31 Mayıs 1972’de, İtalya’nın kuzeybatısındaki Peteano köyünde jandarmalar rutin araç denetimlerini yaparken bir otomobil patladı ve 3 jandarma öldü. Carabinieri, İtalyan devletinin yasal kır polisiydi. Ama üçünü öldüren bombanın da bir şekilde devlete ait olduğu ortaya çıkacaktı. İtalyan yargıç Felice Casson, Solcu silahlı örgüt Kızıl Tugaylar’ın üstüne yıkılan patlamaya ilişkin dosyayı 1984'te tekrar açtı. Olay yeri inceleme yapılmamış, patlamayı solcuların üstüne atan teknik raporu faşist bir paramiliter gruba mensup ‘bilirkişi’ hazırlamıştı. Casson yakaladığı ipin ucunu bırakmadı. Altı yıl boyunca ‘devlet yetkilileri’ ile yazıştı. Bulduğu her iz onu NATO iltisaklı Gladio örgütüne götürüyordu.
24 Ekim 1990’da, İtalyan başbakanı Giulio Andreotti, Gladio’nun varlığını ilk kez resmen kabullendi. Bunda yargıç Casson’un elde ettiği şüphe götürmez delillerin yanı sıra –hatta bundan daha çok– batı demokrasileri olarak adlandırılan kapitalist devletlerin mimarisindeki restorasyonun da etkisi vardı. ‘Doğu Bloku’ çözülmüş, Berlin Duvarı yıkılmış ve ‘kapitalist enternasyonal’in örgütlediği bu küresel ölçekteki antikomünist terör örgütünü, onun kara geçmişini taşımanın eski anlamı kalmamıştı. Gladio, çarpıtılmış, eksik ve nihayetinde gerçeğin tam tersini gösteren bir imajla, ‘kontrolden çıkmış özel harp yapıları’ olarak gösterilecek; son derece sınırlı, neredeyse ‘tetikçiler’ düzeyinde kalan tasfiyeler bir temizlik, arınma gibi pazarlanacaktı.
İtalya’daki adıyla Gladio’nun, ‘komünizm tehlikesine karşı’, Portekiz’den Türkiye’ye, İsveç’ten Yunanistan’a kadar birçok ülkede örgütlendirildiği; bu kontrgerilla örgütlerinin, kendi yerel burjuva devletleri ve bürokrasisiyle uyum ve işbirliği içinde olmakla beraber, Brüksel’deki NATO karargâhından orkestra edildiği; başlıca finansmanın ABD (özellikle CIA) tarafından sağlandığı; bombalı katliamlardan askeri darbelere, suikastlardan kitle provokasyonlarına dek çok sayıda suçun faili olduğu ortaya çıkmıştı aslında. Ama Batılı müttefikler, 40 yıllık ‘soğuk savaş’ süresince elinde tuttuğu kanlı bıçağı, sanki onun başlıca mağduruymuş gibi davranarak temizliyordu. Devasa kapitalist propaganda aygıtı, bu tip devlet uzantılarını, “kontrolden çıkmış özel harp daireleri” gibi, “en büyük zararı demokrasiye vermiş paramiliter işgüzarlıklar” gibi tarif etti. Bunların, milliyetçi-faşist grupların eline geçerek yozlaşmış, marjinalleşmiş askeri birimler olduğu yönünde bir hikâye kuruldu.
Gladio’nun devletlerle ilişkisini, bu ilişkiyi tanımlıyor/adlandırıyor -muş gibi yaparak örten ‘derin devlet’ temelli açıklamalar, sorunun NATO ve tüm kapitalist Batı sistemine içkin yanını gözlerden kaçırmaya yarıyordu. ‘Derindeki devlet’in suçlanması, aslen ‘yüzeydeki devlet’in aklanmasıydı. Küresel sermaye, bir ara neredeyse kendisinin bile inanır olduğu ‘nihai kapitalist zafer’ propagandasının özgüveniyle “tarihin sonu” dediği, ama en fazla “90’ların başı” olarak kalacak süreçte, eski bagajlarının bazılarından arınmış bir yeni burjuva devlet inşa etmekteydi zira. Küresel pazarın istilası ve küresel sermayenin ihyasına eşlik eden bir neoliberal inşa... Hantal, bürokratik, bak işte ne hınzırlıklara yol açan, ‘derin devlet’ falan olarak yoldan çıkan devleti küçültmek, ‘meşru’ bir eylem gibi görünüyordu.
Bu liberal peri masalının arkasında, çalışan sınıfların mücadeleyle kazandıkları ve bizzat o sınıflardan gelen ‘sosyalizm tehdidi’ korkusundan tanınmış haklarının ilgası; sendikaların, toplumsal örgütlerin ve giderek bizzat toplumun tasfiyesi; insanlığın bir emek cehennemi ve tüketim pazarı olarak yeniden örgütlenmesi gerçekleştiriliyordu. İkincil ve üçüncül halka durumundaki ülkelerde tüm toplumsal kriz dönemlerine müdahale için kullanılan, uluslararası kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu dönüşümleri tetikleyecek şekilde, askeri darbelere varan eylemlere girişen Gladio, gerçekte devletlerden ya da merkez karargâhından bağımsızlaşmış yahut yanlış ellere geçmiş değildi. Bilakis, açığa çıkışı ile de görevini sürdürüyordu.
* * *
Türkiye’de kontrgerilla adı 12 Mart darbecilerinin işkencelerinde açıkça zikredildi. 1974’te Başbakan Ecevit, örtülü ödenekten büyük bir fon isteyen Genelkurmay Başkanı’ndan, bunun ‘Özel Harp Dairesi’ için kullanılacağı yanıtını aldı. Yıllar sonra, “Başbakan olmasına rağmen o gün o dairenin adını ilk kez duyduğunu” söyledi. Üstelik dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, ‘daire’nin daha önce ABD tarafından fonlandığını da söylemişti.
68 gençlik hareketi toplumu dönüştürecek bir enerji yaratarak zirveye tırmanırken Kanlı Pazar ve 12 Mart darbesi; 74’ten sonra yükselen işçi hareketi ve sol iktidara yürürken 1 Mayıs 77, Çorum, Maraş gibi katliamlar ve 12 Eylül darbesi; 90’larda işçi hareketi yeniden boy gösterir ve sol kitleselleşirken Sivas, Gazi katliamları, Kürt yoksul köylüsünün isyanına karşı ‘özel savaş’… ‘Daire’, Türkiye’nin temel dönüşüm süreçlerine eşlik edecek şekilde, egemen sınıfların ihtiyaçlarına uygun eylem ve sonuçları ya bizzat üretti ya da bu olayların yolunu açtı, fitilini ateşledi. ‘Derin devlet’, ‘Susurluk’, ‘Ergenekon’ gibi spekülatif indirgemelere tecrit edilerek belirsizleştirilip sürekli yeniden üretilen bir devlet fonksiyonu olarak iş gördü. Tıpkı öteki ülkelerde olduğu gibi, kendi açığa çıkışı ve sözde tasfiyesi ile yeniden doğdu.
2015, Türkiye’nin o ‘dönüşüm’ yıllarından biridir. 7 Haziran seçimlerinde oluşan siyasi tablonun ortadan kaldırılması ve Türkiye devletinin bugünkü noktasına gelen rekonstrüksiyonu; aslında egemen sınıfların siyasi bölünmüşlüğünü (hukuki ve iktisadi ‘zor’u da kullanarak) ortadan kaldırma ve yine bugün en dolaysız sonuçlarını yaşamaya başladığımız neoliberal krize karşı, burjuvazi-bürokrasi koalisyonunu korumaya odaklanan bir güvenlik devletinin inşasıydı. OHAL rejimi, 16 Nisan’daki yapısal değişim ve 24 Haziran, bu inşanın adımları olarak, devlet ve sermaye sınıflarının ortaklığında gerçekleşti. ‘Tek adam’, sürecin ve sonucun öznesi değil formuydu.
Bu dönüşüme giden yolda atılmış en simgesel adımlardan biri ‘10 Ekim’dir. 77 1 Mayıs katliamı nasıl 12 Eylül devletinin inşasına giden yolda iş gördüyse, 10 Ekim Gar Katliamı da sermaye ve siyasi iktidar lehine girişilen bu güvenlik devleti inşasında iş gördü. Türkiye’nin, yeniden çatışma alanı haline gelen Kürt sorununu, şiddet yoluyla değil, evrensel haklar ve demokratik gelişimle çözme talebinde bulunmak, bütün bir bölge için tehlike hale gelen egemen iç ve dış siyaseti protesto etmek için ülkenin başkentinde buluşan kalabalıklara yönelik vahşi bir saldırıydı. Emek ve meslek birliklerinin, toplum örgütlerinin, solun, barış yanlılarının oluşturduğu kalabalığa hem fiziki hem simgesel bir taarruz…
Bugün, ekonomik koşulların hızla değiştiği/değişeceği bir yeni sürecin içindeyken, kendisini bu alabildiğine merkezileşmiş, yeni güvenlik devletinin olanakları altında daha korunaklı hisseden sermaye sınıfları yönetime her fırsatta ‘tam güven’ açıklarken, 10 Ekim’de saldırıya uğrayan topluluğun simgesel önemi daha görünür hale geliyor. Gar katliamı, hedef aldığı toplumsal kesimler ve katliamın ardından gelen temel dönüşümlerle birlikte ele alındığında, sadece siyasi ve hukuki sorumluluk açısından değil, bu yeni iktidar blokunun oluşumundaki rolü açısından da deşifre edilmesi gereken tarihsel bir suçtur. Diğer yandan, Ankara Garı önünde saldırıya uğrayan toplumsal ve sınıfsal panorama (örgütlü emekçiler ve sol), Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu krizin, bu yeni devletin zoruyla toplumun sırtına yıkılmasına direnç gösterebilecek tek alternatiftir.
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde emek örgütleri o saldırının gerçekleştiği noktada buluşuyor. Türkiye’de rejimin ve devlet aygıtının –durumu hafifleten bir adlandırmayla– ‘tek adam’ yönetimi denilen merkezileşmesi; temel siyasi ve hukuki sorunların ekonomik mücadelelerle bağıntısının kurulmasını da kolaylaştıran bir başka merkezileştirici etkiye daha sahip. Demokrasi ve hatta laiklik sorunlarının, hariciye maceraları ve facialarının, toplumsal çatışma ve çöküşlerin, ekonomik buhran ve sonuçlarının merkezileşmesine karşı, sorunu bunlardan birine indirgemeyen ve tümüne ilişkin aynı kaynağı işaret eden merkezi ve birleşik bir mücadele için olanaktır bu. Barış Günü vesilesiyle, 10 Ekim’de yitirilen canların huzurunda buluşacak olan örgütlü emekçiler ve sol; krizin kitlelerin rejimden uzaklaşması için tek başına yetmeyeceği, hatta tam tersi sonuçlar yaratabileceğine dair tarihsel deneyime sahiptir. Bu tecrübelerden yola çıkan bir yönelim için 1 Eylül ve 10 Ekim iki önemli sembol olarak katalizör olacaktır belki…