Duvar okurları bu yazıyı okurlarken, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin 4. yıldönümü idrak ediliyor olacak. 15 Temmuz 2016; 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan, 90’lı yıllar katmanıyla kalınlaşan ve AKP iktidarıyla kompozisyonu büyük oranda tamamlanan neoliberal devlet ve toplum inşasının, neredeyse kaçınılmaz bir durağı olarak hatırlanacaktır gelecekte. Türkiye’nin, başta askeri bürokrasi olmak üzere devlet aygıtında güç sahibi olan unsurlarının ve burjuvazisinin, uluslararası sermayeyle tam bir uyum içinde gerçekleştirmeye başladıkları 12 Eylül milatlı dönüşümün toplumsal ve siyasal alanda yarattığı çöküntüler, 15 Temmuz 2016 günü, bir çarkta döndürülen pamuk helvanın o çarka sokulan bir çubukta toplanması gibi bir araya gelmiştir. 15 Temmuz, sadece o güne sıkışmış ve pek çok açıdan halen muğlaklığını koruyan olaylar zincirinin ötesinde, kendinden önce ve sonra yaşananlarla birlik içinde, Türkiye’nin son 40 yılını resmeden, simgesel yanı en güçlü ‘vaka’lardan biri, belki de birincisidir. Fail olarak suçlananın da kendisini mağdur ve ardından muzaffer olarak gösterenin de, bu 40 yılın en belirgin olgularından biri olan ‘dinselleşme’ ile dolaysız bağlantılı olması bu sembolleşmenin en güçlü yanıdır. Buna rağmen 15 Temmuz, Milli Görüş orijinli neo-İslamcı siyasal parti AKP ile Gülen Cemaati arasındaki iktidar geriliminin toplumun üzerine çöktüğü bir günden ibaret değildir…
Dinselleşme, son 40 yılın, yıkıcı sonuçlara yol açan ve bugünkü karanlık tabloyu inşa eden en önemli mekanizmalarından biri kuşkusuz. Ama dinselleşme salt ideolojik bir kabuk değildir; Türkiye kapitalizminin bu 40 yıldaki yönelimlerine stratejik ölçekte eşlik eden bir yol arkadaşıdır. 12 Eylülcülerin anayasası için oy istemek üzere elinde Kuran’la miting konuşmalarına çıkan Kenan Evren ile 2015’ten itibaren seçim ve anayasa referandumu mitinglerine yine elinde Kuran’la çıkan Tayyip Erdoğan’ın kesiştiği yer, bu iktisadi, sınıfsal programın ihyasıdır. Bir cunta lideriyle, seçim kazanagelmiş neo-İslamcı bir lideri neredeyse aynı fotoğrafın içinde süreklileştiren, o iktisadi programdır. Ve şimdi o program, bir asla rücu gibi, ikisini ‘seçimsiz’, ‘cebri’ iktidar pratiklerinde yeniden bir araya getirecek yolu açmış görünmektedir. Nitekim 12 Eylül, 15 Temmuz durağını da içerecek şekilde ‘yolculuğuna’ devam etmekte. Seçilmiş hükümete karşı girişilen bir askeri kalkışmayı, teknik anlamda bir seçimin bile ufkunda belirsiz hale geldiği tam teşekküllü bir anti-demokratik karşı darbeye çevirme maharetini, neoliberal dönem İslamcılarının tıynetine indirgemek yanıltıcı olur. 15 Temmuz sonrası Türkiye’sinde yaşananlar, bu yaşananları “Allah’ın lütfu” peşreviyle yüklenen siyasal kadroların yapısıyla, tarihsel ve ideolojik hasletleriyle uyumlu elbette. Ama bu uyum, onları böyle dizginsiz bir iştahla iktidarda kalmak için her yolu mubah görmeye sevk edecek irsi özellikleri tarafından belirlenen tek taraflı bir yatkınlık değildir. Geçmişte 12 Eylül rejimini, bugün ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ni var eden süreç, bu tarihsel dönemlerin siyasal yüklenicilerine ait içsel özelliklerle açıklanamaz. 12 Eylül’den beri inşa edilen iktisadi ve siyasi koşulları arzu eden yönetici sınıfların, ulusal ve uluslararası kapitalizmin müteahhitleri olarak sahneye çıkan yeni siyasal bürokrasi; bu yönetici sınıflarla, zaman zaman yanıltıcı şekilde ‘köklü ihtilaflara’ sahip gibi görünse de gerçek böyle değil. Vehbi Koç’un Kenan Evren’i avuçları patlarcasına alkışlayan mektubuyla, bugünkü TÜSİAD’çıların eski sistemin yapısı bir bir sökülürken büründükleri sinsi sessizlik arasında doğrusal bir yol var. 12 Eylül rejiminin ‘terör karşıtı’ görünen bir söylemle açık devlet terörü imal etmesi gibi; bugünkü rejimin ‘darbe karşıtı’ bir kabuk söylemin eşlik ettiği, ama dört başı mamur darbelere tırnak yedirecek kapsamda bir hukuk ve demokrasi tasfiyesine girişebilmesi de bu sayede gerçekleşiyor.
