100 yıldan eski bir devlet pratiği: Gözaltında kayıplar
Yargı baskısı, polis şiddeti eşliğinde de olsa kayıplar için sürdürülen hakikat ve adalet mücadelesi devam ediyor ve belli ki son kayıp bulunana, son fail cezalandırılana kadar da devam edecek.
Gülseren Yoleri*
Türkiye’nin yüz yılına damga vuran en önemli insan hakları sorunlarından biri de insanlığa karşı suçlar bağlamında tanımlanan ve muhalifleri yok etmek ve toplumda korku ve belirsizlik yaratarak mücadeleden vazgeçirmek amacıyla uygulanan gözaltında/zorla kaybetmeler ve bu suça uygulanan kalın cezasızlık zırhıdır.
International Coalition against Enforced Disappearances (ICAED – Uluslararası Zorla Kaybetmelere Karşı Koalisyon) tarafından, halen Bangladeş, Hindistan, Mali, Pakistan, Meksika, Kolombiya, Sri Lanka, İran, Sudan, Lübnan, Irak ve Suriye’de işlenmeye devam edildiği açıklanan zorla/gözaltında kaybetme suçunun, Cumhuriyet tarihi bağlamında Ermenilere karşı 1915’te bilinen ilk örneğinden söz edebilirken, dünyadaki ilk örneği olarak, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'nda muhaliflere, Yahudilere ve diğer azınlıklara uygulanan Gece ve Sis programı gösteriliyor. Bilindiği kadarıyla zorla kaybetme benzer amaçlarla 1960 ,1970 ve 1980'lerde çok sayıda Latin Amerika ülkesinde yaygın olarak uygulandı. Arjantin, Şili, Kolombiya, Brezilya, Uruguay, Peru ve Guatemala‘da on binlerce kişi gözaltında kaybedildi. Sonrasında Sri Lanka, Suriye, Filistin, Pakistan, Filipinler, El Salvador, Nepal, Irak, İran, Cezayir, Pakistan, Balucistan gibi ülkelerde de kaybetme olayları yaygınlaştırıldı ancak bu ülkelerde de kayıp olayları halen aydınlatılmadı. Arjantin’de 46 yıldır adalet arayışını sürdüren Plaza De Mayo Anneleri'nin mücadelesinin 30. yılında aralanan adalet umuduyla bugün varılan nokta ise henüz nihai amaçtan oldukça uzak.
Roma Statüsü'nün "İnsanlığa Karşı Suçlar" başlıklı 7. Maddesi; "Bu tüzüğün amaçları bakımından 'insanlığa karşı suçlar', herhangi bir sivil nüfusa karşı yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenen aşağıdaki eylemleri kapsamaktadır”, Madde 7/1-(i) "Zoraki kayıplar", "Bir devlet veya siyasi bir örgüt tarafından ya da onların yetkisi, desteği ve bilgisi dahilinde, kişilerin gözaltına alınması, tutuklanması veya kaçırılmasını takiben, bu kişilerin uzunca bir süre, kanun korumasından uzak tutulması amacıyla, nerede oldukları ve akıbetleri hakkında bilgi vermeyi reddetme ve bu kişilerin özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları bilgisini inkar anlamına gelir" demekte, gözaltında kaybetmeyi zaman aşımına tabi olmayan insanlığa karşı bir suç olarak nitelendirmektedir.
BM Genel Kurulu tarafından 20 Aralık 2006 tarihinde kabul edilen BM Herkesin Zorla Kaybetmelere Karşı Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşme'nin 2. Maddesi'ne göre ise, “Bu Sözleşme’nin amaçları açısından 'zorla kaybedilme' terimi, kişilerin, Devlet adına görev yapan veya Devletin yetkilendirmesi, desteği ve bilgisiyle hareket eden kişiler veya gruplar tarafından tutuklanması, gözaltına alınması, kaçırılması veya başka herhangi bir biçimde özgürlüklerinden yoksun bırakılması; ardından söz konusu kişilerin kendi fiillerini reddetmeleri veya kaybolan kişinin nerede ve ne durumda olduğunu gizlemeleri ve sonuçta kayıp kişinin hukukun koruması dışında kalması durumunu anlatmak amacıyla kullanılır.” Zorla kaybetme insanlığa karşı bir suç ve uluslararası insan hakları hukukuna dayalı içtihada göre zorla kaybetme sadece kaybedilen kişi için değil, aynı zamanda kaybedilen kişinin ailesi için de bir işkence.
