Altın Portakal Günlükleri 5: Bir katilin gözünden görmeye zorlanmak!
Kimilerince pek beğenilen “Gelincik”e dair birkaç cümle etmek istiyorum. 90’lı yıllarda ev baskınları yapıp yargısız infazlar gerçekleştiren bir polisin iç hesaplaşmasını anlatan film, belli ki yaratıcılarının iradesinden bağımsız, öylesine sakat bir estetik ve içerik barındırıyor ki bir aklama operasyonuna dönüşüyor adeta…
Altın Portakal’da perşembe gecesi iki film çıktı seyircinin karşısına. İlki Orçun Benli’nin yönettiği “Gelincik”, ikincisi ise Tankut Kılıç’ın “Dersaadet Apartmanı” adlı yapımları…
İkincisine dair birkaç kelime ederek başlayalım. Çünkü gerçekten üzerinde fazlaca durulacak bir şey yok ortada. Ara sıra yaptığım için kendimi de katarak söylüyorum, festivallerin ön seçici kurullarının yeniden elden geçirilmesi gerek sanırım. Çünkü bazı filmler, seçkiye alınmayan filmleri hatırlatıyor ve ortaya ciddi bir adaletsizlik çıktığı hissi yaratıyor. “Dersaadet Apartmanı” da estetiğinden oyunculuklarına, her şeyi eski ve naftalin kokulu… Kentsel dönüşümün İstanbul’u nasıl bitirdiğine dair bir şeyler söylemek isterken film olduğunu unutan bir yapısı var. Belgesel görüntüler, yıkıntılar, hafriyat kamyonları vb. derken kentin yaşadığı kakofoni filme dönüşüyor ve ortaya bir çorba çıkıyor.
GELİNCİK
Ama asıl olarak kimilerince pek beğenilen “Gelincik”e dair birkaç cümle etmek istiyorum. 90’lı yıllarda ev baskınları yapıp yargısız infazlar gerçekleştiren bir polisin iç hesaplaşmasını anlatan film, belli ki yaratıcılarının iradesinden bağımsız, öylesine sakat bir estetik ve içerik barındırıyor ki bir aklama operasyonuna dönüşüyor adeta… Sırf sonundaki trik uğruna çekilmiş izlenimi veren filmle ilgili ilk elden “bize ne bir katilin vicdan azaplarından” demek kolay. Nihayetinde eli kanlı bir katil tabii ki sinemanın konusu olabilir ama böyle bir işe girdiğinizde çok dikkatli olmak zorundasınız. Geri dönüşlerle anlattığınız o yargısız infazları “biz onları öldürmeseydik, onlar bizi öldürecekti” teması üzerine inşa edip aklıyorsanız çok fena, bunun farkında değilseniz daha da fena… Bu “ama onlar da belki senin gibi düşünüyordu” diye araya sıkıştırılan bir cümle ile geçiştirilemeyecek kadar büyük bir sorun.
Ayhan’ın geçmişiyle hesaplaşırken aslında kişisel hikayesi dışında hiçbir şey ile hesaplaşmaması, yaptığı onca işkenceye, öldürdüğü onca insana rağmen gram pişmanlık duymaması tabii ki hikayenin konusu olabilir ama karakter ile seyirci arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağınız çok önem kazanır bu durumda. Film boyunca ‘devrimcilerin’ kafasına kurşun sıkılmasını bir bilgisayar oyunu estetiğiyle gösteriyor olmanızı, “Olayları karakterin gözünden görüyoruz. O yüzden bu kadar duygusuzca yaşanıyor ve gösteriliyor her şey” diye makul gösterebilirsiniz kuşkusuz. Ama karakterin gözü ile seyircinin gözünü aynı hizaya getirmek, bütün olan biteni o gözle görmemizi istemek büyük bir yönetmenlik falsosudur. Maharet karakter ile seyirci arasına da bir mesafe koymayı başarmak, seyircinin karaktere soğukkanlı ve uzaktan bakabileceği bir alan inşa etmekte yatıyor. Ama “Gelincik”te bununla hiç ilgilenilmediği için bizi karakterin kafasının içine davet eden ve o kafayı da hiç yargılamayan bir estetik dil söz konusu.
Filmin yaratıcıları bu karakterle ilgili seyircide nasıl bir his uyandırmayı planlamışlardı en başta bilinmez ama ortaya çıkan iş eğer bir sempati uyandırmıyorsa bile nötr kalmanıza neden oluyor. O zaman en başa dönüyoruz. Neden eli kanlı bir katilin hikayesini izlemek zorunda bırakıldık? Neden her şeyi onun gözünden görmeye zorlandık? Neden onun dramlarına ortak ediliyoruz? Ve neden bu karakter ile aramıza bir mesafe konulmuyor?