaset”in ardından BluTV için hazırladığı “7Yüz” adlı yedi bölümlük dizi ile hikaye anlatmakta, senaryo inşa etmekteki maharetini de göstermişti izleyiciye Tunç Şahin. Kanımca “İnsanlar İkiye Ayrılır”ın en güçlü yanı da senaryosu.

Bankalar, vadesi dolmuş ve tahsil edilememiş alacaklarını ihale karşılığında şirketlere devrediyorlar. Örneğin bir banka 500 milyon liralık batık kredisini 70 milyona bir şirkete satıyor. Bu şirket de ne kadar toplarsa o kadar kar ediyor. İşte “İnsanla İkiye Ayrılır” böyle bir şirket içinde yaşanan rekabeti ve entrikayı anlatıyor. Duygu ve Bahadır, birbiriyle rekabet eden insanların psikolojileriyle oynayıp onları borçlarını ödemeye ikna eden bir tür ‘kapitalist vampir’dirler. Ceren Köse adlı genç bir kadın batan banka kredisinin tahsilatı için şirkete gelir. Bu iki çalışanın karşısına oturur ve üçlü arasında tuhaf bir ilişkinin temelleri atılır. Ceren ile Bahadır arasında bir ilişki başlarken, Duygu’da olaya dâhil olarak Ceren’i casus olarak kullanmaya karar verir. “İnsanlar İkiye Ayrılır”, bir yandan bu yapının insanların hayatını mahveden taraflarına, gaddar ve barbar yanlarına dikkat çekiyor kuşkusuz ama asıl olarak gizemini sonunu kadar saklamayı başaran, merakı diri tutan bir entrika da barındırıyor bünyesinde. Üstelik Tunç Şahin bunu yaparken üç katmanlı bir anlatı inşa ederek ağır bir yükün altına giriyor.

Filmin anlatısı, Duygu ve Bahadır’ın her şey olup bittikten sonra banka müfettişine verdikleri ifadeden hareket ediyor. Yani bütün hikayenin en sonundan başlıyoruz, onların anlatılarıyla geriye dönüyor, Duygu-Bahadır- Ceren üçlüsünün aralarındaki gelişmelere ve çözülmeyi bekleyen gizeme gidiyoruz. Son olarak da Duygu’nun şirkette işe başladığı gün katıldığı seminerde patronları Eray’ın işin inceliklerini ve nasıl acımasız olmak gerektiğini anlattığı başka bir katman var. Filme adını veren bölüm de burası. Yani hangi insan olacağınız sorusu, av mı olacaksınız avcı mı? En nihayetinde avcı olan Duygu ile Bahadır bundan vazgeçmiyorlar belki ama avı değiştirmeye karar veriyorlar.

Filmin eksik ve fazla yanları ise Tunç Şahin’in alamadığı risklerle ilgili daha çok. Filmin görsel dilinin, renk tonlarının ister istemez ana akıma yakın durması, haliyle atmosfer sıkıntısı yaşanması örneğin. Ama türün vazgeçilmezlerinden birisi olan olay çözülüp, entrika ortaya çıktıktan sonra bir de “nasıl oldu” açıklamasının yapıldığı bölümün uzun olması daha büyük bir sıkıntı kanımca. Çok fazla izahata ve ayrıntıya giriliyor bu bölümde ve zaten bitmiş olan film uzamaya devam ediyor. Filmin ortalarında yaşanan hafif bir ritim sorununu da kattığımızda tempo sorunları da baş gösteriyor.

“İnsanlar İkiye Ayrılır”, güçlü bir entrikayla inşa edilmiş sağlam bir sistem eleştirisi ama asıl olarak film festivallerinde arayıp da bulamadığımız “kedini iyi hisset” finalli bir yapım olarak bu seçkinin ayrıksı işlerinden birisi.