Suçun unsurları arasında sayılan “suçun sürekliliği” ise, kaybedilen kişinin akıbeti yetkililer tarafından net olarak açıklanıncaya kadar suçun devam ettiğine işaret etmekte, sıklıkla karşılaştığımız gözaltında kayıp soruşturmalarının ve davalarının zamanaşımına uğradığı savunmasının hukuken dayanaktan yoksun olduğunu söylemektedir.
TÜRKİYE’DE DURUM
Bu insanlığa karşı suça maruz kalanların oranı, suçun yaygınlığını göstermesi bakımından önemlidir tabii ki. Ancak ‘kaç kişi kaybedilmiştir bugüne kadar’ sorusuna net sayı vermek zor. Bu alanda en uzun soluklu çalışmayı yürütmekte olan İnsan Hakları Derneği dahi, başlangıçta başvurular üzerinden yaptığı tespitler konusunda herhangi bir ihtilaf oluşmaması için sayısal verileri açıklarken, bugün resmi kaynaklarca da teyit edilmiş bilgileri öne almaktadır. Bu nedenle sayısal verilerde kimi değişiklikler ve farklı kurumların farklı sayılar içeren açıklamaları anlayışla karşılanmalıdır. Ki sayıyı aynı tarihlerde İnsan Hakları Derneği’nin 1388, Hafıza Merkezi‘nin 1352 olarak açıklaması, esasen sayısal veriler arasında bir uçurumun söz konusu olmadığını da göstermektedir.
Burada özellikle gözaltında kayıpların nedeni ve kimleri hedef aldığı kadar, karşı mücadelenin önemine de işaret eden gerçek; Cumhuriyet'in kuruluş ideolojisi olarak benimsediği ve bugüne kadar etkisi devam eden, İttihat ve Terakki'den devraldığı; halkın iradesini yok sayan, devletin bekasını insanın/halkın çıkarlarından üstün gören, insan hakları yerine güvenlikçi politikaları tercih eden, muhalefete tahammülü olmayan, coğrafyanın çoklu etnik ve kültürel yapısını göz ardı eden, tek millet olarak Türklük üzerine inşa edilmiş, merkeziyetçi, tekçi, militarist, statükocu yapısı ile bu zihniyetin bugüne kadar aşılamadığıdır. Başka bir deyişle Cumhuriyet'in bu zihniyeti 1915’ten bugüne terk etmediği gerçeğidir.
Ki tek partili dönemin ardından 27 Mayıs 1960’dan bu yana darbelerle, sıkıyönetim ve OHAL süreçleri ile toplumdan yükselen demokrasi ve özgürlük taleplerinin kontrol/ baskı altına alınmasının bugün bir adım daha ötesine geçilmiş, rejim demokratik ilkeleri ve insan haklarını tamamen devre dışı bırakarak, otoriter tarzda kurumsallaşmaya yönelmiştir. Baskı ve zor yöntemlerine paralel açık bir hukuk dışılıkla kendisini gösteren rejimin bu yeni konumunda; gözaltında kayıplar için adalet talep eden Cumartesi Anneleri de baskı ve yasaklarla tamamen susturulmaya, 28 yıllık ısrarlı mücadeleleriyle yarattıkları hafıza yok edilerek bu suçların üstü örtülmeye çalışılmakta, devlet bu suçlarıyla yüzleşmekten kaçınmaktadır. Bu durum kayıp yakınlarında ve kamuoyunda bu suçun yeniden ve yaygın olarak işleneceği kaygısını güçlendirmektedir.
Bu bağlamda ve 1980 12 Eylül askeri darbesine kadar kısa bir kronoloji yapacak olursak; 24 Nisan 1915 tarihinde dönemin İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından alınan “Ermeni Sevkıyatı” kararı doğrultusunda gözaltına alındıktan sonra kaybedilen 220 Ermeni aydın, 29 Haziran 1925 tarihinde 46 arkadaşı ile birlikte Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda idam edilen ancak mezar yerleri halen bilinmeyen Şeyh Said ve arkadaşları, 1936 yılında 1 Mayıs bildirileri dağıtırken yakalanıp serbest bırakıldıktan sonra kaybedilen sendikacı Salih Bozışık, 17 Kasım 1937 yılında 6 arkadaşı ile birlikte idam edilen ve mezar yerleri açıklanmayan Dersim isyanı lideri 75 yaşındaki Seyit Rıza, Şubat 1948 tarihinde kaybedilen ve mezar yeri halen bilinmeyen Sabahattin Ali gözaltında kaybedildiği bilinen isimler arasındadır.
Cemil Kırbayır, Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl, Maksut Tepeli dahil toplam 12 kişinin zorla kaybedildiği 12 Eylül darbesi döneminde bu uygulamanın etnik kimlik, siyasi düşünce ve inançlar üzerinden belli kesimleri hedef alan sistematik bir uygulama olarak karşımıza çıktığı görülüyor. Hafıza Merkezi’nin daha önce yapılmış çalışmalardan da yararlanarak tespit edebildiği verilere göre gözaltında kayıplar 1980-90 arası 33, 1991’de 17, 1992’de 27, 1993’de 108, 1994 yılında 532 olarak kayıtlara geçti. 90’lı yıllarda ve 2000’nin ardından süren gözaltında kayıpların toplam sayısı ise 1352'dir. İnsan Hakları Derneği (İHD) Kayıplar Komisyonu’nun çalışmalarına göre ise 1990'lardan bugüne gözaltına alındıktan sonra kaybolan insan sayısı 1388’i buldu. Ancak bu sayı toplu mezarlarda bulunan insanlarla birlikte düşünüldüğünde en az dört katına çıkıyor.
TOPLU MEZARLAR
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi tarafından 2011 yılında oluşturulan interaktif Toplu Mezar Haritasına göre ise son hali 1303’ü toplu mezar olmak üzere tespit edilen 348 mezarda 4201 insan bulunuyor. Sadece 45 mezar açılabildi bugüne kadar. Bu kazılarda Hizbullah’ın işkence edip öldürdükleri de dâhil, toplam 162 insanın kemikleri çıkartıldı ve teşhis edildi. Dolayısıyla gözaltında kayıp sayısının çok daha fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Toplu mezarların açılması sırasında mezar açılması usulüne uyulmaması, iş makineleri ile kazılar yapılması ve bu sırada bulunan kemiklerin tahrip edilerek kimliklendirmenin imkansız hale gelmesi nedeniyle, mezarların açılması için talepte bulunmak konusunda halen çekimser davranılmakta ve mezarların açılması konusunda temel ilkeleri belirleyen Minnesota Protokolü'nün imzalanarak yürürlüğe sokulması ve mezarların açılmasında protokole uyulması talep edilmektedir.
Haritaya göre Siirt’te 36, Bitlis’te 35, Hakkâri ve Bingöl’de 33, Diyarbakır’da ise 31 toplu mezar var. Ve altta birkaç örneğine yer verdiğimiz çalışmalar bu mezarlarda gözaltında kaybedilen insanların olduğunu doğruluyor. Nitekim;
- Kaçırılan örgüt üyeleri ve köylülerin öldürülüp topluca gömüldükleri PKK itirafçısı ve JİTEM tetikçisi olarak bilinen Abdülkadir Aygan’ın itiraflarında da yer bulmuş, Diyarbakır’da kaçırılıp öldürülen Murat Aslan, Aygan’ın gösterdiği yerde yapılan kazıda bulunmuştu.
- 8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihleri arasında Diyarbakır’ın Kulp ilçesinin Alaca köyü ve Muş’a bağlı Kayalısu köyü civarında General Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Tugayı tarafından yürütülen askeri operasyonlarda gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolan 11 kişiye, 5 Kasım 2004’te açılan toplu mezarda ulaşıldı. 11 Ekim 2013 tarihinde konuyla ilgili düzenlenen iddianamede Bolu 2. Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün “birden fazla kişiyi aynı sebeple öldürmek, halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik, cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturmak” suçlarından yargılanması talep edildi ve bu arada yapılan başvuru üzerine AİHM Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti.
