Cumhuriyet davasında artık AKP'li eski bakanların bile (hayli
mahçup biçimde de olsa Nabi Avcı'nın sözlerini kastediyorum),
"galiba yanlış yapılıyor" demenin sınırlarında gezindiği, saçma
sapan Cumhuriyet davasından yine tahliye çıkmadı. (Çok kullanıldığı
gibi "adalet çıkmadı" demiyorum. Çünkü; bu davadaki tahliye bir
adalet meselesi değil, adalete yaklaşmak böyle bir davanın hiç
olmaması durumunda konuşabileceğimiz bir şey) Nuriye ve Semih'in
duruşmasından saatler önce avukatları birer birer gözaltına alındı.
Zaten dikkate alınmayan savunma hakkının şekli haline bile
tahammülsüzlüğün çarpıcı bir gösterisi. TSK, Hakkari'de yaşanan
SİHA hadisesi üzerine ağır toplumsal amneziye güvenerek "bugüne
kadar hiçbir sivil vatandaşa zarar vermediğini" açıkladı. Bütün
bunlar 12 Eylül haftasını, 80 darbesinin 37. yılını, idrak
ettiğimiz günlerde yaşandı. Bunlara şahit olan bir çok insan haklı
olarak bir çok insan, 37. yıldönümünde "12 Eylül'ü yaşamaya hala
devam ediyoruz" dedi. Çoğunlukla kastedilen, artık sayısal
verilerde bile dönemi geride bırakan otoriteryanizm uygulamalarıydı
ama galiba aslında daha fazlasından bahsetmek de mümkün.
12 Eylül 1980'de neler yaşandığını, oraya nasıl gelindiğini, o
tarihten sonra yola nasıl devam edildiğini doğru dürüst
hatırlayanlar artık 50'li yaşlara merdiven dayadı. Yani 12 Eylül
öncesini veya sadece başını bile hatırlayanlar artık azınlıkta
(yaklaşık yüzde 30 - 35). Nereden baksak iki kuşak, toplumun
yaklaşık üçte ikisi ise, sadece sonrasını bilen, 12 Eylül 1980
sonrası tedrisatın mahsulü veya ağır etkilerine maruz kalmış ya da
bütün bu sürecin her evresinde mağdur olarak ağır hasar almış bir
kalabalık. 12 Eylül 1980'nin ekonomi politiği üzerine çok boyutlu
tartışmalar yapmak mümkün. 24 Ocak kararlarıyla liberal ekonomik
düzenin (uluslararası kapitalizm ile entegrasyonun) kökleşmesi,
hukukilik-siyaset-demokrasi ilişkisinin yeni bir mimariye
oturtulması, dini ve etnik muhafazakarlık ile kurgulanan Türk-islam
aksının bir devlet ideolojisi olarak güncellenmesi gibi başlıklar
üzerinden çok sayıda tartışma yürütülebilir. Bütün bunlara paralel
olarak, 12 Eylül 1980 ile başlayan, kurulan, yerleşikleştirilen ve
hala içinde yaşadığımız çok kapsamlı bir politik müfredatın
etkileri de bir başka tartışma alanı olabilir, olmalı.
Müfredat tartışması, evrim, "erkeğe itaat", cihat gibi mevzular
dolayısıyla, canlı ve güncel gündem. Geçtiğimiz hafta, Milli Eğitim
Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanı Alparslan Durmuş müfredat
savunması yaparken "evrim meselesine" ilişkin ilginç bir benzetme
yaptı: "Bazı araçlar inanç konusu değildir, tornavidaya inanmam ama
kullanırım". 12 Eylül ile başlayan politik müfredatın sihirli sırrı
da burada işte. Bu kırk yıllık müfredat, inanç konusu olmasına pek
bakılmayan araçlarla aktarılıyor. Kendine güvensizliğin
milliyetçiliği beslediği, dinin itikat konusu değil iktidar konusu
olduğu bir vasatta, dünyayla bütünleşme (veya liderlik) adında
yalnızlaşma, kalkınma görünümlü fakirleşme kabul ettirilebiliyor.
