Amaç dönüşümse, yüzleşme kaçınılmaz
Ulusal marşımız “korkma” diye başlıyor ya, düşünmeye, okumaya, tartışmaya, yüzleşmeye cüret etmekten çekinmemek, korkmamak gerek. Gereken de, yakışan da bu değil midir?
ABD’nin Minnesota eyaletinin* Minneapolis kentinde Derek Chauvin adlı polis memurunun George Floyd adlı siyahi yurttaşı, boynuna diziyle basarak öldürmesine ilişkin dava cinayetten bir yıl sonra görüldü. Jüri kararını hemen açıkladı ve Chauvin’i suçlu buldu. Artık yargıç kararını verecek. Şimdi beklenti, Chauvin’in kırk yıla varan hapis cezası alması ve sözkonusu davanın ABD tarihinde emniyet gücünün cezasızlık kültürüne son verecek bir dönüm noktası oluşturması.
Burada bana göre ve bizim açımızdan “haber”, gözyaşları içinde “ahh, ABD’de ırkçılık ne fena”, “oh, bak hak yerini buldu” değil. Nasıl ki Trump başkan seçildiğinde “vayyy, böyle bir maskara nasıl ABD’nin başına geçti” diye yerinmek, ondan sonra “portakal reyis”, “sarıadam” diye dalga geçmek yine bana göre bağlam dışı ise, bu da öyle.
Burada bence haber, ABD Başkanı Biden’in maktul Floyd’un ailesini telefonla arayarak, “rahatladığını” ifade etmesi, ardından kamuoyuna “ABD’de kurumsal ırkçılığın artık sona ereceği” yönünde açıklama yapması. Aynı günlerde, Metin Lokumcu davasının Hopa’daki olayın üzerinden on yıl geçtikten sonra, “sözde” görülmeye başlandı. Duruşma, Trabzon’a taşınmış olması bir yana, on yıl “soğutma” dahi yeterli görülmemiş olacak ki, Haziran ayına ertelendi.
Altına sayısız örnek eklenebilir. Tam Biden’in mevkidaşı Erdoğan’ı araması ve anlaşıldığı kadarıyla 24 Nisan’da Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıyacağını bildirmesi bir yana, Hrant Dink cinayetinin 14 yılın ardından kimseyi tatmin etmeyen sonucu ortada. Erdoğan, Soylu ve onlarla birlikte ve onlardan önce nice devlet büyüklerinin, işin içinde büyük harflerle o “devlet” olduğunda ne dediklerini, hangi açıklamaları yaptıklarını, hangi tutumu benimsediklerini de herhalde ne tartışmaya gerek var, ne anımsatmaya burada yerimiz.
Yine, “24 Nisan Ermeni Soykırımı” konusuna değinmeden önce, her ikisi de günümüz Türkiye’si gibi kağıt üzerinde benzer başkanlık rejimleriyle yönetilen ABD ve Fransa arasındaki laiklik/sekülarizm ve tarihle yüzleşme tartışmaları üzerinde durmakta yarar var. İlkinde Fransa devrimle sonuçlanan aydınlanma sürecine ve evrensel değerler iddiasına, o iddianın sancaktarlığı savına dayanıyor. Tarihsel olarak ABD sekülarizmi bireysel ibadet özgürlüğüne anayasal güvence getirirken, Fransa laikliği devleti dinin etkisinden (öncelikle Katolik kilisesinin elinden) sakınmayı, yalıtmayı, kurtarmayı önceliyor.
İkincisinde ise ABD’nin kimlikçi özgürlük anlayışı, Floyd cinayeti gibi güncel olayların yarattığı ivmeyle, özellikle eski “güney” eyaletlerinde ırkçı yahut köle sahibi tarihsel kişiliklerin, devlet adamlarının, komutanların heykellerinin yerlerinden kaldırtılmasını zorluyor. Fransa’daysa, geçmişe bugünden bakılarak yüz dönülemeyeceği, bir anlamda geçmişi tarihleştirerek doğrusu, yanlışıyla öğrenmek gerektiği yönünde bir tartışma ilerliyor. Cumhurbaşkanı Macron, Fransa’da hiçbir heykelin yerinden sökülmeyeceğini defalarca vurguladı.
