12 Eylül, bir sürü şeyle birlikte önce zihinlere saldırdı. Daha en başından kendisi için “unutulma” hakkını kullanmak istedi. Bellekleri silerek, tarihi yeniden yazarak, bütün kayıtları bozarak, hafızayı bulandırarak işe girişti. Hatırlanmak istediği gibi hatırlanmayacağını bildiği için, unutturmaya odaklandı.
Tam yıldönümünde (Cumartesi günü) yazmak istiyordum ama olmadı. Henüz haftası çıkmadığına göre yine de yıldönümü içinde sayılırız. Evet, tam kırk yıl geçti. 40 yıl önce 12 Eylül 1980’de, bu ülkenin ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel gidişatını belirleyen, bugün içinde sürüklendiğimiz pek çok şeyin başlangıç veya sebebi olan bir darbe yaşandı. Teknik anlamda bir askeri müdahaleyi isimlendirmek için değil, kelimenin gerçek anlamıyla ülkenin tepesine inen bir darbeydi bu. Öncesini, olanı ve sonrasını anlatılanlarla değil gözleriyle görüp, aklı erecek biçimde algılayabilecekler yarım yüzyılı devirmiş durumda. Üzerinden iki kuşak geçmiş, hatırlayanlar artık azınlığa düşmüş. Hafızasından kazımış, unutmayı tercih etmiş ya da başka biçimde yeniden kaydetmiş olanları da düşünce, sayı iyice azalıyor.
Hatırlamayı tercih edenler, hatırlamak gerekir diyenler, hatırlatmak/anlatmak lazım diye düşünenler, 40'ıncı yıl vesilesiyle yazdılar, söylediler. Ancak geçen kırk yıla ve bugüne taşıdıklarına bakınca yazılanların, söylenenlerin yetmediği, sözün yetersiz kaldığı hissi hafiflemiyor hatta daha ağırlaşıyor. Tanıl Bora’nın derlediği “40 Yıl 12 Eylül” başlıklı kitap bu hafızaya bir katkı yapıyor. Tanıl Bora’nın yazdığı sunuşta “12 Eylül, beteriyle katlansa da, o beterin kapısını açmıştır, bir dönüm noktasıdır, o bakımdan miladidir” cümlesi, hafızada asılı olanın, takılı kaldığı yerde bıraktığı lekeyi çok iyi anlatıyor: “Üzerinden kırk yıl geçti ama tortusu kaldı. Tortunun kalıcısı vardır; bu, kalıcı olmuş bir tortu. Her şeye sıvaşıyor. Suyumuz bulanık”.
Tolga Arvas, Kumru Başer, Murat Belge, Gaye Boralıoğlu, Fethiye Çetin, Ercan Kesal, Gülten Kışanak, Ümit Kıvanç, Ömer Laçiner, Göze Orhon, Merih Cemal Taymaz ve Nilgün Toker’in yazılarının yer aldığı derleme, unutmayanların anlattıklarını bir kere daha kayda geçiriyor. Yaşananlar, yaşatılanlar ve hissedilenler: Gaye Boralıoğlu, “yalnızlığı 12 Eylül’den sonra öğrendik” diyor. 12 Eylül’den iki yıl önce doğmuş Göze Orhon ise kendisine kalan tortuyu ve geriye doğru daha yakından baktığında gördüğünü, “12 Eylül bir ruh halidir” diye ifade ediyor. Dönemin işkence merkezlerinden Diyarbakır Cezaevi’ni yaşamış Gülten Kışanak da, Murathan Mungan’ın “geçmiş hâlâ acıtıyorsa geçmemiş demektir” sözüyle başlayıp, “ölene kadar unutmayacağını” söyleyerek bitiriyor. Nilgün Toker “toplum olma kapasitesinin yitiminden” söz açıyor.
