Amerikan seçimlerini izlerken: Garabete karşı tuhaflar
Harris bütün bir münazara boyunca Trump’a acıyarak baktı. Yalnızca her iki adayın destekçilerinin de aklından geçeni, seçmen kitlesinin duymak istediği o cümleyi kurdu: Sen rezilsin.
Seçim münazaralarının ikinci turu gerçekleşti. Rüzgar tersine dönmüş gibi. Harris, bütün bir münazara boyunca sükûtunu korudu, Trump’ı sakin sakin tokatladı. Trump ise ter ter tepindi, bütün hışmıyla saldırdı, akla hayale gelmeyecek ırkçı vecizeler yumurtladı.
Buraya kadar yeni bir şey yok aslında. Demokratlar, Trump’ın karşısına koydukları üç adayda da (Hillary Clinton, Joseph Biden, Kamala Harris) aynı etkiyi yaratmaya çalıştılar: Bu deliye değil, akl-ı selimle hareket eden bize oy verin. Yenilik, bu mayanın bu kez tutmasında.
2016, 2020 ve 2024 seçim münazaralarını izleyin, farkı görürsünüz. Clinton, yüzünde “Ay şu rezilliğe bakın” diyen bir gülümseme, Trump’ın saçmalık tufanı karşısında dut yemiş bülbüle dönüyordu. 2020’de aklî melekeleri kısmen yerinde olan Biden, Trump’ın salvolarını savuşturamyor, en sonunda “Ulan bir sus be adam!” (“Oh just shut up man!”) diye acizce çıkışıyordu. (Biden’ın 2020’de kazanması, vaatlerine ya da seçim performansına değil, Trump’ın pandemi sürecini çok kötü yönetmiş, George Floyd isyanını da kendi kitlesinin istediği kadar hışımla bastıramamış olmasına bağlıydı.) 2024 yılındaki facia ise zaten malûm.
Harris ise bütün bir münazara boyunca Trump’a acıyarak baktı. Ne Clinton gibi “Ay görüyor musunuz ne dedi!” tavrı takındı, ne Biden gibi serzenişte bulundu. Yalnızca her iki adayın destekçilerinin de aklından geçeni, seçmen kitlesinin duymak istediği o cümleyi kurdu:
Sen rezilsin.
Clinton’un da Biden’ın da aman politik doğruculuğumuz bozulmasın diye söyleyemediği lâf.
Sekiz yıldan beri Demokrat Parti ilk defa taarruzda. Artık onlar da bel altı vuracaklar.
Hayırlı olsun.
***
Trump ne yaptı peki?
İlk defa savunmada kaldı. Görünüşte ne kadar saldırgan tutum takındıysa da bu, esas zayıflığını örtme çabasıydı. Esas zayıflığı ise son birkaç ayda Demokrat Parti’nin Trump’ın tüm silahlarını elinden bir bir alıp kendisine doğrultmuş olması.
Bu silahlardan en büyüğü, militarizmle kanun-nizam.
Trump, Demokratlar’ın aksine saldırganlığını gizlemeyen, ordudan terhis olan askerlerin iyi muamele görmediğinden yakınan, Irak ve Afganistan yenilgilerine isyan eden, hışmın Çin tehdidine yönelmesini savunan bir siyasetçi. Demokratlar’ın aksine Arap ve Müslüman oyu garantileme derdi de olmadığı için İsrail konusunda da daha rahat kabadayılık edebiliyor. Başkanlığı döneminde NATO üyesi ülkelerin de silahlanma yarışına katkıda bulunmasını, askerî bütçelerini artırmasını talep etmişti. Çin ve Kuzey Kore’yle gerilimleri tırmandırmıştı. 2020 münazaralarında da Biden’ı George Floyd isyanının popüler talebi olan polisin ödeneğini kesmeyi planlamakla suçlamıştı. Biden’ın diyebileceği tek şey ise “Hiç de bile!” olmuştu.
