Altıpatlar kaç kişiyi öldürür?
Murat Çelik’in yeni kitabı Bazı Günlerin Sonu, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Bazı Günlerin Sonu, ibrenin zamanda geriye doğru hareket ettiği, anın şimdide takılı kaldığı ve yarının ancak kitabın sonunda görülebildiği bir konjonktür, anlam bulma yolculuğu.
“Köpeğin adını Birinci Tekil koyduktan sonra rahatladım,”
Bazı Günlerin Sonu, bu cümleyle açılıyor. Ancak alışageldiğimiz açılışlardan farklı olarak. Çünkü bu cümle diğer bölümlerdeki bütün ilk cümleler gibi ayrı bir sayfada tek başına duruyor ve bölümün özetini işaret ederken, çoğu zaman da ana karakterlerinden birini kapsıyor.
Köpeğin adını öğrendikten hemen sonra, bu bölüme kitabın son sayfalarına dek dönmeyeceğimizi henüz bilmeden, Nebi Bey’le ve onun “Ormana doğru yürümeye başladık. Sevincini dört ayağı taşıyamıyordu, kuyruğu da yardım etti,” diye anlattığı Birinci Tekil’le bir orman yolculuğuna çıkıyor, karanlığın içinde tekinsizce duruyoruz. Bizimle birlikte zaman da duruyor, sarkaç geriye doğru oynuyor. Hemen sonra da Nebi Bey ve Birinci Tekil’in tanıştığı günde, bir paket bisküvi ve birkaç bardak çayın etrafında toplanmış kalabalıkta buluyoruz kendimizi. Kitabın sonraki sayfaları boyunca bize eşlik edecek Dıga Yaşar’la, Ekrem’le, Yusuf Cemal’le karşılaşıyoruz. Çok geçmeden kucağında iki üç aylık bir köpek yavrusuyla Sadettin çıkageliyor. Sadettin ve Nebi Bey’in pirüpak diyalog cümlelerin akabinde, köpekle ilgili bir yanlış anlaşılmanın olduğu fikrini ediniyor ve Sadettin’in tehditkâr tavırlarından onun diğerlerinin dışında kalan biri, bir ayrıkotu olduğu sanrısına düşüyoruz.
Peki, Sadettin gerçekten bir ayrıkotu mu? Yoksa dışarıda kalan tek kişi Nebi mi?
İşte bu noktada Nebi Bey’in kapıldığı şüphe gelip bizi buluyor, “Biz kaç kişiydik?” diye sormasıyla, altıpatlardan bir mermiyi ayırıp yere fırlatması bir oluyor. Nebi, Sadettin’in restini görüp, geride kalan beş mermiyi namlunun ucuna sürebileceğinin sinyallerini verirken, yazar bizi kitabın bu bölümünde daha evvel bahsi geçmiş olan kısa saçlı kadınla tanıştırmaya, yani Gülseren ve Nebi’nin hikâyesine çağırıyor.
NADAS
Zamanda biraz daha geriye gittiğimizde Gülseren’le Nebi’nin koşulsuz aşkına tanıklık etmemiz kaçınılmaz oluyor. Nebi ve Gülseren’in yıllar önce denk düşen ve sonrasında uzun bir süre nadasa yatan hikâyeleri bana Samuel Beckett’in şu cümlelerini anımsattı: “Hareketsizce orada yatıyoruz. Ama altımızdaki her şey hareket ediyordu ve bizi sakince bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola hareket ettiriyordu.”
Nebi için hayat uzun bir hareketsizlik içinde geçmiş. Öyle ki hayatını taşraya, ailesinin köklerinin ekili olduğu yere taşıma fikri bile Gülseren’in ardı sıra verilmiş. Bu noktada, Samuel Beckett’in cümlesindeki gibi, Nebi’nin uzun hareketsizliği sonrasında, etrafında hareket eden şeylerin akıntısına kapılmak durumunda kaldığını söylemem mümkün. Peki her hareket, bizi iyi olana mı götürür? Yoksa durmak Nebi için daha doğru bir tercih mi olurdu? Bu soruların cevabı, Bazı Günlerin Sonu’nda.
TAŞRA VE PATRİYARKA
Arka kapağında da bahsi geçtiği gibi, erkek egemenliğinin yeniden ve yeniden üretildiği bir novella Bazı Günler’in Sonu. Öyle ki kitap boyunca kadın bedeninin metaya dönüştüğü ve erkeklerin kadınlar üzerinde her türlü hakkı kendilerinde gördüğü birçok noktaya rastlamamız kaçınılmaz. Bunun sebebi elbette okuduğumuzun bir taşra hikâyesi olmasından da ileri geliyor. Ancak Zennure ve Hatice’nin çalıştıkları yerden kurtarılmak için erkek gücüne ihtiyaç duymaları, Neriman’ın aşksız bir ilişkiye kanıp bacaklarını aralaması, Hatice’nin gördüğü şiddete rağmen sesini çıkarmaması, ölümünü beklemesi; onları hikâyenin zayıf kadınları yapıyor. Bu noktada elbette kitabın güçlü kadın figürüne, Gülseren’e bakmakta da fayda var. Ancak bu bizi sosyo-ekonomik koşulların eşitsizliğine, sınıfsal farklılıkların açık sonuçlarına da götürüyor. Biraz ütopik bir inançla yazardan açılan farkları kapatmasını, koşulların eşitsizliğine rağmen yumruklarını masaya vuran kadınlar yaratmasını bekliyor olmam belki de haksızlık. Ama şunu da belirtmem gerekir ki, patriyarkayla savaşmanın bir yolu da tüm eşitsizliklere rağmen, böyle kadın karakterlerle yol alabilmek.
ÖLÜLER VE KÖPEKLER
“Elimde bu barutlu imha varken bendim güçlüsü, patronu. Sonra ansızın Dobi’yi düşündüm, özledim, burnumdan sızladım. Onun yerini aldınız demek, dedim. Tekkırmayı sırayla koca kafalı kangallara doğrulttum. Onun yerine ikiniz varsınız demek… İşaretparmağım tetik oluverdi, tetik yumuşadı. Kafalarına peş peşe ikişer tane sıktım, ıklaya vıklaya can verdiler, titrediler.”
Yukarıdaki epigraf, Bazı Günlerin Sonu’nun ortalarında, bir bedel uğruna, bir anlık bir kararla öldürülen iki köpeğin hikâyesinin sonu. Ancak benim değinmek istediğim nokta, bu cümlelerin sayfalar sonra ölecek kişilerle dirsek temasında oluşu. Çünkü namluyu tutan el aynı kişiye ait. Namlunun ateşlenme sebebi ise her iki durumda da aniden alevlenen kor. Öldürme güdüsü, gördüklerini yapmanın, ezginliği kusmanın, benliği dışa vurmanın ve genetik olanı aktarmanın bir yolu olarak çıkar karşımıza. Ve öldüren kişi hiçbir duygu barındırmadan devam eder yoluna. Köpekleri öldürdüğü anda, sonrasında ne olacağı aslında bellidir. Çünkü Murat Çelik’in kitapta iki farklı kişide iki kez işaret ettiği gibi göz kırpmadan köpeği ya da köpekleri öldüren kişi, aynısını insanlara yapmaktan da çekinmeyecektir.
Yazarın özellikle bu kısımlarda, kalemini namluya sürerken oldukça cesur davrandığını ancak yine de şiddetin açıkça aktarıldığı bölümlerde ve köpeklerin ölümünde huzursuz ve olabildiğince tekinsiz hissettiğimi söylemeliyim.
