12 Eylül'den sonra: Açlıkla sınanan haklar

12 Eylül 1980 darbesinden günümüze kadar geçen 36 yılda 171 siyasi tutuklu cezaevlerindeki açlık grevi eylemleri nedeniyle hayatını kaybetti. “Dışarıda”, tedavi sırasında ya da içeridekilere destek olmak için başlatılan açlık grevlerinde ölen 23 kişiyle birlikte bu sayı 194’e ulaşıyor.

Abone ol

Hakkı Özdal    hozdal@gazeteduvar.com.tr

Kürt siyasetçilerin açlık grevi eylemi vesilesiyle dün Türkiye tarihinin bazı önemli açlık grevci eylemlerini hatırlatmıştık. Nâzım Hikmet, Celal Bayar ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın açlık grevleri çeşitli yönleriyle ülkeyi etkilemişti. Ama kitlesel ve ölümlerle sonuçlanan açlık grevi/ölüm orucu eylemleri 12 Eylül 1980 darbesinden sonra görüldü.

Türkiye’de açlık grevleri: 'Canımı pul yerine kullanıyorum'

Darbe öncesinde de birçok cezaevinde açlık grevleri yapılmıştı. Ama 12 Eylül bütün toplumun üzerine bir kabus gibi çökerken onbinlerce yeni insanı doldurduğu cezaevlerinde de tam anlamıyla bir vahşet uyguluyordu. Diyarbakır, Mamak, Metris gibi askeri cezaevlerinde işkence ve insanlık dışı her türlü muamele “rutin” haline gelmişti. “5 Nolu Zindan” olarak da anılan Diyarbakır Cezaevi’nin iç güvenliğinden sorumlu komutan olan ve kendisini “Oranın Allah’ı” olarak takdim eden Binbaşı Esat Oktay Yıldıran bu işkencelere bizzat eşlik ediyordu. İlk açlık grevi de 1981 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde başladı. Diyarbakır Cezaevi’nin üstüne öyle koyu bir zulüm örtüsü örülmüştü ki açlık grevleri dışarıda duyulmuyordu bile. Açlık grevindeki Ali Erek isimli tutuklu, 20 Nisan 1981’de zorla beslenirken boğazına kaçan bir ekmek parçasının yemek borusunu yırtması sonucu hayatını kaybetti.

14 TEMMUZ 1982: DİYARBAKIR CEHENNEMİNDE ÖLÜM ORUCU

14 Temmuz 1982 günü ise Diyarbakır Cezaevi’nde kalan 6 tutuklu duruşma için götürüldükleri mahkemede ölüm orucuna başladıklarını ilan ettiler. Bu eyleme daha sonra cezaevinden de katılımlar oldu. Cezaevi yönetimi ilk iş olarak ölümü orucu yapan tutukluların bulunduğu kattaki suları kesti. Sadece su içen eylemciler, gündüzden verilen ve Diyarbakır sıcağında akşama kadar haşlanan suları içmek zorunda kalıyorlardı. Çoğu zaman birbirlerinden haber bile alamayan eylemcilerin, mahkeme salonundaki ölüm orucu ilanından başka ortak bir deklarasyon yayınlama şansı olmadı. Ama herkes, bu orucun en basit “insanlık hakları” için yapıldığını biliyordu. Hücrede, beton zeminde, tek bir battaniyeyle ölüm orucu tutuyorlardı. Kulaklarını fareler ısırıyor ama farelerle mücadele edecek gücü bulamıyorlardı. Eylemcilerden Fuat Kav, yıllar sonra gazeteci Erdal Er’e şöyle diyecekti:

“Otuz-kırk gün sonra yerimizden kalkamıyorduk artık. Seslenerek ilişki kurabiliyorduk. Bir anlamda özgürdük artık. Daha önce sesli konuşmak yasaktı. Ama ölüm orucunda seslenerek konuşabiliyorduk. Sonuçta yasaktı, ama biz o yasağı deliyorduk.”

12 Eylül'de Diyarbakır Cezaevi

Eylemin 55. günü olan 7 Eylül 1982’de, 30 yaşındaki Kemal Pir hayatını kaybetti. 60. gün Hayri Durmuş, 63. gün Akif Yılmaz ve 65. gün Ali Çiçek peş peşe can verdiler. Diyarbakır Cezaevi’nde kalaslarla dövülme, köpeklere ısırtılma, lağımda bekletilme gibi uygulamalara karşı 4 insan canını vermişti.