Bugünlerde çok sık dile getirilen bir kavram var: Unutulma hakkı. Dijital kayıtlardan haberleri, fotoğrafları sildirmenin hukuki gerekçesi. Hesabı verilmiş ayıpların, suçların lekelerinden kurtulma hakkı. Peki hesaplaşılmamış, hesabı verilmemiş olanlar ne olacak? “Çok tanıdık gelmiyor mu bu insanlık dışı hal; hatırlamayan, hatırlanmasından korkan, hatırlamayı yasaklayan, hatırlatana saldıran, geçmişini bugün için uydurduğu palavralara sıkıştıran. Gözlediğimiz, herkesin katılmaya zorlandığı sürünün, sadece anlık korkularını tanıyan, taşıdığı -yeniden yeniden yarattığı- geçmişin acılarıyla ilişkisini kopartmış, ‘durmadan yola devam’ diyen aşırı memnuniyeti, hissetmeye devam etmek isteyen herkese hoyrat muzaffer duyarsızlığı.”*
12 Eylül, bir sürü şeyle birlikte önce zihinlere saldırdı. Daha en başından kendisi için “unutulma” hakkını kullanmak istedi. Bellekleri silerek, tarihi yeniden yazarak, bütün kayıtları bozarak, hafızayı bulandırarak işe girişti. Hatırlanmak istediği gibi hatırlanmayacağını bildiği için, unutturmaya odaklandı. 12 Eylül’ün 30'uncu yıldönümüne denk getirilen referanduma ökse otu olarak yerleştirilen “hesaplaşma” yalanının da bir sünger çekme hamlesi olduğu barizdi, öyle de oldu. Çünkü hükmünü süren, yapmak istediğini baştan öngörülmeyen aktörlerle başarıp halen devam ettiren kararlı ve planlı bir kötülüğün adı 12 Eylül. Yine Tanıl Bora’nın söylediğine müracaat edersek “beterin kapısı orada açılmıştı” ve şimdi o kapıdan giren çıkanın haddi hesabı yok. Elimizdeki en büyük silah hâlâ hatırlamak.
Aradan geçen zaman hatırlatanlara, kayıt tutanlara duyduğumuz minneti daha da büyütüyor. Her geçen on yıl daha da harlıyor. Yakın bir zamanda kaybettiğimiz “ben tarihim bay başkan” diyen Erbil Tuşalp’e o yüzden teşekkür borcu hissettik. Bu anlamda başka bir yıldönümünü idrak eden Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nı da unutmak olmaz. 12 Eylül’den on yıl sonra, onun açtığı derin yaraların sarılması, işkence görenlerin rehabilitasyonu için kurulan -18 binden fazla işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmış kişiye tedavi ve rehabilitasyon hizmeti sunan- ama aynı zamanda hatırlamamız gereken kayıtları da tutan TİHV, 30 yaşında. 30 senedir bu ülkede unutulmaması gerekenlerin çetelesini tutuyor, raporluyor, işaret ediyor. Hatırlanması zorunlu acı hatıralarını çoğaltmamak için 30'uncu yılını tamamlayan hafıza olarak TİHV’in kurucular kurulunun genel kurul sonuç bildirisindeki uyarılara da kulak verelim:
“Son dönemlerde şiddetin toplum içinde dalga dalga yayılmasından, toplumda ilişkileri düzenleyen ve sorunları çözen etkili bir araç olduğu kanaatinin oluşmasından büyük bir kaygı duyduğumuzu belirtmek isteriz. Şiddetin toplum içinde giderek daha fazla itibar görmesinin başlıca nedenlerinden biri kolluk güçlerinin evrensel hukukta ve ülke yasalarında ifade edilen zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen kural dışı şiddetinde görülen artıştır. Siyasal iktidar, denetlemeyerek, cezasız bırakarak, görmezden gelerek hatta destekleyici söylem ve tutumlar ile kolluk güçlerinin bu şiddetini açıkça teşvik etmektedir. Öte yandan siyasal iktidarın gerek Kürt sorununun gerekse uluslararası sorunların çözümünde demokratik ve barışçıl yöntemleri değil de çatışma ve savaşı temel alması şiddetin bu denli yaygınlaşmasının diğer önemli bir nedenidir. Şiddetin toplumun barış içinde bir arada yaşam iradesini ortadan kaldıracak kadar tehlikeli bir boyuta varmasına yol açan en önemli etken ise iktidarın son dönemlerde iyice yoğunlaştırdığı kutuplaştırıcı, ötekileştirici, ayrımcı ve nefret içeren söylem ve tutumlarıdır.”
* Faruk Eren’in 12 Eylül günlerinde kaybettiği ağabeyini anlattığı “Kayıp Bir Devrimin Hikayesi” kitabı hakkında Gazete Duvar’da yazdığım “Devrimci bir eylem: Unutmamak” yazısında bu Nietzsche alıntısını yapmıştım