Bununla birlikte, istenildiği denli “pedagojik” yaklaşmaya çabalansın, Fransa’da da güncel siyasal ve toplumsal gerilim sözün ettiğim toplumsal tartışmaya etki ediyor. Bugünün Fransa toplumunun çoğul yapısı, son olarak Rambouillet’de kadın komiserin bıçaklanarak öldürülmesi veya lise tarih öğretmeni Paty’nin kafasının kesilmesi gibi islâmcı terör eylemleri, 2022’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacak olması ve o yarışta Marine LePen’in güçlü adaylığı gibi etmenler var. (Son olarak Madagaskar sömürge valisi General Gallieni’nin Paris’teki heykelinin yerinden kaldırılmasına ilişkin bir kurmaca-belgesel video, gerçek haber sanılarak, epey ses getirdi, amacına erişti –bence de “güzel iş”.)
Her iki örnekte de, yani ABD ve Fransa’da bizi, girişte sözünü ettiğim Biden’in Chauvin sonrası tutumu gibi, bizi daha yakından ilgilendirmesi gereken başka boyutlar olduğunu düşünüyorum. ABD’den söz açılınca dilinin ucuna Kızılderililer gelenler var örnekse. Doğru ama Vaşington’un göbeğinde koskoca yerli Amerikalılar ve Afrikalı Amerikalılar müzeleri yok mu? Müfredat nasıl düzenlenmiş? İfade özgürlüğünde kısıtlama var mı? Medya da, yargı da bağımsız değil mi?
ABD zaten küresel istisna devlet olarak. Fransa bize daha yakın, hem devlet modeli hem tarih bakımlarından. Orada da Cezayir Savaşı, sömürgecilik mirası, Ruanda Soykırımı gibi konular bugün de gayet canlı biçimde tartışılıyor –hem benim bile oturduğum yerden rahatça dinleyebildiğim kamuya ait radyo kanallarında da. Resmen özür dilemekten bir gıdım geri duran neredeyse her ileri adım atılmaya çabalanıyor. “Çabalanıyor” diyorum zira kolay değil. Ancak “kolay değil” diye Fransa’nın Cezayir Savaşı’ndan sonra doğan ilk cumhurbaşkanı Macron ataleti, unutturmayı, başka tarafa bakmayı yeğlemiyor. (“Ama aynı Macron…” diye başlayacak eleştiriler geçerlidir, istirham ederim odağı kaçırmayalım.)
Bizim buraya gelince, örnekse “demokratik” muhalefetin eş başkanı/sözcüsü konumundaki Akşener ise ilk kez 1973’te senatoya girmiş, iki dönem başkan yardımcılığı da yapmış 78 yaşındaki Biden’e siyaset dersi vermeyi de ihmal etmeden yaptığı açıklamada, “yüce Türk milletinin tarihinde başımızı öne düşürecek, utanılacak, saklanacak hiçbir şey de yoktur” diyor. Konumuz Akşener değil. Konumuz Akşener’in sözkonusu açıklamasının layıkıyla yansıttığı zihniyet ve içinde durakaldığımız çıkmaz sokak.
Nitekim aciz bendeniz de diyorum ki, "yüce" olmak iddiası taşıyan milletlerin, diğer deyişle "büyük" devletlerin istisnasız hepsinin tarihinde, doğası gereği ve bugünden bakışla, üzerine düşünülecek, tartışılacak, yüzleşecek dolayısıyla utanılacak bölümler (elbette) vardır. O yüzleşmenin bugünün seçmeninde en soldan, en sağa alıcısı olmayabilir. Böyle bir toplumsal talep bulunmayabilir. Yoktur da ülkemizde, teslim edelim. Buna karşılık, her yere (hak ettiği için) cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün heykelini diker, resmini asarız da, yıl 2021 olmuş, bir biyografisini yazıp, okutamamışızdır işte.