Diyarbakır Cezaevi’nde 1984 yılında bir ölüm orucu eylemi daha yapıldı. Devrimci Yol davası tutukluları Cemal Arat ve Orhan Keskin de bu eylemde can verdiler.

METRİS: TEK TİP ELBİSEYE KARŞI…

12 Eylül rejimi, tutukladığı onbinlerce kişiyi doldurduğu cezaevlerinde ikinci bir cezalandırma mekanizması olarak işkence ve baskı uyguluyordu. 1983’te, bir genelgeyle, Türkiye’nin imzaladığı uluslararası anlaşmalara aykırı olacak şekilde “tek tip elbise giyme zorunluluğu” getirildi. Cezaevi yönetimlerinin dağıttığı lacivert tek tip elbiseleri giymeyen tutuklular mahkemeye çıkarılmıyordu. tarafından verilen elbise giymeyenler mahkemelere götürülmüyordu. Duruşma salonuna elbiseyle gelen bazı tutuklular da protesto için salonda elbiseleri çıkarıyor ve hakimler tarafından salondan atılıyordu.

13 Nisan 1984’te, başta bu uygulama olmak üzere cezaevlerindeki baskılara karşı büyük bir açlık grevi başlatıldı. Metris ve Sağmalcılar cezaevlerindeki 400 tutuklunun katılımıyla başlayan açlık grevi 4 talep öne sürüyordu:

-          Tek tip elbise uygulaması durdurulsun

-          İşkenceye son verilsin

-          Politik tutukluluk hakkı tanınsın

-          Sosyal ve insani şartlar düzeltilsin

28 Mayıs günü, açlık grevinin 45 günü geride kalmışken eylem ölüm orucuna dönüştürüldü. Ve kısa süre sonra da art arda ölümler başladı. 14 Haziran günü Abdullah Meral, 17 Haziran günü Haydar Başbağ ve Fatih Öktülmüş, 24 Haziran’da Hasan Telci can verdi.

1984’teki açlık grevleri, darbenin ardından toplumun dikkatlerinden kaçırılmış olan cezaevlerinin yeniden gündeme girmesini sağladı. İyileşmeler yavaş ve çok ağır bedellerle oluyordu. Ama 1986 yılının şubat ayında tek tip kıyafet uygulamasına fiilen son verildi.

1996: DOKUZ GÜNDE 12 CAN

1984’ten sonraki ikinci büyük açlık grevi/ölüm orucu dalgası 1996 yılında yaşandı. 96’nın ilk yarısında Adalet Bakanı Mehmet Ağar’dı. Bakanlık siyasi tutukluların “tabutluk” adını verdiği, Eskişehir’deki hücre tipi cezaevini açmaya karar vermişti. Ağar’ın ardından haziran ayında bakanlık koltuğuna oturan Refah Partili Şevket Kazan da aynı tutumu sürdürecekti.

Siyasi tutuklular ise daha nisan ayında birçok cezaevinde eşzamanlı olarak açlık grevlerini başlatmıştı.

-          Tabutluk genelgelerinin iptal edilmesi,

-          Savunma hakkı ve tutukluların tedavileri önünde engellerin kaldırılması

Bu iki taleple başlayan grevler 20 Mayıs'tan itibaren süresiz açlık grevine dönüştü. Mehmet Ağar, 19 Haziran günü, Adalet Bakanı olarak yaptığı son açıklamalardan birinde, 2 bin 174 kişinin açlık grevi yaptığını duyurdu. Eylemci sayısı daha sonra 2 bin 500’ü geçti. Bu görülmemiş bir durumdu.

9 Temmuz’da Şevket Kazan “tabutluk”tan vazgeçmeyeceklerini söyledi. Mahpuslar buna eylemi ölüm orucuna çevirerek karşılık verdi. 21 Temmuz 1996 günü, açlık grevinin 62. günüydü ve ilk ölüm haberi Ümraniye Cezaevi’nden geldi. 25 yaşındaki Aygün Uğur hayatını kaybetmişti. Dışarıda tutuklu yakınları ve diğer destekçiler polis şiddetine uğruyor, içeriden her gün yeni ölüm haberleri geliyor ama hükümetin tutumu değişmiyordu. Takip eden 8 günde 11 tutsak daha hayatını kaybetti. Dokuz günde 12 gencin ölümünü izlemiş olan hükümet, Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli gibi aydınların arabuluculuğuyla 28 Temmuz günü geri adım attı. Talepleri kabul edilen siyasi tutuklular eyleme son verdi.

