10 günde çöken 54 yıllık Esad Rejimi ve Suriye'nin yarını
Suriye’de uluslararası toplumun arabulucu rolü kritik öneme sahip. Denge mümkün ancak başta Kürtler, Araplar ve HTŞ olmak üzere tüm grupların siyasi temsiline ve güvenlik garantilerine bağlı.
Suriye’de 54 yıl boyunca Esad ailesinin demir yumruğuyla şekillenen bir rejim, 13 yıl süren iç savaşın tüm dehşetine direndi, fakat tarihin en hızlı siyasi çöküşlerinden birine tanıklık ederek 10 günde yerle bir oldu. Bu hikâye, sadece bir rejimin değil, onun temelini oluşturan korkunun, baskının ve dış destekle şekillenen bir otoriterliğin çözülüş hikayesidir.
Esad rejimi, Hafız Esad’ın 1970’te yaptığı darbe ile kuruldu. Baas Partisi ideolojisini benimsemiş gibi görünse de, rejim aslında mezhepsel bir oligarşi üzerine inşa edilmişti. Nusayri azınlık, özellikle ordu ve istihbarat mekanizmalarında mutlak hakimiyet sağladı. Bu yapı, Sünni çoğunluğu sistemden dışlayarak baskıcı bir düzen kurdu. Hafız Esad’ın yönetimi, 1982’de Hama’da gerçekleştirilen katliamla perçinlendi; on binlerce insanın ölümüne yol açan bu olay, rejimin "itaat etmeyen herkesin düşman olduğu" anlayışını gösterdi. Hafız Esad, bu katliam sonrası yaptığı bir konuşmada “Hama’yı yok ettik, Suriye’yi kurtardık” diyerek, rejimin şiddeti bir kurtuluş aracı olarak gördüğünü ilan etti. Beşar Esad ise babasının mirasını devralarak 2000 yılında iktidara geçti. Modern ve reformist bir lider olarak lanse edilmesine rağmen, Beşar, aynı baskıcı mekanizmaları daha ince yöntemlerle devam ettirdi.
ARAP BAHARI VE SURİYE
2011’de Dera’da başlayan protestolar, Arap Baharı’nın Suriye’ye yansımasıydı. Halk artık 50 yıl süren yolsuzluk, keyfi yönetim ve baskıya karşı dayanamayacağını haykırıyordu. Protestocuların talepleri başlangıçta basitti: Özgürlük, demokrasi ve insan hakları. Ancak rejim, reform sözü vermek yerine şiddetle cevap verdi. Beşar Esad, "Bu ülkenin kontrolünü kaybedersek, Suriye yanar. Benimle ya da kaosla yaşamak zorundasınız" diyerek halkın taleplerine kulak tıkadı. Rejim, güvenlik güçlerini halkın üzerine saldı. Bu, protestoları susturmadı; tam tersine, Suriye’nin her yerine yayılan bir isyan dalgasını tetikledi.
Bu olay, dünya tarihindeki pek çok otoriter liderin sonunu hatırlatıyordu. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin “Halkın refahını arttırıyorum, ama onlar benim gitmemi istiyor” sözleriyle kendi halkından kopuşu, Esad’ın “terörist” ilan ettiği muhaliflerle bağını tamamen kopardığı duruma benziyordu. Suriye’de isyan dalgası büyürken, muhalefet, birleşik bir çatı oluşturamadı. Özgürlük ve demokrasi isteyen laik kesimler, silahlı İslamcı gruplarla aynı safta mücadele etmek zorunda kaldı. Bu durum, iç savaşı daha da karmaşık hale getirdi ve rejimin işine yaradı.
Suriye’de iç savaş, rejimin kendisini korumak için gösterdiği şiddet kadar, muhalefetin bir türlü birleşememesiyle de şekillendi. Muhalifler özgürlük ve demokrasi talep ederken, Esad rejimi mezhepsel çatışmayı körükleyerek halkı birbirine düşürdü. Nusayri azınlığı rejime bağımlı hale getirirken, Sünni çoğunluğu radikal gruplara yönlendirdi. Rejim, yolsuzlukla zayıflayan ekonomiyi kontrol edemedi; Kürt bölgelerinde PYD güçleri, doğudaki petrol sahalarını ele geçirerek kendi yönetimlerini kurdu. Esad’ın halkı aç bırakma politikası, rejimin suç dosyasını daha da kabarttı. İnsan Hakları İzleme Örgütü, rejimin sadece Saydnaya Hapishanesi’nde 13 bin kişiyi infaz ettiğini belgeledi.