- 24 Mayıs 1994 günü Kulp İlçesi Çağlayan Köyü Deveboyu mezrasına düzenlenen operasyon sırasında askerler tarafından gözaltına alındıktan sonra kendilerinden bir daha haber alınamayan Mehmet Selim Örhan, Hasan Örhan ve Cezair Örhan’ın yakınları açılan toplu mezarlarda kimlik tespiti için başvuru yaptı ve savcılık dosyalarından ulaşılan 12.06.1994 tarihinde kurşunlanmış ve yanmış, kimliği bilinmeyen 8 cesedin Kulp İlçesi Bağcılar köyü, Düzpelit mezrası Kevrokok mevkinde defnedildiği bilgisi üzerine olay yerindeki bulunan kemikler üzerinde yapılan DNA incelemesinde gömülü 8 cesetten ikisinin kayıp Hasan Örhan ile Mehmet Selim Örhan’ ait olduğu 2008 yılında açığa çıkartıldı.
- Mardin Dargeçit’de 30 Ekim 1995'te yapılan operasyonlarda gözaltına alınan üçü çocuk, yedi kişinin akıbeti konusunda sürdürülen soruşturmada yedi köylünün işkencede öldürüldüğü belirlendi ve 14 yaşındaki Seyhan Doğan'ın cesedi olaydan 18 yıl sonra açılan bir toplu mezarda ve 13 yaşındaki Davut Altınkaynak ile 16 yaşındaki Nedim Akyön’ün kemikleri ise 21 yıl sonra açılan başka bir toplu mezarda bulundu.
NEWALA QESABA (KASAPLAR DERESİ)
İHD Siirt Şubesi tarafından yapılan 1 Temmuz 2011 tarihli “NEWALA QESABA GERÇEĞİYLE YÜZLEŞME ZAMANI” başlıklı açıklamada “Newala Qeseba yüzlerce Ermeni ve Kürt vatandaşların toplu olarak gömüldüğü bir yer durumuna getirilmiştir.” denilerek “…soruşturma kapsamında bulunan alanın bir an önce insan haysiyeti ve onuruna uygun, maktul yakınlarını incitmeden açılması…” talep edilmiştir. “Newala Qesaba’da Hakikati Yok Etme Girişimlerini Birlikte Durduralım, İnsanlık Onuruna Sahip Çıkalım!” başlığıyla 12 Nisan 2022 tarihinde İnsan Hakları Derneği’nin de aralarında bulunduğu hukuk ve insan hakları örgütleri tarafından yapılan açıklamada ise; "1915’ten itibaren Ermeniler ve Keldaniler, 1980 ve 90’lı yıllarda da başta Kürtler olmak üzere zorla kaybedilen, işkence ve faili meçhul cinayetler sonucu yaşamını yitiren yüzlerce insanın cenazesinin bulunduğu tahmin edilen, … Öncesinde çöplük olarak kullanılan ancak büyük bir toplu mezar olduğu anlaşılan Newala Qesaba, … koruma altına alınması gerekirken yapılaşmaya açılmış taammüden suç işlenmiş ve işlenmeye devam edilmektedir.” “…Sadece ölülerin yakınlarının değil, bu topraklarda yaşayan hak bilincine sahip tüm yurttaşların, Newala Qesaba’da bulunan cenazelerin kimliklerinin tespit edilerek, usulüne uygun bir şekilde yakınları tarafından gömülmesi talepleri vardır…” denilmiştir.
2016-2018 OHAL sürecinde gözaltında kayıplar yeniden gündeme geldi ve bu durum OHAL sınırlarını aşarak devam etti.
CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu tarafından, 17-31 Mayıs Uluslararası Gözaltında Kayıplar Haftası nedeniyle hazırlanan Türkiye Gözaltında Kayıplar Raporu’nda 2000’li yıllarda azalan zorla kaybetmelerin 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yeniden başladığı belirtildi ve kaçırılan ve aylar sonra benzer şekilde 'bulunan' 29 kişinin durumuna dikkat çekilirken, İnsan Hakları Derneği, 27 Mayıs 2017 tarihli “Ankara’da Zorla Kaçırılarak Kaybedilenlerin Akıbeti Açıklansın; Failler Yargılansın!” başlıklı açıklamasında 2016 Ocak-2017 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da zorla kaçırılarak kaybedildiği iddia edilen 11 kişiden söz etti .
İnsan Hakları Derneği adresinden ulaşılabilen 2018, 2019 ,2020 ve 2021 yıllarına ait “Baskı ve Tehdit Yöntemleriyle İfade Alma, Mülakat Yapma, Ajanlaştırma ve Kaçırma Olaylarıyla İlgili Özel Rapor”larında(*) gözaltında kayıp veya faili meçhul cinayetle sonuçlanması mümkün kaçırılma vakalarına dikkat çekmiş, sayısal verileri kamuoyu ile paylaşmış, yakın tehdidi gözler önüne sermiştir. 2021 yılı raporunda “… Ağustos 2019’dan beri kaçırılarak kaybedilen Yusuf Bilge Tunç’un akıbeti halen bilinmemektedir” denilmiştir.
İNSANLIĞA KARŞI SUÇLARDA ADALETİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: CEZASIZLIK
Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (Hafıza Merkezi) tarafından yapılan “İç Hukuk Süreçlerinin Seyri” başlıklı çalışmada; “ …olarak bugüne kadar zorla kaybedilen 344 kişinin hukuki dosyalarına ulaşıldı. Bu veriler üzerinden yaptığımız incelemelerde 218 kişinin kaybedilmesine dair soruşturmaların sürüncemede bırakıldığını (yüzde 63), 24 kişiyle ilgili soruşturmanın zamanaşımı kararıyla sonlandırıldığını (yüzde 7) ve 18 kişiyle ilgili soruşturmada ise kovuşturmaya yer olmadığı kararı sonucu dava açılmadığını gördük (yüzde 5). 84 kişinin zorla kaybedilmesiyle ilgili ise dava açıldı (yüzde 24). 84 kişinin zorla kaybedilmesi ile ilgili toplam 15 dava açıldı. Bu davalardan 36 kişinin zorla kaybedilmesini içeren 8 davada beraat kararı verildi. 46 kişiyle ilgili açılan 5 dava hala devam ediyor. Yalnızca 2 kişiyle ilgili açılan 2 davada ise mahkûmiyet kararı verildi. Bir başka deyişle, 1990’lardan bugüne 20 senelik süre zarfında yapılan 344 şikâyet ancak 2 mahkûmiyet getirdi" denilerek tablo ortaya konulmuştur.
ETKİN SORUŞTURMA YÜRÜTÜLMEMESİ VE ZAMANAŞIMI SORUNU
Bilindiği üzere, zorla kaybedilenlerin bulunması için yakınlarının yaptıkları suç duyuruları üzerine açılan soruşturmalarda, kayıp ve Jitem davaları olarak bilinen davalarda, hiçbir aşamada etkin soruşturma yürütülmeyerek, “insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı işlemez” kuralı ve gözaltında kayıp vakalarında teknik anlamda zamanaşımı hesabı yapılması mümkün olmamasına rağmen, yasada belirtilen zamanaşımı süresi dolana kadar soruşturma ya da dava sürüncemede bırakılarak yahut bir iki istisna hariç delil yetersizliği denilerek verilen beraat kararları ile faillerin ceza alması önleniyor, kayıpların akıbeti açığa çıkartılmadan dosyalar işlemden kaldırılıyor. Kayıp olaylarına dair faillere de işaret eden somut bilgiler bulunmasına ve tanık ifadelerine rağmen hakikat karanlığa terk ediliyor, failler cezasız bırakılıyorlar. Bütün kayıp dosyalarında aynı pratikle karşılaşmak tesadüf denilemeyeceğine göre cezasızlık uygulamasının gözaltında kaybetme suçu gibi sistematik bir sorun olduğu ve gözaltında kaybetme suçunun bir unsuru haline geldiği görülüyor.
Nitekim; Şırnak-Görümlü Davası, Vartinis (Altınova) Katliamı Davası, Lice Davası, Ankara Davası, Muş-Kızılağaç Davası, Mardin Dargeçit Davası, Kızıltepe Davası, Kulp Davası, Yüksekova (Nezir Tekçi) Davası, Musa Anter Davası, Derik Davası, Cizre Davası olarak bilinen ve Jitem davaları olarak anılan davalar zamanaşımı doldu denilerek bir bir kapatıldı. Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2022/732 Esasına kaydedilen Jitem Ana Davası'nın yeni duruşması ise 29 Kasım 2023 saat 14.00’te görülecek.
BİR CEZASIZLIK ARACI OLARAK ZAMANAŞIMI SAVUNMASI:
“İnsanlığa karşı suçlarda zamanaşımı işlemez” bir kural. Ancak Türk Ceza Kanunu’nun İnsanlığa Karşı Suçlar başlıklı 77. Maddesi’nde bu suçlar sayılırken gözaltında/zorla kaybetme suçu belirtilmemiştir. Uygulamada gözaltında kaybetme olaylarında suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan kanuna göre kasten adam öldürme suçuna dair zamanaşımı kuralları uygulanmakta, 20 yıl veya her hâlükârda 30 yıl geçince dosyalar zamanaşımına uğramakta, kapatılmaktadır.
Gözaltında kayıplara karşı mücadeleyi bütün boyutlarıyla bu kısa yazıya sıkıştırmak imkansız. Bu yüzden çok kısa bir özetle şöyle denilebilir:
Türkiye’de Cumartesi Anneleri ve Arjantin’de 1976-1982 yılları arasındaki askeri darbe döneminde kaybedilen yakınlarını aramak için 30 Nisan 1977'de başlattıkları mücadeleyi 46 yıldır, 2 bin 392 haftadır sürdüren PLAZA DE MAYO ANNELERİ örneğinde olduğu üzere bu mücadele devlete karşı verilen zorlu bir mücadele.
Her kaybedilenin ardından arama, akıbetini ortaya çıkarma mücadelesi verildiği muhakkak. Yakın tarihte tanıklık ettiğimiz Hüseyin Toraman, Hasan Gülünay ve Hasan Ocak’ın kaybedilmesinin ardından yürütülen kampanyalar örneğinde olduğu üzere 90'lı yıllarda kaybedilmek istenen kişileri sağ olarak geri alabilmek umuduyla aylarca kampanyalar yapıldığı da biliniyor. 12 Eylül 1994 tarihinde kaybedilen Kenan Bilgin ve 15 Ocak 1995 tarihinde kaybedilen Ayşenur Şimşek’i arama çalışmaları devam ederken, bu ciddi mücadele birikimine eklenen Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995 günü kaybedilmesi üzerine başlayan kampanya ve bu kampanya sırasında Hasan Ocak ve bir ay kadar önce kaybedilen Rıdvan Karakoç’un aynı yerde, aynı şekilde öldürülmüş olarak bulunduklarının ve aynı şekilde kimlik tespiti yapılmayarak Altınşehir Kimsesizler Mezarlığ'ına gömüldüklerinin, yine 15 Ocak günü gözaltına alınan ve kayıp olarak aranan Ayşenur Şimşek’in 28 Ocak günü öldürülüp kimliği meçhul kişi’ olarak Kırıkkale Kimsesizler Mezarlığı'na defnedildiğinin 79 gün sonra öğrenilmesinin, bütün bu süreçte ailelerin bir araya gelerek sürdürdükleri mücadelenin Cumartesi Anneleri olarak adlandırılan mücadelenin de fitilini ateşlemiş olduğu malum.
