Tarih: 12 Mart 1971. Yer: Kartal/Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay. Saat: 17.00. Tugay Komutanı, bütün subay ve astsubayların askeri gazinoda toplanmasını emretti. Komutan, toplantıda Genel Kurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının bir muhtıra vererek Başbakan Süleyman Demirel’in istifasını istediğini aksi halde ordunun idareye el koyacağını söyledi.
Askeri gazinoda derin bir sessizlik oldu. Tugay Komutanı, hiçbir askerin kışlayı terk etmemesini istedi. Bizler ise devrimci subaylar olarak durumu değerlendirmek istiyorduk.
Bu arada Alemdağ 32.nci Piyade Alayı’nda görevli kardeşim Teğmen Olcay Özsever tugay santralından beni aradı. Saat 13.00’deki haberleri dinleyip dinlemediğimi sordu. Dinlediğimi ve TRT radyolarının muhtıra olayını verdiğini söyledim. Kardeşim Olcay’ın ağzından şöyle bir söz çıktı: "Hoş geldin faşizm”.
Bu koşullarda devrimci subaylar olarak akşam toplanmamız gerektiğine karar verdik. Hepimiz gençtik, benim yaşım, 23’tü, rütbem teğmendi. 1967 yılında Kara Harp Okulu’ndan piyade subayı olarak mezun olmuştum
68 KUŞAĞININ FERDİ OLMAK
Askeri bir kişi olmamıza rağmen 68 kuşağının bir ferdi olarak ülkemizdeki gelişmelerden etkileniyorduk. 1961 Anayasası’nın getirdiği nispi özgürlük ortamı, sol yayınların ortaya çıkışı, işçi hareketleri, öğrenci eylemleri, dikkatimizi çeken olaylardı.
Keza Amerikan 6. Filosu’na karşı yapılan eylemler, Türkiye İşçi Partisi (TİP) adında bir sosyalist partinin TBMM’ye 15 milletvekili ile girmesi ve benzeri gelişmeler, ister sivil, ister askeri kişi olalım biz gençler üzerinde etkili oluyordu.
O zamanki dünyada, başta Fransa olmak üzere Batı ülkelerinde ilerici öğrenci hareketleri, kapitalizme karşı mücadeleler, ABD’nin Vietnam savaşına karşı oluşan tepki de düşüncelerimizi etkileyen faktörler arasındaydı.
Zaten askeri okullarda da yurtsever, Kemalist, anti-emperyalist nitelikte subayların yetiştirilmesine önem veriliyordu. Subay çıktıktan sonra da Kemalist çizgiden sosyalizme doğru bir süreç yaşadım.
İstanbul’un yanı sıra Ankara ve İzmir’de de devrimci subay arkadaşlarımızla zaman zaman bir araya gelerek memleket meselelerini tartışıp bir birliktelik oluşturmaya karar verdik.
12 MART’A GİDEN SÜREÇ
1961 Anayasası ile birlikte oluşan özgürlükçü ortam, işçi ve gençlik mücadelesinin de gelişmesine olanak sağladı. Öğrenci gençliği, 1968’den itibaren üniversitelerde eğitim reformu talebiyle harekete geçti, ardından anti-Amerikancı eylemler başladı.
İlerici ve devrimci gençler, Amerikan 6. Filo'suna karşı gösterilerde bulundu, güvenlik güçleriyle çatışma çıktı. Daha sonraki eylemlerle devrimci gençlerin öldürülmesi, olayların tırmanmasına neden oldu.
16 Şubat 1969’da “Kanlı Pazar” olayı meydana geldi. Camiden çıkan ve kışkırtılan gerici bir grup, Taksim’de yasal bir miting için toplanan devrimci ve solcu gençlere saldırdı. Bu saldırıda, iki genç öldürüldü. Olay, toplumda büyük bir tepkiye yol açtı.
Ekonomik darboğaz, 1970 devalüasyonu, düşük ücretler, işçi sınıfının da hareketlenmesine neden oldu. Grevler, fabrika işgalleri ve nihayetinde sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan yasaya karşı işçiler 15-16 Haziran 1970’de büyük bir direnişe geçti.