Dönüşüm, onu deneyen hiç bir ülkede öyle kolay olmamış. Almanya’da bugün başkent Berlin’de tarihi parlamento binasından kafanızı uzatın, gözünüz “holokost” anıtına takılır. Şansölye Brandt’ın Varşova’da diz çökmesi 1970. Geçmiş II. Dünya Savaşı’nın bitmesi üzerinden çeyrek yüzyıl. O tarihte dahi toplumda destek veya talep yok. Fransa’da II. Dünya Savaşı’ndaki “tuhaf yenilgi”, Çinhindi, Cezayir, aralıksız savaşlar derken iş gelmiş De Gaulle’e suikast ve darbe girişimlerine hatta iç savaş tehlikesine dayanmış. ABD’de başkan JFK (1963), başkan adayı RFK (1968), MLK (1968) suikastleri peş peşe beş yıla sıkışmış, 20 yıl süren Vietnam Savaşı ancak 1975’te bitmiş.
Kendimce pek çok kez kullandığım “yan yana değil, iç içe ve insan gibi yaşamaksa amaç” diye bir formülüm var. Kadri Gürsel’in de “toplum olamayıp, toplama dönüşmek” saptaması. Murat Sevinç hocamız ise İrfan Aktan’la söyleşisinde “bir arada yaşamak ülküsünden çok, ‘bir olarak yaşamak’ zorunluluğu” olarak tanımlıyor özetle cumhuriyet tarihimizdeki tersten dönüşümü. İşte bana kalırsa tüm bunlar hep, Ermeni Soykırımı konusuna da bir yerinden dokunuyor. Kürt Sorunu, LGBTI-Q hakları, Alevilik ve daha pek çok ilanihaye klasör kapakları açılmadan rafta duran “dosya” gibi.
Ulusal marşımız “korkma” diye başlıyor ya, düşünmeye, okumaya, tartışmaya, yüzleşmeye cüret etmekten çekinmemek, korkmamak gerek. Gereken de, yakışan da bu değil midir? Yoksa ben de sözcüklerle oynaşmayı bilirim, ben de hariciye memuriyetimde kendime göre epey konuşma notu, basın açıklaması yazmışımdır, fena da yazmamışımdır hani. Sözcülük adı altında laf çevirmekse, retoriğin şehvetine teslim olmaksa maksat, orası kolay. Kibir dağlarının zirvelerine doğru yürüyüşe geçmeye, yargı dağıtmaya kalkışmaya gerek yok. Yok, maksat evrensellik, çoğulculuk, ilerleme, sağaltım, aydınlanma, özgür bireyler olarak dilediğimizce mutluluğun peşinden gitmekse, gerçek önderlik, öncülük, kılavuzluk apayrı bir sağduyu ve uzgörü; eski terimleri yeğlersek, basiret ve dirayet de gerektiriyor.
Büyükbabamın babası 17 Nisan 1922’de Berlin’de “Nemesis” kapsamında öldürülmüş. ASALA terör eylemlerine onlarca şehit vermiş Dışişleri Bakanlığı’nın meslek memurluğunda neredeyse yarısı savaş ortamlarında olmak üzere hasbelkader yirmi yıl bulundum. Haydi eklemiş olayım, 29 Ekim ve 23 Nisan günleri camıma bayrak da asarım. Yinelemem gerekirse bugün sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, yurttaşlarımız olsun olmasın tüm Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum.
Bunu yaparken muradım da, yukarıdaki işaret ettiğim üzere, ne sıramı savmak, ne aradan çekilmek, ne kendimi temize çıkarmak, ne aynaya bakıp kendimden ve ülkemden tiksinmek. Özcesi mesele “başımızı öne eğmek, utanmak, saklamak” değil, belki bir nebze olsun yüzleşme ve dönüşüm olasılığını canlı tutmak.
*ABD ülkesine “Amerika Birleşik Devletleri” diyoruz. Oysa teker teker o federe devletlerin her birinden söz ederken “eyalet” terimini yeğliyoruz. Acep neden? Bu durum bence aydınlatıcı bir tür “akıl (veya bilinç) tutulması” göstergesi, başka deyişle, yine düşünmeye cüret etmenin reddi.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI