"Olay ideolojik grupların, aşırı uçların istismarına
dönüşmüştür. TEKEL işçilerinin eylemi tamamen amacını aşmıştır.
Amaç, hak arayışı değil, hükümete karşı aleni bir kampanyaya
dönüşmüştür. CHP, bu işçi kardeşlerimi istismar ediyor. MHP
istismar ediyor. (…) Marjinal örgütler, buradaki işçileri hâlâ
istismara devam ediyor. Medyayı da kullanarak... Çetelerin
yapamadığını, hukuk dışı örgütlenmelerin yapamadığını, kirli
senaryoların başaramadığını şimdi bu türden olumsuz olayları
abartarak, ajite ederek, kışkırtarak başaracaklarını zannediyorlar.
(…) Bu ülke yol geçen hanı değil, bu ülkenin sahipleri var."
Başbakan Tayyip Erdoğan, bu sözleri, 2 Şubat 2010’daki AKP grup
toplantısında söylemişti. Hedefinde, özelleştirilen kamu teşekkülü
TEKEL’in işçileri vardı. İşçiler, kapının önüne konmak ya da 4-C
adı verilen bir sözleşmeyle, ağır hak kayıplarına uğrayarak
güvencesiz çalışmak seçeneklerine zorlanmış ve bunun üzerine
direnişe geçmişti. Erdoğan işçilerin hak arama eylemini, “ideolojik
gruplar, aşırı uçlar, marjinal örgütler” gibi milli güvenlik
devletinin basmakalıp sözleriyle itham ediyor; “Çetelerin
yapamadığı… kirli senaryoların başaramadığı…” sözleriyle de o dönem
kendisinin de ‘gözdesi’ olan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarına
işaret ediyordu.
Birkaç ay sonra anayasa değişikliği referandumu kampanyası için
demagojik bir 12 Eylül karşıtı propagandaya başlayacak olan
Erdoğan’ın işçilere yönelik bu taarruz ve üslubu, şahsına özgü
değil, devraldığı bir mirastı aslında: İronik şekilde 12
Eylülcülerden tevarüs etmişti. Cunta lideri Kenan Evren, 12 Eylül
1980 günü, radyo ve televizyondan darbeyi ilan ettiği konuşmasında
bakın ne diyordu:
“(…) sıkıntıda olan ekonomi, ideolojik gerekçelerle başlatılan
grevlerle daha da kötü hale gelmiştir. (…) Masum Türk işçisini
istismar eden, işçilerin haklarını korumak yerine kendi ideolojik
görüşleri, kişisel çıkarları doğrultusunda kullanmak için her türlü
baskı ve kandırmacaya başvuran belli sendika patronlarının
faaliyetlerine asla izin verilmeyecektir.”
Evren’in 1980’de söyledikleriyle Erdoğan’ın 2010’da
söylediklerinin bunca örtüşmesi bir tesadüfü, basit bir zihni
özdeşliği göstermiyor; 80’de çıkılan yolun, ana amaçlar ve söylem
açısından menzile ‘başarıyla’ erdiğini, 12 Eylül’ün amaçlarının
hâsıl olduğunu gösteriyor. “12 Eylül ile hesaplaşma ve darbecilerin
yargılanması” demagojisiyle yine 2010’da yürütülen anayasal yıkım
süreci de bu açıdan tarihsel öneme sahiptir. 12 Eylül rejiminin
kendisine diktiği ‘dokunulmazlık pelerini’, aynı rejimin ürünü olan
‘sivil’ siyasetçiler tarafından çekiliyormuş gibi yapılınca ortaya
bir “hiç” çıkmış, darbenin evlatları –doğal olarak– darbeyle
hesaplaşmamıştır. Türkiye’de sağlamaya çalıştığı dönüşüm açısından
12 Eylül’ün; Tekel işçilerine yapılan taarruzda en kristal
ifadesini bulacak şekilde ihya olduğu ortadadır. Gerisi, konunun
özünden uzakta, sahte bir insan hakçı düzlemde kurulmuş darbe
karşıtlığı gevezeliğinin gürültüsü şeklinde geçip gitmiştir. Zaten
12 Eylül’ün (ve onu elbirliğiyle yapanların), 30 ya da 40 yıl
sonra, 2010’da ya da bugün, resmi düzeyde ‘itibara’ değil;
ekonomik, siyasal ve kültürel alanda yol açtığı yıkıcı dönüşümün
sürekliliğine ihtiyacı olmuştur. Bu sürekliliğin sağlandığı apaçık
ortadadır. Darbeden sonra meydan meydan gezerek “işçilerin
profesörlerden çok maaş aldığı” palavrasını boca eden Kenan Evren
ile haklarını arayan Tekel işçilerine “sizin yaptığınız işi yapacak
nice işsiz var” diyen Erdoğan arasındaki ‘süreklilik’ bu açıdan
anlamlıdır. Bu süreklilik, Türkiye yönetici sınıflarının 1970’lerin
sonunda girdiği iktisadi ve siyasi krizin aşılması için girişilen
bir proje olarak 12 Eylül’ün, ana çerçeve olarak bugün de ayakta
olduğunu gösteriyor.
* * *
1970’lerin sonuna gelindiğinde, uluslararası kriz koşullarının
etkisi ve yerel iktisadi dinamiklerin yol açtığı sorunlar, başta
sanayi burjuvazisi olmak üzere çeşitli burjuva fraksiyonların
huzursuzluğunu artırmış, bunları bir tür zorunlu ‘sınıf
dayanışması’ içine sokmuştu. İthal ikameci kapitalist rejimin
ihtiyaç duyduğu dövizin yokluğu başlıca bir sorundu. Burjuvazinin,
işçi ücretlerini baskılayarak kârları artırma yolunun önünde ise
hem işçi sınıfının hem de onunla dayanışma halindeki toplumsal
muhalefetin güçlü direnci vardı. Bu direnç, aslında tıkanmış bir
birikim rejimine ait krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkma ve
neoliberal dönüşümü, sadece halkın belinin sıkılacağı kemer
politikalarıyla sağlama seçeneğini imkânsızlaştırıyordu. Nitekim
burjuva partiler bu dönüşümü sağlayacak bir siyasal hegemonya
üretemiyordu. AP-Demirel kliği, örgütlü işçi sınıfı ve toplumsal
muhalefet karşısında sağcı demagojisini toplumun geneline yayarak
bu dönüşümü sağlayacak gücü devşiremiyordu. ‘Merkez sol’daki
Ecevit-CHP ise hem işçi sınıfının hem de komünist, devrimci
hareketlerin güçlü etkinliğinin baskısı altındaydı ve salt burjuva
bir programla toplumda hiçbir karşılığının olmayacağının
farkındaydı. Ancak CHP’nin sistem içi solculuğu, ülke yönetimini
tek başına üstlenecek bir hegemonya üretememekle de maluldü. Bu
durum, Türkiye yönetici sınıfları için krizin sadece iktisadi
değil, aynı zamanda siyasi yönlü bir büyük buhrana dönüşmesi
demekti.
12 Eylül, Türkiye burjuvazisinin, giderek artan şekilde ilişkide
olduğu uluslararası sermaye ve güçlerle birlikte bu buhrana verdiği
yanıt, kendi silahlarını da değiştirdiği (göstermelik ve kısa
süreli de olsa hapse bile attığı) yeni bir sınıf savaşı ilanıydı.
Darbe, Türkiye’de neoliberal kapitalist dönüşümün önündeki
engelleri cebren; tank, silah, elektrikli, Filistin askılı
işkenceler, cezaevleri, idamlar, infazlar, yasaklar ve tasfiyelerle
açtı. Geçici bir güç kullanma değil, kalıcılığını şiddet yoluyla
sağlayan bir topyekûn yeniden yapılandırmaya girişti. Ekonomiyi,
siyaseti ve toplumu yeni kurallarla yeniden inşa etmeye girişti.
Emeğin baskılandığı, emekçilerin önce örgütlerini, sonra özlük
haklarını, giderek iş güvenliklerini kaybettikleri bir emek
rejimine; uluslararası finans sermayesine tam olarak açılmaya;
özelleştirmelere ve toplumsal zenginlik ile doğal kaynaklara başka
türlü el koymalara dayalı bir ekonomik rejim… Sınıf
perspektifinden, doğal toplumsal örgütlenmelerden arındırılmış,
gerçekte birbirinin aynı, ancak suni kimlik çekişmeleriyle ayırt
edilen bir siyaset alanı… Giderek dinselleşen, kışkırtılmış ve
genellikle müsebbibi bizzat devlet olan güvenlik endişeleriyle
terörize edilmiş; ‘yeni değerler’ olarak sunulan, ifade ettikleri
anlamlar açısından da son derece kadük ‘birey’, ‘kimlik’ vs. ile
bulandırılmış bir toplum… 12 Eylül’ün başarısı ve bugün halen
yürürlükte olması bu konularda kat ettiği mesafeyle ilgilidir.
Darbenin ardından ortaya çıkan ekonomik rejimin güncel
sağlaması; tüm toplumu tehdit eden salgın karşısında “çarklar
dönecek” mottosuyla çalışanların sahaya sürülmesinde, olağanüstü
kaynakların üç beş ihaleci inşaatçıya aktarılmasında, Türkiye’nin
–mevcut iktidarın aksi yöndeki tüm propagandasına rağmen–
uluslararası finans sermayesinin bir kervansarayı haline gelmesinde
bulunabilir.
Darbenin kurduğu yeni burjuva siyaset alanı kabaca, ANAP dönemi,
koalisyonlar dönemi ve AKP dönemi olarak tasnif edilebilecek bir
evrimle bugünkü halini almış, artık tek adam kararnameleriyle
yönetilen devlet bu siyasetin üstüne oturmuştur.
Toplum ise bir yandan örgütsüz ve dağınık şekilde geleceğini
arayan kalabalıklara dönüşmenin, diğer yandan dinselleşme ve
milliyetçilik ile bölünmenin zehri altındadır. 12 Eylül’ün
‘başarmış gibi göründüğü’ konulardan biri, her türlü hak arama
eyleminin, sınıfsal itirazın, demokratik taleplerin ‘terör’
parantezine alınabilmesini sağlayan koşulları yaratmasıdır. 12
Eylül öncesinde toplumsal muhalefete ve sol-sosyalist
örgütlenmelere dönük, çoğunlukla devlet destekli faşist terörün yol
açtığı yıkım, önce sahte bir ‘sağ-sol’ ikiliği anlatısıyla darbeye
gerekçe yapılmış, ardından sağın buradan çekilip sadece solun
terörle özdeşleştirildiği yeni ve daha kullanışlı aşama gelmiştir.
Sınıf mücadelesinden, özgürlüklerden, halk iktidarından, devrimden
söz etmek bile ‘terör propagandası’ olarak gösterilmiş ve bu konuda
hatırı sayılır bir mesafe alınmıştır.
12 Eylül ve sürdürücülerinin ülkeyi zehirleyen bir başka etkisi
ise Kürt halkının ve onun taleplerinin de Türk halkı tarafından bir
‘terör’ çerçevesinde görülmesini sağlamak olmuştur. Kürt sorunu;
iki halkın toplumsal ve barışçıl şekilde inşa edebileceği, kalıcı
ve onurlu bir çözüm yerine; devleti elinde tutan siyasi kliklerin
dönemsel ihtiyaçlara göre tespit ettiği, çoğunlukla da tüm toplum
için yıkıcı bir şiddet üreten çözümsüzlük çıkmazlarına
itilmiştir.
Hazineler kaybedildikleri yerde aranır. Türkiye toplumunun
bugünkü noktaya sürüklendiği 40 yıllık dönüşümün ip ucu tutularak
12 Eylül 1980’e varılabilir. Sorunun kökü, o gün itibariyle
kurulmaya başlanan düzene gidiyor. Ancak fiziki acılara
hapsedilmiş, insan hakları ihlalleri ve demokrasi sorunlarına
indirgenmiş bir ’12 Eylül karşıtlığı’nın faydası olmadığı ortada.
Bunu, bizzat 12 Eylül’ün ürünü olan dinci-milliyetçi kadrolar bile
yapabiliyor zira… 12 Eylül, 40 yıl önceki aktörleri ve
uygulamalarıyla değil, bugün kanlı canlı halde karşımızda olan
sürdürücüleri ve uygulamalarıyla çözümlenebilir. Üstesinden de
ancak böyle gelinebilir. 12 Eylül artık ‘Kenan Evren’ değildir; tüm
fiziki ve manevi evreniyle bugünün ta kendisidir.