Harris ise sık sık Biden döneminde Rusya ve Çin’e karşı kurulan yeni askerî ittifaklardan dem vurdu. Amerikan ordusunun dünyanın en ölümcül (evet, aynen bu sözlerle) ordusu olduğunu gururla söyledi. Kendi başsavcılık meslekî geçmişini öne sürdü (ABD’de bu makam konusunda bir kuvvetler birliği söz konusu: Başsavcı seçimle gelir, ancak hem kolluk kuvvetlerine hem yargı makamına bağlıdır), Trump’ın hüküm giydiği suçları gündeme getirdi. “Ben tüm kariyerim boyunca İsrail’i savundum, ama haddinden fazla Filistinli öldü” diye bir de sol kroşe – sağ yumruk çekti. Ölümcül darbe ise Trump’ın FBI’ın ödeneğini kestiğinin hatırlanması oldu. Kimmiş polisi parasız bırakan!
Gerçekten de Demokratlar’ın geçtiğimiz dört yılda Rusya, Çin, Yemen ve Filistin karşısında gösterdikleri saldırganlık, Trump-gillere parmak ısırtır boyutta. Harris de buna güvenerek rahat rahat saldırdı.
İkinci silah, ekonomi.
Muhalefette kaldıkları son dört yıl boyunca Cumhuriyetçilerin en çok yüklendikleri alan, Biden’ın çelişkili ekonomik performansı oldu. Özellikle 2020-2022 yıllarında pandemi ve Ukrayna savaşının etkisi altında enflasyon tırmanmış, ticaret aksamış, grevler çoğalmış, Biden da işçi sınıfına rüşvet-i kelam etmek durumunda kalmıştı. Cumhuriyetçiler de bu vesileyle ekonomik milliyetçilik kartına oynamış, Demokratlar’ın ülkeyi sanayisizleştiren küreselci politikalarına yüklenmiş, Amerikan işçisinin daha iyi şartları hak ettiğini söylemiş, Çin “tehdidine” vurgu yapmıştı. Bu arada Demokratlar’ın çevreci kesimlerden oy toplama çabası içinde olduğunu bildiklerinden onları petrol sanayisinden imtina etmekle suçlamışlardı. Trump’ın ekonomi konusundaki söylemi de bu saiklerden hareket etti.
Ancak 2022-2024 yılında ekonomi biraz olsun toparladı. Harris de buna güvenerek yeşil ekonomiden girdi, kaya petrolünden (fracking) çıktı. Yeşil ekonominin Trump’ın o çok sevdiği sınai istihdamı yükselttiğini, Trump döneminde ise bu iş kolunun küçüldüğünü söyledi. Israrla kaya petrolü çıkarmanın yasaklanmadığını, tam tersine Biden döneminde hızlandığını söyledi. (Yine sol kroşe, sağ yumruk!) Artık Trump’ın adıyla özdeşleşmiş “temiz (!) Amerikan kömürü” lâfının bir türevini de Harris’ten duyduk: Amerikan petrolü! Yani ekonomik milliyetçilikte de Trump’ı sağ'layabileceğini gösterdi Harris. İstihdam, sağlık sigortası, küçük işletmelerin durumu vb. konularda ise aynı sözü tekrarlayıp durdu: Bir planımız var.
Üçüncü ve belki en önemli silah, normallik.
Yanlış okumadınız.
Trump’ın tüm siyasi kariyeri, varolan siyasi kurumların Amerikan halkının iradesini kısıtladığı, alaşağı edilmeleri gerektiği söylemi üzerine kurulu. Yani halkın halihazırda var olan taleplerinin açığa çıkması gerektiği. Bir siyasi hareket olarak Trumpçılık, elbette bu talepleri üretiyor da, ama bütün sağ hareketler gibi bu gerçeği yadsıyor. Bu söylemin gelip dayandığı yer, 2025 Projesi diye bilinen faşist manifesto (bu belgeye Cumhuriyetçiler’i incelediğimiz yazıda döneceğiz). Trump’ın siyasi muhayyelesinde bir Amerikan halkı var, bu halk göçmenleri kovmak, Çin’le savaşmak, erkek egemen aileler kurmak istiyor. Çünkü Amerika bu. Amerika’nın yeniden en büyük olmasına engel olanlar ise göçmenleri sınırdan içeri sokan, “cinsiyet ideolojisi”ni dayatan, siyasi doğruculuğa dayalı sahte kibarlıkla da Amerika’nın sesini kısan liberal “nizam” (establishment). İki okyanus kıyısında avokadolu tost yiyip frappucino içip gökkuşağı renkli tişörtler giyip pahalı yerlerde oturup iç bölgelerdeki yoksul beyazlara ahlâk dersi vermeye kalkan züppelerin nizamı bu.
Harris’in bu söyleme en büyük cevabı, Tim Walz’ı Başkan Yardımcısı Adayı yapması oldu. Sendikal hareketten gelme bir öğretmenken Minnesota Valiliği’ne kadar yükselmiş, “normalin normali” bir adam. Sık sık kendisinin bir taşra üniversitesinden, karşı tarafın Yardımcı Adayı JD Vance’in ise o pek nefret ettiği seçkin okullardan Yale’den mezun olduğunu vurguluyor. Ama en büyük golü, Temmuz ayında bir röportaj esnasında attı: “Bu karşı taraftaki tipler, bir tuhaflar. Kitaplarımızı elimizden almak, sınava girdiğimiz odalara girmek istiyorlar”. İşte bu “yahu bir tuhaflar bunlar” sözü, Trump’ı ilk defa savunmaya iten söz oldu.
O tarihten beridir Trump ve avanesi, saldırıya geçecekleri yerde “Tuhaf olan esas sizsiniz” diye savunmadalar. Bu tavır, Trump’ın bütün münazara performansına sinmişti. Harris “Geçmişe yönelik düşünmeyelim, geleceği planlayalım” mesajı verip Trump’a omuz silkiyordu. Trump’ın bütün derdi günü ise Harris’le uğraşmak, esas “tuhaf” olanın Demokratlar olduğunu kanıtlamaktı. Tüm tuşlara basarak bölüm geçmeye çalışan bir video oyuncusu gibi. Bu arada da kendisi için bile en tuhaf sayılabilecek, akıl dışı bir özdeyişe imza attı: “Hapishanedeki kaçak yabancılar üzerinde cinsiyet değiştirme operasyonları yapıyorlar!”
Ne?
***
Bütün bu düello, işin siyasi retorik boyutu. Burada Harris, maçı üç-sıfır önde bitirdi. Ama işin bir de somut politika boyutu var. Bu boyutta Demokratlar’ın garabeti, Cumhuriyetçiler’in tuhaflığından geri kalmıyor.
Gördüğümüz gibi, Harris’in retoriği Trump’ı “sağ'lamak” üzerine kuruluydu. Militarizmden normalliğe, İsrail’den Çin ve Rusya karşıtlığına Harris, “Biz Trump’ın yaptıklarını ondan daha iyi yaparız” mesajını verdi. Tüm konuşması boyunca Dick Cheney, George W. Bush gibi Trump öncesi Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen isimlerinin kendisini desteklediğini söyledi. Yukarıda bahsettiğimiz “Sen rezilsin” sözünün bile bağlamı tam da bu sağlama manevrasıydı: “Seninle çalışmış generallerle konuştum. Hepsi diyor ki, sen rezilsin.” Ben demiyorum, benim (esmer halklar mensubu, ezilmiş kesimden, kadın, işçi vb.) seçmenim de demiyor. Generaller diyor!
