1989 başları olmalı, Ankara’da Necatibey Caddesi üzerinde bulunan Derya Sineması’nda izlediğim ilk konserlerden biri, Ahmet Kaya konseri… Lisede bir ülkücü arkadaşım tarafından verilen Ahmet Kaya kasetiyle başlayan hikâye, üniversitenin ilk yılında, bu konserle taçlanacak. Giderken heyecanlı oluşum, o güne dek yaptığı bütün kasetleri hatmetmemden. Kocaman bir orkestra eşliğinde çıkacağını düşünürken tek sazla ve bir sandalye üzerinde oturarak türkülerini söylemesi, ilk hayal kırıklığım. Çabuk geçti, zira Ahmet Kaya, o gün, o tek sazla sahnede devleşti! Sonradan “Resitaller” albümünde dinleyeceğimiz bu performans, ilk deneyimim. O büyük salonu dolduran yüzlerce insanın, onu neredeyse nefes almadan dinlemesi, hâlâ hatırımda. Şahit olduğum çok Ahmet Kaya konseri var: Ankara ve İstanbul’da defalarca izledim onu ama o ilk günkü duygu, bambaşkaydı.
Ahmet Kaya, bütün konserlerini “Başım Belada” ile açar, “Giderim”le bitirirdi. “Kafama sıkar giderim” dedikten sonra elini tabanca şekline getirir, kafasına sıkıyormuş gibi yapar, arkasını döner ve giderdi. Bir gün gitti ve geri dönmedi.
1985 yılında ilk albümü “Ağlama Bebeğim”i yayınlarken, çok değil sadece on dört yıl sonra sürgüne gitmek zorunda kalacağını bilmiyordu elbette. Malatya’dan İstanbul’a uzanan hayatı 2000 yılında sonlandığında henüz 43 yaşındaydı. Ardında, sayısı 25’e yaklaşan albüm, verilen sayısız konser, son deminde art arda çektiği klipler ve bunlarla sesini çoğaltan sevenlerini bıraktı. Zorlu bir hayatı vardı, bunu şarkılarına aktardı. İçtendi, onun için çok sevildi. Altı yaşında babasının hediye ettiği bağlamayı dostu bildi, içini ona döktü. Yedi yaşında devrimci gecelerde “Erim Erim Eriyesin”i söyledi. Âşık Mahzuni Şerif’le birlikte Ruhi Su, Rahmi Saltuk ve Zülfü Livaneli’yi “usta” bildi. 1975’te cezaevine girdi, 1978’de askere gitti ve 12 Eylül’ü orada karşıladı. Bağlama çalmayı hep sürdürdü, nevi şahsına münhasır bir üslup yarattı. 1984’te Hasan Hüseyin Demirel’le karşılaştı, ilk solo konserini 13 Mart 1985’te Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde “Bir O Yandan Bir Bu Yandan” başlığıyla verdi. Bu konserler Şan Sineması ve Bilsak’ta sürdü. Başlık bu kez oldukça iddialıydı: “Bağlama Böyle de Çalınır”. Önce sahneye çıktı, tanındı, sonra “kaset” yaptı Ahmet Kaya. “Ağlama Bebeğim”, bu yolda ilk adımıydı.
“Ağlama Bebeğim”i anlatırken, şunları söylüyor: “O zamanlar kimse yok meydanda. Ne Zülfü, ne Rahmi, ne Yeni Türkü... Ben o zamanlar birilerinin ortaya çıkması gerektiğine inanıyordum. Şarkılarımı dinlettiğim kimseler bana ‘iş alırsın başına, yapma’ dediler. Bir de kendimi tutuklattırmak için bu kaseti yaptığım söylenebilir. Konser değil de kaset için bu böyle. Birilerinin kendini kurban etmesi gerektiğine inanıyordum. ‘Ben yanarsam, benden sonra bunu götürecek kimseler olacaktır’ diyordum.” Başta ilgi görmeyen albüm, sonrasında o dönem için oldukça iyi sayılabilecek bir başarı kazanır. Bu albümün hemen ardından “Acılara Tutunmak”ı yapar Ahmet Kaya. Sezer Bağcan’ın yönetmenliğini üstlendiği albümde Selda Bağcan’ın da büyük katkısı vardır. Asıl çıkış, yine art arda yayımlanan iki albümle olur: “An Gelir” ve “Şafak Türküsü”. İlkinde, Attilâ İlhan şiirinden yaptığı bestelerle dikkat çeker, ikincisi, yeni bir şairi tanımamıza sebep olur: Nevzat Çelik. Sonrasında, bir telif problemiyle yolları ayrılan bu ‘ikili’, ‘80’lerin ikinci yarısına damgasını vuracak, beraber anılacaktır. “Özgün müzik” teriminin ortaya atıldığı, Ahmet Kaya’nın, bu işin öncüsü olarak lanse edildiği yıllar bunlar. İki yılda yaptığı dört albümle adını duyuran sanatçının birbiri ardına yaptığı cesur çalışmaları da bu dönemde başlıyor… Grup Yorum’un yeni ortaya çıktığı, Zülfü Livaneli’nin “Zor Yıllar”la geçmişine veda ettiği yıllarda, şarkılarında, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği 12 Eylül’ü anlatması bile o dönem için büyük olay: “İçerden çıkacak birazdan adam / Yılların tortusu çökmüş yüzüyle / Alnını güneşe serecek adam / Uykusuz ranzalar suskun voltalar / Geride kalacak ve ah hüzünle / Bir kül gibi savrulup gülecek adam // Kar yağmıştır sardunyanın üstüne / Anılar toza bulanmıştır / Kitaplar sobada yanmış / Ah sazlar duvarda kalmış / Güzelim şarkılar yağmalanmıştır //
“İçerden Çıkan Adam”, “Başkaldırıyorum” adlı albümde yer alan şarkılardan biri. Albümle aynı adı taşıyan şarkı, o dönemde dilden dile yayılmıştı. Hemen öncesinde piyasaya verilen “Yorgun Demokrat”, dinlediğim ilk Ahmet Kaya kaseti. Hani, ülkücü arkadaşımın verdiği… Burada, “ülkücü”ye vurgu yapıyorum çünkü kaseti aldığımda korkarak dinlemiştim. Ahmet Kaya’nın “solcu” olduğunu öğrenmem, ilerleyen yıllardadır. Bunun o dönemde çok da önemi yoktu açıkçası. Sonradan, fikirler yerleşmeye başlayınca, insan hayata belli bir pencereden bakınca, en azından gençliğinde kendi penceresinden bakan insanları dinlemek istiyor. Korkum, biraz da ondandı. Aynı pencereden bakmadığım bir insanı sevmek bana mânâlı gelmiyordu. Ahmet Kaya örneği, bana bunun olabileceğini tersinden gösterdi: Müziği sağ-sol tanımıyor, kalbi titreyen herkesi çevresinde birleştiriyordu. Kavgası, hırçınlığı, itirazı sahiciydi ve bu, onu dinleyen herkesi etkiliyordu. Aslında şanssızdı çünkü solcular tarafından “arabeskçi”, arabeskçiler tarafından “solcu” addedilmişti o dönemde. Sağcılar ondan kaçamıyor, sözlerine rağmen dinliyordu. “Vatan hainliğine rağmen” iyiydi onlar için. 90’larda, ülkücü camianın önde gelenlerinin durumdan rahatsız olduğu ve “teşkilat”larda Ahmet Kaya çalmanın yasaklandığı söylenirdi ve bu, bir şehir efsanesi olamayacak kadar gerçekti. Çıktığı günden itibaren tartışıldı Ahmet Kaya. Sevdik, konuştuk, tartıştık, savunduk. Anlaşabildik mi? Hayır. Herkesin Ahmet Kaya’sı farklıydı çünkü. Tıpkı, Selda Bağcan’la seslendirdiği “Koçero”da anlatığı gibi, kime sorsanız başka tarif ediyordu: Kimine göre ilah, kimine göre şaklaban, kimi için vatansever, kimi için vatan haininin önde gideniydi. Tartışılmayan tek şey sesi ve yorumuydu.
Hikâyeye devam edeyim… Kısa aralıklarla yaptığı albümler ve giderek sertleşen tavrı, onu efsaneleştirdi. Karanlık bir dönemdi ve Ahmet Kaya, bu dönemin umudu oldu. 12 Eylül sonrasında “iyi” bir şeyden söz edecek olursak, o da Ahmet Kaya’nın ta kendisi. Darbe sonrası çöken karanlıkta yolumuzu aydınlatan bir meşaleydi o. Bir sürü insana örnek oldu, yol açtı; sadece sesi değil müziğiyle de hattı değiştirdi. Ahmet Kaya, memleket müziğinde keskin bir dönemeç, trenin yönünü banliyö hattından ana hatta geçiren önemli bir makastı. Pir Sultan Abdal’dan Âşık İhsani’ye, Âşık Mahzuni’den Ruhi Su’ya uzanan geleneğin “çağdaş” temsilcisiydi. Politik müziğin en önemli ismi, Grup Yorum’la birlikte bir dönemin ateşleyicisi oldu.
Başı beladan hiç kurtulmadı. 1989’da yaptığı “İyimser Bir Gül - Adı Bahtiyar”, iki versiyonuyla dolandı ortada: Piyasaya verilen albümde yer alan “Diyarbakırlıymış, adı Bahtiyar” dizeleri, el altından dağılan kasetlerde “Diyarbakırlıymış, kod adı Bahtiyar” şeklindeydi. Devlet, “kod” sözcüğüne takılmış ve bandrolü, “bu sözcüğün albümden çıkartılması” kaydıyla vermişti. “Resitaller-1” adlı konser albümünde de böyle bir sansür var: Albümün ilk baskısında yer alan açış cümlesi şu: “Sizleri en içten devrimci duygularımla selamlıyorum.” Ancak sonraki baskılarda, “devrimci” sözcüğü, firmanın verdiği bir kararla çıkartılıyor.
Müziği hep değişkendi. Arabeskten popa, oryantalden rock’a uzanan dokunuşlarla ilerledi, kendi müziğini yarattı Ahmet Kaya. Bu yüzden rakipsiz. Çıkış noktasının arabesk olduğunu gizlemiyor ve bir söyleşisinde şunları söylüyor: “Benim duyarlılığım Orhan Gencebay’ın müziğiyle beslenmiştir, doğrudur. Ancak devrimci bilinçle tekrar doğan duyarlılığım farklı bir müziği gündeme getirmeme neden oldu. Sınıf bilinciyle bezendiği zaman, benim yaptığım şeyin sınıf bilinciyle bezendiğine inanıyorum, ortaya bambaşka bir şey çıkıyor: Ne çok devrimci, ne çok arabesk...”
1994 yazında piyasaya verilen “Şarkılarım Dağlara”, Ahmet Kaya’nın kimliğini vurguladığı albüm. Şarkılarında, “şiirini yazamayan, türküsünü söyleyemeyen” halkının acılarını, isteklerini dile getirdi bu albümde. “Ağladıkça”, “Gururla Bakıyorum Dünyaya” ve “Özgür Çağrı”, dertlerini dramatik ve çarpıcı bir şekilde anlatmayı yeğlediği şarkılar. Kendi deyimiyle “sıkılmış bir yumruk gibi” hepsi… Öncesi de var elbette: “Biz Üç Kişiydik”, “Nevroz Ateşi” ve “Munzurlu”, bu yolu açan çalışmalar. Bir yandan “Ah”, “Derin Bir Ah Çektim” gibi şarkılarda kişisel acılarını anlatan, tedirginliğini iki albümün adında (“Dokunma Yanarsın” ve “Tedirgin”) sabitleştiren Ahmet Kaya, ‘90’lı yıllarda zirveye çıktı. Birbiri ardına yaptığı albümlerin tirajı giderek yükseliyor, “Kum Gibi”den “Giderim”e, “Mahur”dan “Arka Mahalle”ye uzanan şarkıları dilden dile dolanıyordu. Tam da o dönemde, bir ödül töreninde konuşma yaptı ve sonrasında olan oldu: Sürgüne gitti, orada hayatını kaybetti.
Hafıza tazeleyelim: 10 Şubat 1999 gecesi, Princess Oteli’nde düzenlenen Magazin Gazetecileri Derneği Geleneksel Altın Objektif Ödül Töreni’nde ödül alacak sanatçılardan biriydi Ahmet Kaya. “Yılın müzik yıldızı” ödülünü almak üzere sahneye çıktı ve şu konuşmayı yaptı: Ben bu ödülü yalnızca kendi adıma değil, bu ödülü İnsan Hakları Derneği, bu ödülü Cumartesi Anneleri, bu ödülü magazine emek veren tüm insanlar ve Türkiye halkı adına alıyorum. Bir de bu misyonu sana kim yükledi diye sormasınlar, bana tarih yükledi. Önümüzdeki günlerde bir kaset çıkartıyorum. Ben Kürt asıllı olduğum için bir Kürtçe şarkı yapıyorum ve Kürtçe klip çekiyorum. Bu klibi yayımlayacak insanların olduğunu da biliyorum. Yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum.” Sonrasında ortalık karıştı: “Çıkarın şunu burdan”lar “burası Türkiye”ye döndü ve hızla oluşan koro, sahnede 10. Yıl Marşı’nı söylemeye başladı. Atılan çatal bıçaklar Ahmet Kaya’ya denk gelmedi belki ama hepimizde derin bir yara açtı. Dört gün sonra, Hürriyet, “Ayıp ettin gözüm!” manşetiyle hükmü verdi. Sonrası, DGM koridorlarından Paris’e uzanan yalnızlık.
Onca siteme rağmen durumuyla dalga geçmeyi de bildi Ahmet Kaya… Aslında evveliyatı var: 1994 yılında yayımlanan “Şarkılarım Dağlara” ve sonraki albümlerdeki politik göndermeler pek çok insanın hislerine tercüman olurken birilerinin canını fena sıkmıştı. Ahmet Kaya’nın başı, bu dönemde davalardan kurtulamadı. Gözaltına alındı, hapse girdi, konserleri yasaklandı, kasetleri toplatıldı. Bunlar elbette etkiliyordu onu ama o hepsiyle dalga geçebiliyordu. Paris’te yaptığı şarkılardan biri, dinlemeye başladığımız “Hadi Bize Gidelim”, o ödül gecesine hınzır bir göndermeyi içeriyor: “Yapma bana bu nazı / Kırarım şimdi sazı / Suratını asıp da kışa döndürme [cehennem etme] yazı // Hadi bize gidelim yar / Şişeleri dizelim [şişelere küselim] yar / İçelim içelim ölümüne içelim / Karakola düşelim yar // Gecelere gidelim yar / Ödülleri alalım yar / İçelim içelim ölümüne içelim / DGM’ye düşelim yar…” Yazık ki ölümünden sonra yayımlanabilen bu şarkıyla çok eğlenebilecekken, şimdi onu kalbimize oturan bir kütleyle ve acı içinde dinliyoruz.
Ahmet Kaya, Paris’te, 16 Kasım 2000 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. 43 yaşındaydı. Bugün Pere Lachaisse mezarlığında, onun gibi sürgünde ölen Yılmaz Güney’in az ilerisinde yatıyor. Onu ve zamansız ölümünü düşündüğümüzde, kulağımızda kalan, Paris’te söylediği şu cümleler: “Ölürsem hayatımda istediğim bir tek şey var: Asla bu ülkeyi sevmiyor demesinler, asla. Ben Edirne’den Ardahan’a kadar bu ülkeyi çok sevdim.”
16 yıllık bir hasret bu. Hiç dinmeyecek.