2000: AÇLIK GREVİ VE ‘HAYATA DÖNÜŞ’ KATLİAMI

Bir sonraki büyük açlık grevi, 2000 yılında yapıldı. Devlet 1996’da 12 gencin ölümü üzerine “tabutluk” konusunda geri adım atmıştı ama koğuş yerine hücre sistemi getiren “F tipi” cezaevlerinin inşaatlarına devam etmişti. 20 Ekim 2000 günü, “F tipi cezaevlerinin kapatılması”, “Terörle Mücadele Yasası'nın kaldırılması”, "Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanları arasında imzalanan ve mahpusların muayene haklarını sınırlayan 'Üçlü Protokol'ün iptali' talepleriyle birçok cezaevinde bine yakın tutuklu açlık grevi başlattı. Kasım ayında eylem, ölüm orucuna dönüştürüldü. Ülkenin hemen her yerinde tutukluların taleplerinin kabul edilmesi ve ölümler başlamadan açlık grevlerinin bitirilmesi için gösteriler düzenleniyordu. Bir yandan da Yaşar Kemal, Can Dündar, Orhan Pamuk gibi aydınların arabuluculuk çabaları vardı. Ama tam görüşmeler belirli bir mesafe kat etmiş ve anlaşma umudu doğmuşken, 19 Aralık 2000 günü, cezaevleri, "Hayata Dönüş" adı verilen ve 30 mahkum ve iki jandarmanın hayatını kaybettiği bir katliama dönüşen operasyon düzenlendi.

Operasyonun ardından F tipi cezaevlerine gönderilen tutuklular ölüm oruçlarını sürdürdüler. Sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilen birçok tutuklu da dışarıda eylemi sürdürdü. Bu eylemlerde toplam 122 tutuklu ve hükümlü hayatını kaybetti.

2012: KÜRT TUTUKLULAR AÇLIK GREVİNDE

Türkiye cezaevlerindeki son kitlesel açlık grevi 2012 sonbaharında başladı. Oslo görüşmelerinin sona ermesinin ardından tırmanan şiddet ortamında, PKK lideri Abdullah Öcalan'la yapılan görüşmelere de son verilmişti. Avukatları ve yakınlarıyla görüştürülmeyen Öcalan'ın sağlık durumu hakkında net bilgi alınamazken, artan KCK operasyonları kapsamında yargılanan Kürt siyasetçilerin mahkemelerde anadillerinde savunma yapmasına da izin verilmiyor, bu da bir başka krize yol açıyordu.

12 Eylül 2012 günü 600'ü aşkın PKK davası tutuklusu, "Öcalan'a uygulanan tecrite son verilmesi" ve "Kürt sorununa barışçıl çözüm için adım atılması" talepleriyle süresiz açlık grevine başladı. Bir süre sonra eyleme yeni katılımlar oldu. Eyleme katılanlar arasında 12 Haziran 2011'deki genel seçimde milletvekili seçilen KCK davası tutuklusu Faysal Sarıyıldız da vardı. KCK davasından tutuklu bulunan avukat ve gazeteciler de açlık grevi yapmaya başladılar.

12 Ekim'den itibaren bazı tutukluların sağlık durumları bozulmaya başladı. Dışarıda da eylemcilere destek vermek için özellikle BDP binalarında açlık grevleri düzenlendi.

Tüm bu gelişmelerin ardından PKK lideri Abdullah Öcalan, 17 Kasım 2012'de, İmralı'da kardeşi Mehmet Öcalan'la görüştü. Öcalan kardeşi aracılığıyla açlık grevi eylemcilerine selamlarını göndererek, "Eyleminiz çok anlamlı, ama özellikle 1. ve 2. gruptaki arkadaşlar bir an önce eylemlerine son versinler" dedi.

Öcalan'ın bu çağrısı üzerine açlık grevi 68. gün olan 18 Kasım'da tüm katılımcılar tarafından sona erdirildi. Bu kez kimse can vermeden, üstelik barışçıl çözüm için gerekli müzakerelerin önünü açarak sona ermişti eylem.

Dört yıl sonra bugün, yine çatışmalı ve şiddet yüklü bir ortamda, bu kez siyasetçiler ve ardından tutuklular açlık grevine gidiyor. Türkiye'nin karanlık anılarla dolu açlık grevi geçmişine yeni bir çentik atmayan, 2012'deki gibi çözüm ve müzakere için umut yaratan bir süreç olmasını dilemekten başka şansımız yok şimdilik...

NOT: Bu yazıda İHD, TİHV, TTB verilerinden ve Bianet'teki haber ve yazılardan yararlanılmıştır.