Harris bir yandan Trump’ı sağlamaya çalışırken, bir yandan da soldaki seçmene seslenmeye çalışıyor. Demokrat Parti Konvansiyonu’nu anlattığımız yazıda görmüştük: Gecenin yıldızları generaller ya da iş adamları değil, solcu diye nam salmış siyasiler, sendika liderleri, ilk siyah Başkan Obama vb. idi. Burada ne söylendiğinden çok kimin söylediği önemliydi. Vitrinde kimin olduğu. Elma da demesini bileceksin, alma da!
Bu sağlı-sollu girişme taktiğinin doğrudan bir sonucu, somut politika önerisi olarak hiçbir şey söylenmemesi, en can alıcı meselelerin “oraya bir gelelim de hele bir düşünürüz” diye hasır altı edilmesi. Trump dönüp dolaşıp “Sınırdan suçlular giriyor, kedilerimizi köpeklerimizi yiyorlar” diye tepindi; buna mukabil Harris, sağlık sigortasından ekonomi politikasına her şeye “merak etmeyin bir planım var” tekerrürüyle cevap verdi. O planların ne olduğu muamma elbette.
JD Vance, bu durumu Harris’in yüzüne vurmaya çalışıyor şimdi. Her röportajında Harris’in nabza göre şerbet verdiğini, konuştuğu herkese farklı mesaj verdiğini, tutarlı bir politika gütmediğini, şu meşhur planlarını da bir türlü halka açıklamadığını söylüyor. Trump’ın tuhaflığını dengeleyen akılcı unsur. Kim derdi ki şu tuhaf faşistin yardımcısı, karşı tarafı aklıselime davet edecek? Ama politikasızlığın sonucu bu.
Bozacının şahidi şıracı derler. Tüm bu şaklabanlığı en güzel teşhis eden, bir meddah oldu. Hem de ne meddah. Filistinli – Amerikalı komedyen Sammy Obeid, hayatı boyunca üçüncü parti adaylarına oy verdiğini gizlemiyor. Filistin meselesinden dolayı Harris-Walz ikilisine oy vermeyeceğini açıklayan bir sürü seçmenden yalnızca biri değil yani, tutarlı biçimde iki parti sistemine karşı. Harris’in adaylığıyla ansızın yükselişe geçen Demokrat Parti politikasızlığını da şöyle anlatıyor:
Önceki stratejilerine bakın: Zaten sahip olmadığımız demokrasiyi korumak için bu adamı durdurmak zorundayız filan diyorlardı. Şimdi sadece “Ha, o mu? O işte biraz tuhaf” diyorlar. (Harris’in babasının da Trump’ın da adının Donald J. olmasına atıfla) Bu da ancak babanız için söyleyeceğiniz bir şey: “Kim, o mu? Valla tanımıyorum, bir tuhaf.”
Ancak Harris’in mayası tutuyor.
Amerika, siyasetten uzak durmaya çalışan bir toplum. Oy verme oranları yüzde 50’nin üzerine nadiren çıkar tarihsel olarak. Trump, pandemi, isyanlar, Filistin meselesi, enflasyon, savaşlarla geçen sekiz yıl boyunca kaderlerine razı, durumları kötüleşse de bir şekilde yollarına devam eden milyonlarca vatandaş bir anda siyasetle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Bütün ömrünü şehir dışındaki müstakil evler, bulabilirse iş, gürültülü barlar, sanal alemler ve devasa otoyollar arasında geçiren bir Amerikalı için ne korkunç bir şey!
(Birkaç yıl evvel hatırlıyorum, Biden yeni seçildiği zamanlar bir barda karşılaştığım bir komedyen de benzer bir şey söylüyordu. “O ne kötü zamandı öyle, her hafta bir skandal! Her yerde, her yerde Trump. Halbuki şimdi Başkanım.... Herifin biri. Çok mutluyum.”)
Eh, böyle bir kitle de planın ne olduğuyla filan ilgilenmez. Birinin planı olsun, yeter.
Galiba Trump-giller seçim kaybederse buradan kaybedecekler. Bir sonraki yazıda göreceğiz.