Türkiye kapitalizminin özündeki ve güncel durumundaki çelişkilerle, artık ancak otoriter bir devlet mekanizmasının zoruyla baş edilebileceğine dair egemen kanaat, bugünkü manzaranın sessiz işbirlikçisi olmaktan öte suç ortağıdır. Tıpkı yakın geçmişte olduğu gibi… Bugün temel sorun, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çelişkilerin, ‘sınırlandırılmış’ bir burjuva demokrasisiyle bile yönetilemez noktaya sürüklenmesidir. Dünyadaki başka örnekler bir yana Türkiye’de kapitalizm ve burjuva demokrasisi, karşılıklı olarak bağdaşmaz, uyumsuz hale gelmiştir. Bu durum, Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun ‘elini rahatlatan’ bir faktör olmaktan öte, onların fonksiyonlarını kaçınılmaz olarak şimdi bulundukları noktaya ittiren nesnel bir mekanizma. Enflasyon vb. ekonomik verileri kendi destek çevrelerinin bile inanmayacağı şekilde uydurmak; aktif işgücünün reel olarak 4’te birinin işsiz olduğu, bunların önemli bir bölümünün işsizlikle düşkünlük arasındaki ince çizgide istatistik izini kaybettirdiği koşulları, mesnetsiz “her şey yoluna girecek” vaatleriyle gizlemek; reel ücretlerin, salgın dönemi verilen ve zaten yetersiz asgari ücretin bile altında olan ‘yardımlara’ gerilediği bir durumu yönetmek; milyonlarca emekçinin kıdem tazminatını, ‘sendikalarla patronlar aralarında çözsün, bizi yıpratmasın’ uyanıklığıyla buharlaştırmaya çalışmak; Türkiye’nin yakın geçmişindeki güdük burjuva demokratik koşullarıyla dahi mümkün değil tabii.
AKP, 1980’den itibaren peyderpey tasfiye edilen liberal burjuva devletin ardında kalan boşluğu, yani tüm topluma dönük bazı sosyal görevleri yerine getirmek için ihdas edilmiş kurumlar ve ilkelerin yok edilmesinin yarattığı boşluğu, kerameti kendinden menkul bir siyasi öznenin giderek şahsileşen güvencesine dayalı, genellikle dinsel ve milliyetçi bir haleye sarılmış ‘hayırseverlik’ ile doldurmuştu. Toplumun en alt kesimleriyle, en yoksullarla kurulan bu niyaz ilişkisi, onca yılın sonunda AKP’lilerin burjuvalaşması ve burjuvaların AKP’lileşmesiyle birlikte eski inandırıcılığından ve işlevselliğinden çok uzak. Toplumun giderek daha çok kesimini gölgesi altına alacağı anlaşılan ekonomik yıkım koşullarında bu en yoksulları yardımla yedekleme ilişkisinin fiziki koşulları da daralıyor ve daha geniş kalabalıkların siyasal rızasının manipüle edilmesi olanaksızlaşıyor. Bugünlerde ‘oy erimesi’ olarak telaffuz edilen tablo bununla doğrudan ilgili olmalı.
İşte bu koşullarda mevcut iktidar koalisyonu, destek tablosunda yüksek iyileştirmeler sağlamak gibi fazlasıyla hayalci projelerle zaman kaybetmek yerine, ‘sandık’ ya da ‘çoğunluk’ desteğinin devreden çıkacağı bir yol döşüyor belli ki. Baroları parçalayan yasanın geçirilmesi yoluyla yargıda bir ‘pürüz’ün daha bertaraf edilmesi yoluna gidilmesi; diğer meslek örgütlerine de benzer bir darbenin hazırlanmakta olması; sosyal medya üzerinde kısıtlayıcı bir tasarının gündemde olması; kayyum rejiminin dizginsiz şekilde sürdürülmesi; siyasi partiler kanunu ve seçim yasası üzerinde yapılması planlandığı anlaşılan düzenlemeler bu ‘yol’un hukuki ve idari taşlarını oluşturuyor. Toplumsal plandaysa, giderek daralmakta olan destekçilerinin ‘en zinde’ unsurlarını denklemde tutacak ve bunların ‘sokak etkinliğini’ yardıma çağırabilecek şekilde girişimler yapılıyor. Belli bir yaşın üzerindeki sağcıların doktrinasyonunda ‘büyük anlam’ taşıyan ve ancak militan bir kitlenin göz pınarlarını ıslatabilecek olan Ayasofya hamlesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Yine sağcı-İslamcı siyasal mitolojinin, kadını keyfi bir erkek uzantısı olarak kurgulayan ‘aile’ doktrinini ihya etmek üzere İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine yönelik niyet de…
Rejim, düzenin sahipleriyle birlikte, güdük burjuva demokrasisinin geriye kalan tüm biçimsel yönleriyle de fiilen askıya alındığı koşulları toplumun karşısına ‘dönemsel zorunluluk’ olarak çıkarmanın yollarını aramaya/örmeye devam edecek. Bu uğurda, kimi zaman hovardaca davranıp, Ayasofya kozunu elden çıkararak, kimi zaman blöfçü bir kumarbaz gibi ‘hilafet’ söylencesinden medet umarak davranmayı sürdürecek. En budanmış haliyle dahi liberal burjuva devleti sökmenin tarihsel yolu 15 Temmuz sonrasında açıldı. Bugün 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak ‘demokrasi’ ve ‘milli irade’ lehine yapılacak tüm süslü konuşmaların arkasında, esasen 2015’ten beri sürdürülemez hale gelen ve artık kördüğüme dönüşen yönetme krizinin zamana yayılmış bir darbe süreciyle aşılması gayretinin ayak izi olacaktır. Ve İslamcı-milliyetçi koalisyonu bu konuda gökten zembille inmiş bir siyasal ucube değil, Türkiye kapitalizminin son 40 yılının organik ürünüdür. En güçlü desteğini sağladığı bu illiyet bağı, aynı zamanda onun en zayıf karnıdır.