Bu gelişmeler üzerine zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, şu veciz sözü sarf etti: “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır”. Ekonomik krizin yanı sıra ülkede siyasi kriz de çıkmıştı.
19 Ocak 1971 tarihinde iktidardaki Adalet Partisi (AP), Meclisteki salt çoğunluğunu yitirdi ve Başbakan Demirel’in siyasi gücü de iyice zayıfladı. Ordu içinde de mevcut hükümete ve siyasal gelişmelere tepkiler vardı.
MUHTIRA VE SONRASI
Bu siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeler karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart 1971 tarihinde yayınladığı bir muhtırayla hükümetin istifasını istedi.
Muhtırada, “partiler üstü bir anlayışla anarşik durumu giderecek ve Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak bir hükümetin kurulması, aksi takdirde TSK’nın idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı olduğu” bildirildi.
Biz ise, 2. Zırhlı Tugay Komutanı’nın emrine rağmen 12 Mart günü mesai bitiminden sonra kışlayı terk edip devrimci subay arkadaşlarımızla bir araya geldik. Muhtırayı değerlendirdik. İçeriğinde ilerici bir takım ifadeler olmasına rağmen gelecek günlerde bu askeri müdahalenin ne gibi bir şekil alacağı konusunda endişelerimizi de gizleyemiyorduk.
Kışlayı izinsiz terk etmem, daha sonra sicilime olumsuz bir puan olarak işlenecekti. Muhtıra sonrasında Demirel hükümeti istifa etti. Yerine partiler üstü Nihat Erim hükümeti kuruldu.
Zaman ilerledikçe 12 Mart askeri müdahalesinin niteliği daha iyi şekilleniyordu. İsrail Başkonsolosu Elrom’un öldürülmesi bahane edilerek geniş bir aydınlar grubunun tutuklanması (Başbakan Erim’in meşhur Balyoz harekatı), Anayasa’da yapılan anti-demokratik değişiklikler, darbenin kimliğini daha iyi bir biçimde açığa çıkarıyordu.
AZİZ NESİN CEZAEVİNDE
Balyoz harekatı sonucunda yazar Aziz Nesin ve birçok aydın gözaltına alınmıştı. Aziz Nesin’i bizim birlikteki Maltepe Cezaevi’ne getirmişlerdi. Sınıf arkadaşım Piyade Teğmen Rıfat Kılıç da, bu grubun gözaltına alınması sırasında görevliydi. Gerisini Rıfat teğmenden dinleyelim:
“Bizim birlikte tank taburundaki kapalı bir avluyu gözaltı yeri yapmışlardı. Ben de girişte gözaltına alınanların kaydını yapıyordum. Aziz Nesin’i getirdiler. Yanında birkaç bavul kitabı da vardı. Kitapları tek, tek yazması uzun süreceğinden bana ‘Teğmenim, isterseniz size yardımcı olayım, kitapları kısa sürede yazarız’ dedi.
Bütün gözaltına alınanlar avluda beton üzerinde ayakta bekliyorlardı. Aziz Nesin’e bir sandalye getirttim. Kendisi ile üç gün birlikte kaldım. Bana, ‘Teğmenim, polis kütüphanemdeki raflara bakıp kırmızı renkli bütün kitapları aldı. Yeşil renkli kitaplara dokunmadı. Aralarında Kur’an-ı Kerim de vardı. Maalesef bilgisiz insanlardı’ diye konuşmuştu”.
Öte yandan Aziz Nesin’in bizim birlikteki cezaevine gelmesi üzerine kendisini ziyarete gittim. Bir kitabının imzalanmasını isteyince, bana biraz da şaşkın bir şekilde bakmıştı. Tugayda görevli bir teğmenin kendisine kitap imzalatmasını yadırgar gibi olmuştu.
ASKERİ DARBENİN UYGULAMALARI
Askeri cuntanın kontrolünde olan Erim hükümeti, İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere 11 ilde sıkıyönetim ilan ettikten sonra sol kesime yönelik bir baskı dönemi başladı.
Bu arada silahlı mücadeleye başlayan devrimci örgütlerin üzerine gidildi, THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi) liderlerinden Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı Kızıldere’de, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) liderlerinden Sinan Cemgil ve iki arkadaşı da Nurhak’da güvenlik güçlerince öldürüldü. Yine THKO liderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, 6 Mayıs 1972’de idam edildi.
12 Mart döneminde ayrıca sosyalist TİP (Türkiye İşçi Partisi) ile siyasal İslamcı MNP (Milli Nizam Partisi) Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldı. Sendika ve meslek örgütlerinin bütün toplantı ve seminerleri yasaklandı, kimi grevler ertelendi, gözaltı süresi 15 güne çıkarıldı, bazı gazetelerin yayını durduruldu, birçok kitap yasaklandı, devrimci gençlik örgütleri kapatıldı.
Anayasada değişiklik yapılarak memurlara sendika hakkı yasaklandı, TRT’nin özerkliği kaldırıldı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kuruldu, hükümete kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi tanındı.
CEZAEVİ GÜNLERİ
Kuşkusuz bu gelişmelerden biz de nasibimizi aldık. Hem devrimci subaylar olarak oluşturduğumuz örgütsel birlikteliğin, hem de sivil devrimci kesimlerle olan ilişkilerimizin bir bedeli olmalıydı.
Yine bu çerçevede Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışına yardımcı olmam gibi nedenlerle de 13 Şubat 1972 günü Tatvan 10. Tümen’de görevli üsteğmen iken gözaltına alındım.
Ardından İstanbul’daki Selimiye Kışlası’na getirildim. Orada Yılmaz Güney, Mustafa Alabora gibi sanatçılarla birlikte Dev Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı gibi arkadaşlarla cezaevi günlerimiz başladı.
12 Mart rejimi ise, Nihat Erim hükümetlerinden sonra Ferit Melen hükümetleriyle devam etti. Bu arada cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyordu. Askerler, yani 12 Mart cuntası, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasını istiyordu.
Faruk Gürler, 5 Mart 1973’te cumhurbaşkanı adayı olmak üzere görevinden ayrıldı, mevcut cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörlüğüne atandı. Bu arada ordu, bir sıkıyönetim bildirisiyle 13 Mart 1973’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyecek her türlü yayını yasakladı.
AP ve CHP ise, Gürler’in cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkıyordu. Faruk Gürler, parlamentodaki oylamalarda gereken oyu alamayınca adaylıktan çekildi. 6 Nisan 1973’te AP ve CHP’nin ortak adayı olan kontenjan senatörü emekli amiral Fahri Korutürk, yeni cumhurbaşkanı seçildi.
Ekim 1973 seçimleriyle demokratik sürece geçildi. Seçimlerde CHP birinci parti oldu. Ecevit’in başbakanlığında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milli Selamet Partisi (MSP) koalisyonu kuruldu. MSP lideri Erbakan’ın “Milli Görüşü” savunan İslamcı bir kimliği vardı.
2,5 yıllık mahpus hayatından sonra Ecevit Hükümeti’nin çıkardığı bir af yasasıyla 12 Temmuz 1974’te özgürlüğümüze kavuştuk.
'YARIM DARBE'DEN 12 EYLÜL’E
12 Mart bir anlamda “yarım darbe” sayılır. 12 Eylül 1980 müdahalesi sonucu, bu yarım darbe tamamlanmıştır. Meclis ve bütün siyasi partiler kapatılır. Özellikle emek kesiminin hakları büyük ölçüde budanır, DİSK yöneticileri ağır cezalara çarptırılır.
12 Eylül askeri yönetiminin hazırladığı 1982 Anayasası ile demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanıp emek kesimine yönelik baskılar artarken zorunlu din dersine olanak sağlanarak laiklik ilkesi çiğnenir. Ve böylece siyasal İslamcı hareketin gelişimine zemin hazırlanır…