27 Mayıs 1995 günü Cumartesi Anneleri adıyla gerçekleştirilen ve 28 yıldır devam eden buluşmalar, daha ilk yıllarında yarattığı farkındalık ve duyarlılık sayesinde gözaltında kaybetmelerin sonlandırılmasını başardı. 2011 yılında zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan’ın kayıp yakınlarını Dolmabahçe’ye davet etmesinin ardından verdiği sözler, devamında 12 Eylül kayıplarından Cemil Kırbayır için TBMM’de kurulan araştırma komisyonunun hazırladığı raporda 31 yıllık inkarın bir itirafa dönüşmesi, Ergenekon Davası iddianamelerinde ve dava sürecinde ortaya konan gözaltında kayıplara ilişkin gerçekler ve bu çerçevede sanıkların işledikleri iddia edilen bu suçlarından yargılanmalarını sağlama girişimleri, 12 Eylül Davası sürecinde gözaltında kayıpların aydınlatılabileceğine dair yeşeren umutlar, bu umutları kıran paramparça eden yargı pratikleri ve idari kararlar, bulunan toplu mezarlar ve açılan toplu mezarlarda bulunan kayıplara ait kemikler, 2016-2018 OHAL yıllarında gözaltında kaybetme girişimlerinin tekrar gündeme gelmesi ve Yusuf Bilge Tunç’tan bir daha haber alınamaması, 25 ağustos 2018 de Cumartesi Anneleri'nin 700. Haftadan başlayarak buluşmaların engellenmesi, 2 Ekim 2018 yılında Cemal Kaşıkçı’nın kaybedilmesi, kaçırılma vakalarındaki artış, Anayasa Mahkemesi'nin Cumartesi Anneleri özelinde toplanma gösteri hakkı bağlamında verdiği Maside Ocak Kışlakçı ve Gülseren Yoleri kararlarına rağmen devam eden engellemeler ve hükümet tarafından Cumartesi Anneleri'ne yönelik karalama ve kriminalize etme çabaları derken 28 yıldır kayıp yakınları, kayıplarını ve adaleti talep ediyor, hakikati bütün yönleriyle haykırıyor. Ancak bu suçlarıyla yüzleşmek istemeyenler duymazdan gelmeye, kayıp yakınlarını, cumartesi insanlarını suçlu göstererek haklı taleplerini perdeleme çabasını sürdürüyorlar.
Sonuç olarak; hakikatlerin ortaya çıkmasından korkanlar bu haklı sesi duyulmaz kılmaya çabalıyorlar. Ancak, yargı baskısı, polis şiddeti eşliğinde de olsa kayıplar için sürdürülen hakikat ve adalet mücadelesi devam ediyor ve Plaza De Mayo Anneleri örneğinde olduğu üzere belli ki son kayıp bulunana son fail cezalandırılana kadar da devam edecek.
Kayıp yakınları usanmadan, devleti 'BM Kişilerin Zorla Kaybedilmekten Korunmaları ile İlgili Uluslararası Sözleşme'yi ve kayıp mezarlarının açılmasına dair Minnesota Protokolü'nü imzalamaya ve sözleşme gereklerini yerine getirmeye, Roma Statüsü'nü kabul etmeye, gözaltında kaybetme suçunun insanlığa karşı suç olarak tanımlanması için gerekli yasal değişikliklerin yapılmasına, gözaltında kayıpların aydınlatılabilmesi için devlet arşivlerini açmaya, sistematik cezasızlık politikasından vazgeçmeye ve uluslararası belgelere göre insanlık suçu olan tüm kayıp vakaları konusunda ne zaman işlendiğine bakılmaksızın etkin bir soruşturma ve yargılama faaliyeti yürütmeye, benzer acıların tekrar yaşanmaması, hakikatlerin ortaya çıkarılması , adaletin ve toplumsal barışın kurulması için 'Geçmişle Yüzleşme ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu' kurulmasına ve onarıcı adalet mekanizmalarının kurularak hayata geçirilmesi için zorlamaya devam edecek.
Ve tabii ki; devletin bilinçli olarak işlediği ve işlemeye devam ettiği, geçmişimizde derin yaralar açan ve geleceğimizi sakatlayan bu suçu işlemekten vazgeçirilmesinin yükü sadece kayıp yakınlarına bırakılamaz. Bu nedenle ve her zaman olduğu üzere hukukçular, hak savunucuları, siyasetçiler ve bütün demokrasi güçlerince mücadelenin sahiplenilmesi acil ve yadsınamaz bir ihtiyaç.
* Avukat