Tarih, halkına kulak tıkayan rejimlerin benzer kaderleriyle doludur. Romanya’nın devrik lideri Nicolae Ceaușescu’nun halkı açlığa mahkum eden politikaları, Esad rejiminin abluka stratejilerine benziyordu. Ceaușescu’nun "halkımız fedakarlıkla büyüyor" iddiası, Esad’ın “direniş gösteriyoruz” açıklamaları kadar gerçek dışıydı. Her iki lider de kendi halkını düşman ilan etmiş, bu düşmanlıkla sonlarına yürümüştü.
ULUSLARARASI DENGELER VE SURİYE
Dış müdahaleler, iç savaşı daha karmaşık hale getirdi. İran ve Hizbullah, mezhepsel dayanışma adına rejime destek sağladı; Rusya, hava saldırılarıyla Esad’ın elini güçlendirdi. Ancak bu destekler bile rejimin temel zaaflarını örtmeye yetmedi. Esad, Batı’nın gözünde bir "parya" haline geldi. Özellikle 2013’teki Ghouta kimyasal saldırısı, rejimin uluslararası meşruiyetini tamamen bitirdi. ABD ve Avrupa Birliği, muhaliflere destek verse de bu destek koordinasyondan yoksundu. Savaş, Suriye’nin hem fiziki altyapısını hem de sosyal dokusunu parçaladı. BM’ye göre, 2024’e gelindiğinde nüfusun yüzde 80’i yoksulluk içinde yaşıyordu.
Suriye’nin rejim tarafından kontrol edilen bölgeleri, yavaş ama sürekli bir şekilde daraldı. Halkın rejime karşı öfkesi derinleşirken, ordu ve güvenlik güçlerinin moral düzeyi çökmeye başladı. 2024’te Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) liderliğinde başlatılan saldırılar, işte bu kırılgan yapıyı tamamen yıktı. HTŞ, kuzeyde ani ve koordineli bir saldırıyla rejimin savunma hatlarını çökertti. İsrail, rejimin hava savunma sistemlerini hedef alan saldırılar düzenledi; bu, HTŞ’ye hava üstünlüğü sağladı. Türkiye’nin Suriye Milli Ordusu’na (SMO) verdiği destek, HTŞ’nin ilerlemesini hızlandırdı. Kürtler, doğudaki petrol sahalarını tamamen kontrol altına aldı ve rejimin son kalan ekonomik damarını kesti.
BİR DÖNEMİN SONU
Son 10 gün, bir otoriter rejimin nasıl hızla çökebileceğini gösteren bir ders niteliğindeydi. HTŞ’nin saldırıları kuzeyden Şam’a kadar ilerlerken, rejim birlikleri savaşmadan geri çekilmeye başladı. Halk, yıllarca korkuyla baktığı rejimin düştüğünü görünce sokaklara döküldü. Şam’daki başkanlık sarayı kuşatıldı ve rejim, sabaha karşı tamamen çöktü. Beşar Esad, ailesiyle birlikte Lübnan’a kaçarken geride yıkılmış bir ülke bıraktı.
Suriye’de Esad rejiminin çöküşü, sadece bir diktatörlüğün değil, korkuya dayalı bir sistemin tarih sahnesinden silinişi oldu. Bu, halkların sesini bastırmak için şiddeti seçen her otoriter rejimin, bir gün o şiddetle yıkılacağını gösteren bir hikayeydi. Rejim, baskıya direnen halkın karşısında 54 yıl boyunca ayakta kalmıştı; fakat halkı susturmak için kullandığı tüm yöntemler, nihayetinde kendi sonunu hazırladı. 13 yıl süren savaşın bitirdiği toplum, sadece 10 günde rejimin sonunu getirdi.
Esad rejiminin çöküşü, Suriye’de bir dönemin sona erdiğini işaret etse de, bu durum istikrar veya barışın garantisi değildir. Ülkenin karşı karşıya olduğu tablo, tarih boyunca birçok otoriter rejimin çöküşünden sonra görülen kaos ve güç boşluğu senaryolarıyla örtüşmektedir. Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesi sonrası yaşanan iç savaş ve Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra ortaya çıkan parçalanmışlık, Suriye’nin geleceği için uyarıcı niteliktedir.
SURİYELİ MÜLTECİLER GERİ DÖNER Mİ?
12 milyon Suriyeli mültecinin geri dönüşü, siyasi ve güvenlik koşullarına bağlıdır. Savaşın yıkıcı etkileri, bu insanların evlerine dönmesini zorlaştırıyor. UNHCR raporlarına göre, mültecilerin geri dönüş kararını etkileyen en önemli faktörler, güvenlik garantileri ve ekonomik geçim kaynaklarının varlığıdır. Ancak şu anda Suriye’nin mevcut koşulları, bu iki temel ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır. HTŞ’nin kontrolündeki bölgeler, uluslararası toplum tarafından tanınmadığı için ekonomik izolasyon altındadır. Bu, temel hizmetlerin sağlanmasını imkânsız hale getiriyor.
Tarih, bir ülkenin parçalanmış bir toplumsal yapıya rağmen yeniden ayağa kalkmasının ancak adil ve kapsayıcı bir siyasi düzenle mümkün olabileceğini göstermiştir. Güney Afrika’da Apartheid sonrası süreçte Nelson Mandela’nın "ulus inşası" çağrısı, farklı toplulukların bir arada yaşayabileceğine dair bir örnek sunmuştu. Ancak Suriye’de mezhepsel ve etnik bölünmeler çok daha derin. Merkeziyetçi bir model yerine, İsviçre tipi kantonal bir yapı veya Irak’taki gibi federal bir sistem, Suriye için daha uygulanabilir görünüyor.
ESAD SONRASI SURİYE
Suriye’de çatışmaların devam edeceği neredeyse kesin. HTŞ’nin liderliğinde kurulan yönetim, radikal geçmişi nedeniyle hem içeride hem dışarıda büyük bir direnişle karşılaşacak. ABD ve AB’nin HTŞ’yi “ılımlı” göstermesi, kısa vadede HTŞ’ye uluslararası destek sağlayabilir. Ancak bu destek, HTŞ’nin otoriter uygulamalarını sürdürmesi halinde uzun ömürlü olmayacaktır. Rusya ve İran, kendi nüfuzlarını kaybetmemek için yerel milisleri harekete geçirebilir. Bu durum, 13 yıl süren savaşın yeni bir safhaya evrileceğini gösteriyor.
Türkiye’nin rolü ise kritik. Kuzey Suriye’de SMO aracılığıyla etkinliğini artıran Türkiye, aynı zamanda Kürt gruplarla olan ilişkilerini yeniden şekillendirmek zorunda kalacak. PYD’nin Suriye’nin doğusunda güç kazanması, Türkiye’nin güvenlik politikalarını daha agresif hale getirebilir. Ancak bu durum, Türkiye’nin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile ekonomik işbirliğini de karmaşık hale getirecek. IKBY’nin PYD ile ilişkiler kurma olasılığı, Türkiye’nin bölgedeki Kürt siyasetini bölme çabalarını zorlaştırabilir.
İran, Suriye’deki etkisini korumak için Şii milis grupları üzerinden yeni stratejiler geliştirecektir. Ancak Esad rejiminin çöküşüyle oluşan güç boşluğu, İran’ın Suriye’deki varlığını daha kırılgan hale getirdi. Irak, Suriye’den yayılan istikrarsızlığın sınırlarını aşmasını engellemek için bölgesel işbirliklerine yönelmek zorunda kalabilir. Bu, Türkiye, İran ve Irak arasında yeni bir denge politikasını zorunlu kılacak.
Suriye’de dengeli bir rejim modeli için, uluslararası toplumun arabulucu rolü kritik öneme sahip. Bosna’da Dayton Anlaşması ile sağlanan çok taraflı denge, Suriye için bir örnek teşkil edebilir. Ancak bu modelin başarılı olabilmesi, başta Kürtler, Araplar ve HTŞ olmak üzere tüm grupların siyasi temsiline ve güvenlik garantilerine bağlıdır. Suriye’nin geleceğinde barış mümkün, ancak bu barışın maliyeti büyük ve uzun vadeli olacaktır. Paul Collier’in dediği gibi, “Savaş sonrası bir ülkeyi yeniden inşa etmek, savaşı durdurmaktan daha zordur.” Suriye’nin geleceği, bu zorluğun üstesinden gelip gelemeyeceğine bağlı.