İKİ KÖR ADAM
Bazı Günlerin Sonu’nda zaman zaman karşımıza iki kör adam çıkıyor. Yazarın onları birbirinden ayırt etme şekli ise, birinin uzun diğerinin kısa boyu. Bu iki kör adam, olmamaları gereken yerlerde, olmaması gereken olaylar yaşıyorlar. Öyle ki balık yaşamayan derede balık avlıyor, kör kuyulardan tertemiz su çekiyorlar. Veyahut aynı anda kilometrelerce ötelerde görülebiliyorlar. Bu kısımlarda yazar, gerçeğin büküldüğü büyük bir anafor yaratıyor. Sadettin’in “su katılmış kötülük” diye nitelediği bir dolandırıcılığın arifesinde, mevcut işi sekteye uğratan bu adamlar birer adalet timsali olabilir. Aynı şekilde kitabın sonlarına doğru yaklaşmakta olan ölümü haber vermeleri de adaletin başka bir göstergesi olarak durabilir. Ancak bu noktada şuna değinmeden geçmek istemiyorum. Bu adamlar bana İsa Mesih’in yolda karşılaştığı ve gözlerini açtığı iki kör adam kehanetini hatırlattı. Her şeyin sonunun suya bağlanması ise Thales’in arketipini anımsattı. Öyle ki Thales için her şeyin özü suydu ve öz suyla doğar, suyla son bulurdu.
DİYALOGLAR, KARAKTERLER
“Sinekleri yakalayıp yakalayıp sobaya dirice atan çocuktu Sadettin. Ateşi o yakmamıştı, odunu o kırmamış, sinekleri o yaratmamıştı. Buruşuk bir kalbi vardı, merhametsizdi, kötüyü kolaçan eder, elleriyle koymuş gibi bulurdu.”
Yukarıdaki bu cümle, kitabın Sadettinlik Kolay Sanıyorlar bölümünden. Sadettin’i anlamak üzere yola çıktığımız bu bölüm, geçmişe kapı araladıkça herkesi anlayabileceğimizin farkındalığını saklıyor içinde. Derinleştikçe ve deştikçe insanın içinden kaç başka insan çıkabileceğini, bir insanın kaç insandan yara alıp yaşamaya devam edebileceğini gösteriyor. Hatice’nin ve Dağlarınayısı Orhan’ın suçlu olduğunu düşündüğümüz yerin hemen akabinde bize gerçek kötüyü işaret ediyor. Ama aynı zamanda yazarın karakterleriyle kurduğu güvenli bağı, onları yeter düzeyde anladığını ve zaman zaman hak verdiğini de hissettiriyor. Bu bağlamda Murat Çelik’in oldukça başarılı diyaloglara hayat vermesinin yanı sıra, oldukça ayırt edilir, empati kurulabilir ve anlaşılabilir karakterler de kurguladığını söylemeliyim. Bana kalırsa kitabın birbiri ardına dizilen muntazam ve şiirsel cümleleri kadar, iliklerimize kadar işleyen canlı karakterleri de oldukça önemli.
SON SÖZ
Bazı Günlerin Sonu, Gülseren’in dilinden düşüp satırlara konan bir cümle. Nebi ve Gülseren’in onulmaz aşkının ve dahasının bir izdüşümü aynı zamanda.
Kitabın başındaki bir günün sonunda masa başında oturan ve kitabın sonlarındaki bir günün sonunda çukurun etrafında -ölü veyahut diri- duran beş adamın hikâyesi.
Ve belki başka bir tabirle, bazı günlerin sonunda, gözlerin görmeye açılmasının anlatısı.
Burada iyi ve kötü yok. Kadınlar, köpekler, az kötüler, kötüler ve daha kötüler var. Bir de akıp yolunu bulan sular. Ama esas mesele anlayabilmek. Çünkü Murat Çelik’in de kitapta dediği gibi: ‘Su katılmış kötülükle, halis kötülüğü ayırt edemiyor insanlar.’