Galatasaray, 36 yıl önce de bir İsviçre takımına karşı tarihi bir rövanş maçı oynamıştı. Deplasmanda 3-0 mağlup olduğu Neuchatel Xamax’ı İstanbul’da 5-0 mağlup ederek, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda efsanevi bir şekilde çeyrek finale yükselmişti.
Dün gece de yine bir İsviçre takımına karşı önemli bir rövanş maçına çıktı sarı-kırmızılılar. İlk maçı tek farkla kaybetmişti. Kendi sahasında tek farklı galibiyet maçı uzatacak, iki farklı galibiyet ise turu getirecekti. Ama açıkçası Okan Buruk’un sahaya sürdüğü ilk 11’i görünce, bir an kendimden şüphe ettim. Acaba Neuchatel maçında olduğu gibi, yine bir mucizeyi mi kovalaması gerekiyordu Galatasaray’ın?
BU KADAR RİSK, RAKİBE SAYGISIZLIK
O kadar çok riski bir arada almıştı ki Buruk. Çift santrfor, savunmaya desteği yeterli olmayan iki kanat, sağ beke devşirilen bir kanat forvet, ofansif bir sol bek ve hücumcu bir merkez orta saha. Başka bir deyişle, iki stoperin dışında savunması kuvvetli olan yalnızca tek bir oyuncu vardı sahada; Lucas Torreira. Bu daha ziyade Buruk’un Galatasaray maçlarda skor olarak geriye düştüğünde son 15-20 dakikada aldığı risklerdi. Sonradan bile çoğunlukla iyi bir sonuç vermeyen bu kontrolsüzlük, şimdi Galatasaray’ın başlangıç planıydı. Ne için?
Takımların büyük çoğunluğunun üçlü orta alanlarla oynadığı, çift santrforların giderek azaldığı günümüz futbolunda elbette az da olsa ikili merkezlerle oynayan ekipler de var. Ama bu takımların hepsi, takıma denge katabilmek ve rakibin merkezdeki sayısal üstünlüğüyle baş edebilmek için orta sahayı çift tutucuyla oynarlar. Ya da kenar oyuncularının orta saha karakterli olmasına dikkat ederler. Bir tane bile tersi bir örnek bulamazsınız. Galatasaray haricinde.
Nitekim dün gece Young Boys da 4-4-2 formasyonunu tercih etti. Ama hücum-savunma dengesi çok daha birbirine yakın, fizik gücü üst düzey bir takım sahadaydı. Ve en önemlisi, formasyonları oynamak istedikleri oyuna hizmet ediyordu. Galatasaray’daysa böyle bir durum yoktu.
OLMASI GEREKEN OLDU
Okan Buruk’un dün geceye dair tam olarak ne düşündüğünü bilemiyoruz. Bunun için ne maç önündeki ne de maç sonundaki demeçleri bize yardımcı oldu. Ama sahaya sürdüğü ilk 11, biz izleyicilere maç öncesinde ne hayâl ettirdiyse, maçın başlama düdüğü çaldıktan sonra da aynen bunlar gerçekleşti: Galatasaray’ın paldır küldür hücum etmeye çalıştığı, buna karşın seken topları toplayamadığı, Young Boys’un çok hızlı bir şekilde kendi kalesine kadar inip pozisyonlar ürettiği, Galatasaraylı oyuncuların da sürekli geriye doğru koşmak zorunda kaldığı bir maç. Herhalde çoğu insan bunun olabileceğini hayâl etmişti ve gerçekten tam olarak bu oldu.
Özellikle sarı-kırmızılıların sağ kanadı, Young Boys’un hızlı hücumlarının odak noktasıydı. Bu da son derece doğaldı. Hakim Ziyech’in içe kat ettiği ve Barış Alper Yılmaz’ın onun açtığı kulvara hareketlendiği bir düzende, kaybedilen her topun ardından o bölgede büyük bir boşluğun olacağı âşikârdı. Nitekim Young Boys, topu kazanır kazanmaz o bölgeye doğru uzun bir top yolladı ve tehlikelerinin büyük bir çoğunluğunu bu şekilde yarattı. Bilhassa Cezayirli sol bek Jaouen Hadjam, dünyanın en iyi sol beklerinden biri gibi göründü. Buna rağmen Galatasaray’ın devre arasına gol yemeden girebilmesi büyük bir şanstı.
İlk yarı boyunca ne merkezdeki sayısal eksikliğe ne de sağ kanattaki bu savunma zaafına müdahale eden Okan Buruk ise şansını daha fazla zorlamaması gerektiğini düşünmüş olmalı ki, ikinci yarıya iki değişiklikle başladı. İkisi de sağ kanattaki krize yönelikti. Derrick Köhn’ün yerine Berkan Kutlu’yu alan Buruk, Ziyech’in yerine de Elias Jelert’i dahil ederek, Barış Alper’i sağ öne çekti ve en azından savunma kanatlarında daha dengeli bir yapıya döndü.
Ama merkezdeki sayısal eksiklik hâlâ sürüyordu. Üstelik her ne kadar etkisiz de olsa Ziyech’in oyundan çıkması - Dries Mertens de nedeni anlaşılması güç bir şekilde sahada yokken - sarı-kırmızılıların toplu oyundaki tehditkârlığını iyice azaltmıştı. Gole ihtiyacı olan taraf olarak Galatasaray’ın ister istemez rakip yarı sahaya yerleşebilmesi gerekiyordu, ama sahadaki takım böyle bir oyunu oynayabilecek beceri ve organizasyondan yoksundu.
Bunun için Buruk’un orta alanı üçlemesi gerekirken, 63’te Kerem Demirbay’ı Gabriel Sara’nın yerine alması ve ancak son 15 dakikada Mertens’i Michy Batshuayi ile değiştirerek merkezi çoklaması, neresinden bakarsanız bakın izaha muhtaçtı. Nitekim sarı-kırmızılılar, maç boyunca en çok üstün olduğu ve rakibi kapatabildiği bölümü Demirbay ve Mertens’in birlikte oynadığı bu bölümde başarabildi. Bu da tesadüf olmasa gerekti.
Ancak bu Galatasaray’a yetmedi ve Young Boys maç boyunca defalarca yakaladığı kontrataklardan birini nihayet sonuçlandırdı. Golden sonra Fernando Muslera’nın, sanki bir kabahat işlemiş gibi golü atan Alan Virginius’a tekme atmaya çalışması ise Uruguaylı kaleci için utanç vericiydi.
Her açıdan berbat bir temsiliyetin sonunda ise tarihte dördüncü kez hiçbir Türk takımı Şampiyonlar Ligi’nde kendisine bir yer bulamadı. Akıl almaz paraların harcandığı Türk futbolu, netice olarak Avrupa’dan her geçen yıl biraz daha kopup içine kapanıyor. İçerde abartılı bir gösteriş ve olabildiğince hamaset, dışarda ise koca bir sıfır. Biraz Türkiye’nin kendisi gibi, evet.