Kenan Evren'in il il dolaşıp ayetler okuyarak destek istediği bu
politik müfredat, aynı aklın üst modeli tarafından aynı "siyasi
istikrar" ihtiyacı için şimdi yeniden güncelleniyor. Müfredatın
yeni sürümü için ikna çabasından vazgeçildiği için, uygulayıcı -
aktarıcı personelde de önemli değişimler yaşanıyor. Şimdi,
müfredatın faziletlerini aktarmak için sosyolojik, ekonomik zemin
uyduran - 80'ler ve 2000'lerde iki kere göreve gelmiş - bilmiş
"hocalardan' çok, itaatsizlere parmak sallayan koridor
nöbetçilerine ihtiyaç var.
12 Eylül 1980'i başlayan, devam eden, gelişen ve yerleşikleşen
bütünlüklü bir dönem olarak değil de, darbeden hemen sonra ANAP
iktidarıyla başlayarak uzaklaşılmaya, tamir edilmeye çalışılan
arizi bir dönem gibi göstermek, bu kırk yıllık müfredatın en önemli
ayağı. Yani kendine peşin bir tarih yazarak başlıyor işe. 82
Anayasasına verilen - ne hikmetse herkesin inkar ettiği - destekle
başlayan sosyo-politik riyakarlığın aleniği bugün yaşananları
anlamak açısından çok ilham verici. Sınıfsal politik örgütlenmenin
devre dışına çıkartıldığı kurumsal - yasal zeminde, kapitalist
sistemin sorgulanamazlığını açık ve örtülü biçimde bir dayatmaya
çevirmek de bu müfredatın bir diğer ayağı. Bugün ana muhalefet
partisinin ekonomik tehlike olarak "adalet ve demokrasi olmazsa
sermaye gelmez" - ki çok da doğru değil - argümanını en etkili
çıkış zannetmesi de, Cumhurbaşkanı'nın işadamlarına "ohal size
yarıyor" demesi de bu yüzden. Üçüncü ayak için de devlet algısına
ve adalete ilişkin çifte standart ve toplumun kabul sınırlarını
belirleyen yasal çerçeve işaret edilebilir. 12 Eylül günlerinin
icraatı, yıllarca sürdürülen OHAL bölgesi uygulamaları, 28 Şubat
süreci ve daha pek çok "özel hukuk dönemi" yaratabilme kabiliyeti
ile bu müfredat, şimdi yapılabilenler ve daha önemlisi buna verilen
toplumsal - politik karşılığın zeminini üretti. Uluslararası
"hukuk" için de "milli çıkar" parantezine alındığında
anti-emperyalizm dahil bütün ahlaki kategorilerin kalkması bu
müfredatın çıktısı.
37. yılını idrak ettiğimiz 12 Eylül'ün politik müfredatından
yetişen neslin eğitim atmosferi ve "öğrenim seviyesi", içinde
bulunduğumuz şartları tartışmak için bir başka başlangıç noktası
olabilir. Çünkü, ekonomik, siyasi ve politik zemin, hala bu
müfredatın doğrudan ve dolaylı etkisindeki kuşakların ama daha
önemlisi ikliminin belirleyiciğinde. O zaman soruyu şöyle
sorabiliriz: iki kuşak yetiştirmiş bu müfredatla Türkiye bir kuşak
daha yürüyebilir mi? Aynı dayanak noktaları ve argümanlar ne kadar
daha "yeni" kalabilir? Bir başka soru da şöyle sorulabilir; İktidar
yeni bir müfredatla yeni bir nesil mi yetiştirmeye hazırlanıyor
yoksa eski müfredatın yetiştirdiklerine mi güveniyor? Konuyu
kapatan değil, tartışma açan cevaplar olmasını umarak sırayayım.
Birinci ve ikinci sorunun cevabı, verili göstergeler ışığında ne
yazık ki evet. Gider belki birden fazla kuşak böyle yürümeye razı
olabilir. Gençlerde hemen her kesim için politik ilginin düşmeye
başladığının ölçülmesi, bir tıkanma göstergesi olsa da, henüz
alternatif umudu gibi durmuyor. Son sorunun cevabını da, mevcut
iktidar bu nesle güveniyor ama henüz muhalefet de aynı nesile, aynı
müfredatla konuşmaktan başka yol bulabilmiş değil diyerek cevap
vermek mümkün.