1500 yıllık bir salgın hikayesi: Likya'nın kabusu

Sionlu Nikolaos veba lanetinin neredeyse 200 yıl boyunca bölge halkının başından gitmez bir bela olacağını bilseydi, belki de kendini bu kadar suçlu hissetmeyecekti...

Abone ol

Nevzat Çevik*

Myralı Aziz Nikolaos öleli iki yüz yıl olmuştu. Likya’nın orta yerindeki en parlak kenti Myra’da korkunç bir veba salgını başlamıştı. Myra dağlığında kurduğu manastırında yaşayan Sionlu Nikolaos, gelen yardım isteklerine baktıkça içini tarif edilmez bir çaresizlik duygusu sarıyordu. Veba yayıldıkça yayılıyor, önü alınmaz bir felakete dönüşüyordu. Sahilden dağlara her gün daha kötü haberler geliyordu. Her tarafta fare ölüleri vardı. Fareler, Myra kenti sokaklarında hastalık yayan pireleri her yere taşıyordu. Andriake Limanı ve depoları fare kaynıyordu. Dünyanın en güneşli kenti Myra’nın üzerine hiç olmadığı kadar kara bulutlar çökmüştü. Her köşede ölümü bekleyen hastalıklı insanlar vardı. Hırpani giysilerinin içinden görünen elleri ve yüzlerinde korkunç kara lekeler, irinli yaralar vardı. Sokaklarda pislik içinde ölenleri kent dışına taşıyıp imha edecek kimse bulunamıyordu. Bir zamanlar neşeli sesler yükselen görkemli Myra sokaklarında artık sadece iniltiler ve yardım çığlıkları duyuluyordu. Myralı Nikolaos’un dördüncü yüzyılın başında kurduğu merkez kilisesinin elinden de bugünlerde hiçbir şey gelmiyordu artık. Evrensel Azizin mucizeleri freskolarda kalmış, bütün adaklar boşa gitmişti.

TEKNELERLE TAŞINAN KARA BELA

Halk sahilden dağlara kaçmaya başlamıştı. Sion Manastırı’nın kapısında insan kuyrukları uzuyordu. Yardım istemeye, iyileşmek için dua istemeye gelmişlerdi. Dışarıda biriken iniltili hasta kalabalıklarını manastırdaki odasından kaygılı gözlerle izleyen Aziz çok üzgündü. Rüyasında vebanın gelişini görmüş ve hatta rüya sabahında uzun uzun ilahiler okutmuştu. Sanki iblis karanlıkta gelecekmiş gibi akşam ve gece yarısı ilahileri de artırılmıştı. Hem ibadethane hem de şifahane olan manastırda artık sadece çaresizlik duaları okunuyordu. Kale kadar korunaklı manastırın duvarlarını süsleyen freskolardaki İsa ve azizler, veba illetine karşı umutla dua okumaya devam eden keşişleri izliyordu. Memleketi kötülüğe bulayan iblis her yandaydı. Bedenini ele geçiren kötü ruhtan kurtulmak için manastıra gelen keşişlerden Paulus da borcunu törenlerde ilahiler okuyarak ödüyordu. Aralıksız terennüm edilen mezmurların, ilahilerin her bir cümlesi kilisenin muhteşem taş işçilikli duvarlarına çarparak çoğalsa da hastalık yayılmaya devam ediyordu. Galiba duyan da yoktu…

Çok uzun yıllar sürecek bir kara bela, Likya’yı en parlak bölgesinden vurmuş ve hızla komşu kentlere yayılmaya başlamıştı. Hastalığın, Akdeniz’in en büyük limanlarından biri olan Andriake’ye gelen teknelerden taşındığı söyleniyordu. Her zaman telaşlı kalabalıklara alışkın olan Andriake Limanı çok derin bir sessizliğe bürünmüştü. Halk, karantina teknelerini konuşuyordu. Sionlu Nikolaos’un Demre’ye bakan dağlardaki manastırında yeterli yiyecek stokları varsa da aşağı tarafta halk açlıktan kırılmaya başlamıştı. Yiyecek ihtiyacı had safhadaydı. Depoları tahıl, un, şarap dolu olan Manastır halkı, Myra’ya yardım etmek için çok da istekli değildi. Korkuyorlardı. Sahildeki ölümlerin kendilerine de bulaşmasından çekiniyorlardı.

Nikolaos’un kardeşi Artemas, yardım gezilerine çıkılmasını çok istemese de manastırın halk üzerindeki etkisinin ancak böyle artacağını bildiğinden muhalefet etmiyordu. Nihayetinde halkın, dar zamanında yanında olanı unutmadığını biliyorlardı. Bu durum manastırda yaşayan 12 keşiş için de bir tartışma konusuydu. Vebanın hayatı esir aldığı bu zamanda bölgenin idaresi hepsini zorluyor ve manastırda tartışmalar çıkmasına yol açıyordu. Normal zamanlarda akşam dualarından sonra düzenledikleri eğlenceleri de artık yapmaz olmuşlardı.

NIKOLAOS'UN ÇELİŞKİSİ...

Nikolaos, manastırın yakın kırsalında sık sık yolculuklar yapıyor ve halkın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Myra dağlığında yaptıkları hayvancılık, ormancılık ve tarım, manastırın güçlenmesine ve halkın iyi yaşamasına yetmişti. Ancak, veba salgını başlayınca, halkını hastalıktan korumak isteyen Sionlu Nikolaos, Myra’ya ve diğer kıyı kentlerine ticaret yapılmasını yasaklamıştı. Bir yanı açlıktan ve hastalıktan kırılanları kurtarmak isterken diğer yanı da kendi halkını ateşe atmak istemiyordu. Kırsaldan şehre mal akışı durmuş, büyük bir ekonomik durgunluk ve yokluk baş göstermişti. Myra Piskoposu bu durumdan Sionlu Nikolaos’u sorumlu tutmuştu. Sionlu Nikolaos, önderi olan Myralı Nikolaos’un halkını ihmal ediyordu. O ki bu pagan topraklara kendisinden 200 yıl önce Hıristiyanlığı getirmiş, Myra merkezinde ilk kiliseyi kurmuştu.

Vebanın yaşattığı zorlukların aslında kilise için bir görev ve bir fırsat olduğunu Nikolaos da biliyordu. Ona göre, 6. yüzyılda eski pagan inançlara sahip olan, günahkâr ruhlar tarafından ele geçirilmiş insanlar hâlâ vardı. Bunların bir an önce Hıristiyan olmalarını sağlamak için vebanın kara çaresizliği iyi bir fırsattı. Nikoalos, bu fırsatı kaçırmak da istemiyordu. Ama korku ağır basmıştı işte. İşe de yaramıştı, Sionlu Nikolaos vebaya rağmen 20 yıl daha yaşamıştı.

Neyse ki Sionlu Aziz’in kardeşlerinden biri, onun vitasını (hayat hikayesi) dikkatlice kaleme almış, sanki yüzyıllar sonra bu yaşadıklarının sadece bu kaynaktan öğrenileceğini bilmiş gibi her şeyi sürekli kaydetmişti.

Veba lanetinin neredeyse 200 yıl boyunca bölge halkının başından gitmez bir bela olacağını bilseydi, belki de kendini bu kadar suçlu hissetmeyecekti. Bir bakteri tüm Likya’yı ve bölgeyi 200 yıl boyunca karanlığa gömmüş, uygarlık bir kez daha büyük bir mola vermişti.

Bu ne ilkti ne de son olacaktı…

* Prof. Dr. / Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü.