Savaş, piyasanın millileştirilmesinin yani Türkleştirilmesinin ve Hıristiyan’ın tasfiyesinin fırsatıydı! Nitekim, 7 Ekim 1920’de o güne kadar Rum ve Ermenilerle ilgili izlenen politikaya devam edileceği kararlaştırıldı. 1908’de açılan devrim kapısı, iktidardaki İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında, sistemi Türkçü ekonomi politikle tahkim etmesiyle kapatıldı! 1908 ve Türkçü politik, birbirini tasfiye eden iki yoldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla ilgili anlatımlar, fakirlik ve yokluk üzerinedir. Bir çivinin, bir toplu iğnenin bile üretilemediği örneğiyle durumun ne kadar kötü olduğu vurgulanır. Yalan yok. Ekonomik vaziyet kötüdür. Peki öncesi nasıldı? Bu hale nasıl gelinmişti? Birinci Paylaşım Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda demografik ve ekonomik yapının Türkleştirilmesi yıllarıydı. Çivi veya benzeri başka ürünü üretememek böylesi tasfiyenin doğrudan sonucuydu. Tasfiyeyle 1915’te sanayide yüzde 20 olan Türk-İslam’ın payının daha da artması hedeflendi. Böylece yüzde 80’nin üretim ve işletme bilgisinin tasfiyesiyle ekonomi çoraklaştı; pek çok ürün üretilemez, pazarlanamaz oldu.
İttihat ve Terakki, Ocak 1913 darbesi sonrasında iktidarın tek ve hâkim partisiydi. Rotasında flu renkleri netleştiren İttihat ve Terakki, artık 1908’in devrimci partisi değildi. Netleşen renk, demografik ve ekonomik yapıyı Türkleştirmekti. Genelkurmay ve ordunun pek çok kademesinin Almanlara teslim edildiği koşullarda harbe giren İttihatçı hükümet, Türkleştirme programının maddelerini bir bir uyguladı. Büyük olasılıkla programın altyapısını oluşturmak için 1914’te nüfus[1] ve 1915’te de sanayi[2] sayımı yapıldı. Buna göre, bugünkü TC sınırları dikkate alındığında nüfusun yüzde 80’i İslam ve yaklaşık 20’si Hıristiyan’la Musevi’ydi.[3] Nüfusta en büyük paya sahip İslam’ın, sanayideki payıysa yüzde 20’ydi.
Bu, Osmanlı ekonomi politiğinin neticesiydi. Ne İslam ahalisi tembel ve saire, ne de Hıristiyan ve Musevi ile diğer dinden olanlar uyanık ve malı götürendi. Osmanlı saray sisteminin doğrudan sonucuydu. Mevcut sermaye birikim modeli sorun görüldü ve tasfiyenin yani çökmenin ekonomi politiği derinleştirildi. O güne kadar Osmanlı’da yapılmayan ve yeni keşfedilmiş bir şey değildi; beş yıl öncesinde de Adana Ermenileri imha edilmişti. Savaş koşulları fırsat bilindi. 1920’lere gelindiğinde sonuç ayağa kalkılacak gibi değildi; üretim kültürü de tasfiye edilmişti. Bu yıllarda palazlanan Türk sermayedarı, devletle ilişkisini hep gözete geldi.
‘TEMEL SANAYİ KURULAMAMIŞTI'
A. Gündüz Ökçün, 1970’te 1913, 1915 Seneleri Sanayi İstatistiki’ni yayımladı. Bu çalışmada yer almayan gerçek kişilere ait kuruluşların sermayesinin etnik-dini dağılımı da 1918’de İbrahim Pertev’in çalışmasıyla belirlendi. Böylece 1915’te Osmanlı sanayisinin mülkiyet yapısı ortaya çıkarıldı. A. Gündüz Ökçün, Sunuş’ta sanayinin genel niteliklerini şöyle özetledi: 1- Osmanlı İmparatorluğu’nda temel sanayi kurulamamıştır. 2- Osmanlı sanayii yakın pazar için tüketim malları üretecek şekilde oluşum göstermiştir. 3- Osmanlı sanayii, ülkedeki maden üretimi ve tarımsal üretimle bir bütünleşme gösterememiştir.
1913 ve 1915 sanayi istatistik çalışması, Sanayi İdare-i Umumiyesi’nde sayımla görevlendirilen sanayi müfettişleri Mösyö Durand ve Fuat tarafından yapılmıştır. Giriş’te, sanayi kanunu olmadığı için sanayi işlerinde tecrübe kazanmış memurların bulunmadığına ve geçmişte sorular dağıtarak yapılan istatistik çalışmasının başarıyla sonuçlanmadığına dikkat çekildi: “Bu nedenlerle yalnız İstanbul, İzmir, Bursa şehirleri ile Bandırma, Manisa, Uşak ve İzmit kasabalarına gidilerek sanayi sayımı yapıldı. Bununla birlikte diğer vilayetlere ve livalara, ortalama 10 işçi çalıştıran sanayi müesseslerine dağıtılmak üzere, basılı soru kağıtları da gönderildi. Ancak, bu iki teşebbüsün verdiği sonuçlar birbirine karıştırılmadı. Bir yıllık çalışmanın sonucu olan bu eser, her ne kadar Osmanlı ülkesinin pek küçük bir kısmının istatistikini ihtiva ediyorsa da bütün Osmanlı ülkesinin sanayi hakkında bir fikir verebilecek niteliktedir. Çünkü önemli sanayi teşebbüslerimizin merkezleri İstanbul ve çevresi ile İzmir şehirlerinde bulunuyor. Belli başlı diğer şehirlerde yalnız birkaç un, debagat fabrikası ile Adana ve Tarsus’ta dört pamuk ipliği fabrikası mevcuttur. Anadolu’da diğer yerlerde önemli sanayi müesseseleri bulunmuyor. (Dipnot bilgisi: Suriye, savaş bölgesi olduğundan araştırma dışında bırakılmıştır.)”[4]
Araştırma, gıda, toprak, deri, ağaç, dokuma, kırtasiye ve kimya sanayinde 264 firmanın bilgisini kapsıyor. Sermaye yapısı itibariyle 22’si hükümetin, 28’si anonim şirket ve 214’ü özel kişiye aittir. Bütün firmaların yüzde 55’i İstanbul ve çevresinde faaliyet göstermektedir. Firmaların toplam çalışanı 14 bin 60 kişidir. 1913’teyse 252 firmada 16 bin 975 kişi çalışıyormuş. Sektörel olarak en çok çalışan dokuma sanayindedir: 1913’te 7 bin 765 ve 1915’te 6 bin 763 kişidir. En çok firma gıda sanayindedir: Araştırma yılları itibariyle 74 ve 75 firmadır.[5]
TÜRKLEŞTİRMEDE SAVAŞ FIRSATI
Zafer Toprak’ın Türkiye’de ‘Milli İktisat’ çalışmasındaki İbrahim Pertev’in araştırmasında, özel sermayedar 214 firmanın mülkiyet yapısının çarpıcı sonucunu öğreniyoruz. Araştırma, İbrahim Pertev’in sahibi olduğu Sanayi dergisinin 28 Şubat 1918 tarihli 27’nci sayısından itibaren belli aralıklarla sekiz sayısında yayımlandı. 214 firmanın 42’si (yüzde 19,6) Türk-İslam’ın ve 172’si (yüzde 80,4) anasır-ı gayr-ı Müslime’nin yani Hıristiyan ve Musevi’nindi. İbrahim Pertev, “Sanayide kendi memleketi dahilinde Türk ve İslam unsurunun, anasır-ı gayr-ı Müslime’ye nazaran pek geri, pek fakir ve düşkün bir mevkide bulunduğuna” dikkat çekti: 29 değirmenden 24’ü, 9 makarna fabrikasından 8’i, 18 şeker ve tahin imalathanesinden 16’sı ve konserve fabrikaların tamamı gayr-ı Müslime’ye aitti.[6]
Ve İbrahim Pertev, Mart 1918 itibariyle varılan sonucu mutlulukla ifade ediyordu: “Bugün gözümüzle görüp, mevcudiyetiyle iftihar ettiğimiz bu gibi müesseseler karşısında eminiz ki, sanayi tahrir edilen yerlerde yeniden bir istatistiğin tanzimine başlansa netice, vaziyet büyükçe bir farkla Türk unsurunun lehine teveccüh edecekti.”
Zafer Toprak da benzer transfere dikkat çekiyordu: “Ancak, Sanayi dergisi için avunulacak bir nokta vardı. O da istatistiklerin 1915 yılına ait olmasıydı. Oysa, savaş yıllarında dağılım büyük ölçüde Türk-İslam unsurunun lehine gelişmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın verdiği acı derslerle ulusta uyanan ‘intibah-ı sınai’ sonucu kurulan yeni ‘müesseseler, darüssınaeler ve iş yurtları’ istatistikte yer almamıştı.”[7]
Birinci Paylaşım Savaşı yıllarında, 1915’ten Mart 1918’e ne oldu da sanayi firmalarında Türk-İslam’ın yaklaşık yüzde 20 olan payı, yüzde 60’a veya 70’e yükseldi? Hıristiyanlar yani Ermeniler ve Rumlar iflas mı etti? Ya da Ermeniler ve Rumlar, malını-mülkünü satıp nereye gittiler?
Zafer Toprak, savaş yıllarının Türkçü ekonomi politiğini yorumladı: “Savaş yıllarında piyasanın ‘millileştirilmesi’ amaçlanmış, kooperatifler aracılığıyla ticaretin yabancı ve gayrimüslim ellerden alınarak, Müslüman-Türk unsuruna devri öngörülmüştü. İttihat ve Terakki’nin taşra örgütleri kredi ve satış kooperatifleri kurarak üretici ve Müslüman tüccarı örgütlemiş, piyasayı denetimleri altında bulunduran alıcı sendikaların karşısına tek satıcı olarak çıkmalarını sağlamışlardı. […] 1908 Devrimi’nin gündeme getirdiği sermaye birikimini gerçekleştirecek bir düzeni kurma özlemi içerisinde olan İttihat ve Terakki, savaş yıllarında ‘orta sınıf’ dediği Müslüman-Türk eşrafı oluştururken sorunun etnik boyutunu sürekli vurgulamış, Müslüman’ı gayrimüslime karşı kayırmıştı. […] Birinci Dünya Savaşı, İttihat ve Terakki’ye özlemini duyduğu Müslüman-Türk ‘işadamı’nın oluşması için gerekli ortamı sağlayacaktı. […] Savaş yıllarında, bazı iş sahalarının Türk-İslam eşrafın eline geçmesinde siyasal etmenler de rol oynamış, ‘Ermeni tehciri’ ile doğan boşlukları Müslüman-Türk girişimciler doldurmuştu. Öte yandan Men-i İhtikâr Heyeti’nin spekülasyonla mücadele sırasında özellikle gayr-i Müslimlere yönelmesi, Müslüman-Türk tüccara rakiplerini tasfiyede büyük kolaylık sağlamıştı.”[8]
Sina Akşin de benzer değerlendirmeyi yaptı: “Savaş dönemi, bir Türk kapitalist sınıfı geliştirmek, Türkleri iktisadi faaliyetlere sokmak, şirketler, bankalar, kooperatifler örgütlemek demek olan ‘iktisadi Türkçülüğün’ yeşerip serpildiği bir dönem oldu.”[9]
Zafer Toprak ve Sina Akşin net ifade etmiştir: Savaş, piyasanın millileştirilmesinin yani Türkleştirilmesinin ve Hıristiyan’ın tasfiyesinin fırsatıydı! Aynı iktisadi politika Türk Kuruluş Savaşı yıllarına da hâkimdi. Nitekim, 7 Ekim 1920’de[10] o güne kadar Rum ve Ermenilerle ilgili izlenen politikaya devam edileceği kararlaştırıldı. Ötesi lafügüzaftır.
1924’TE İSTANBUL NİYE AĞIR HASTADIR?
1924’te İstanbul’da Türkçülüğün iktisadi sonucu analiz edildi. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası (İTSO), 1924 başında İstanbul İktisat Komisyonu’nu kurdu. Odadan, bürokrasiden, Osmanlı Bankası’ndan, okullardan ve borsadan bazı kişilerin katılımıyla oluşan komisyon 13 kişiydi. Komisyon Reisi (Düyun-ı Umumiye Türk Delegesi) Cavit, takdim yazısında, 29 Ocak-22 Mart 1924 arasında 104 kişinin görüşü alınarak Türklerin iktisadi hayatıyla ilgili değerlendirme yapıldığını belirtti.
Komisyon Reisi Cavit, İstanbul’un iktisaden hasta olduğuna dikkat çekti: “Bütün bunları özetleyecek olursak şu neticeye varırız ki İstanbul, çabaca bazı ümit verici emareler göstermekle beraber genel görüntüsü itibariyle hastadır. Ağır hastadır ve durum, bu doğrultuda devam ettiği takdirde, İstanbul’da elde edilecek mühim bir iktisadi mevki bulunmayacağı için Türk unsurunun iktisadiyata hâkim olmasıyla uğraşmaya gerek kalmayacaktır. Bu, adeta meydanda savaşçı kalmadığı için harbin durması kabilinden bir şey olacaktır.”[11]
İstanbul “ağır hastadır” tespiti, aslında Türk-İslam olmayanın iktisadi yapıdan tasfiyesiyle doğrudan kurulan ilişkinin de itirafıdır.
Rapordan aktarıyorum: “Türkler, orduda ve kalemlerde çalışırken, gayrimüslim unsurlar öncelikle kendilerine bizden yakın olan yabancı tacirlerle münasebet ediyorlar, onların lisanlarıyla konuşuyorlar, mekteplerinde yeni nesiller için lisan ve ticaret eğitimine ehemmiyet veriyorlar, çocuklarını İstanbul’daki yabancı mekteplerine gönderiyorlar, seneler geçtikçe iktisadi hakimiyeti almak için daha fazla donanımlı oluyorlardı. Nihayet bir zaman geldi ki Osmanlı İmparatorluğu başkentinde mali, iktisadi bütün işlerde amir olmak değil, birinci, ikinci derecede memur olarak değil, hatta çırak olarak bile bir Türk’e tesadüf edilmez oldu. Millet-i hâkime olan Türkler, orduyu, idareyi, siyaseti; millet-i mahkume olan gayrimüslimler de bütün iktisadi meslekleri almışlardı.”[12]
İktisadi faaliyette yoğunlaşan millet-i mahkume Hıristiyanlar ve Museviler, Tanzimat’ın reformcu paşalarından Sadrazam Ali Paşa’nın 1868’de, “Devlet gelirlerinin üçte ikisini onlar veriyor” dediği[13] gibi vergisini ödemiş ve kaçıp gitmemiştir.
Bu halde sistemi kuran ve devlete egemen millet-i hâkime Türk-İslam değil de okuyan, çalışan, ticaret yapan ve vergisini veren millet-i mahkume mi suçlu? Zaten vatandaşın ‘hâkim’ ve ‘mahkûm’ sınıflandırılması baştan eşit olunmadığının beyanıdır. Hadi 19. yüzyıla kadar gelindi, artık devam edilemezdi. O yıllarda da kalmadı, Cumhuriyet de eşitliği sağlamadı.
Eşitliğin ilk adımı ‘can ve mal güvenliği’, ifade edildiği 30 Eylül 1895’ten bugüne temel talebimizdir.
Raporda değerlendirilen konulardan biri de Zafer Toprak ve Sina Akşin’in değindiği savaş yıllarıydı: Birinci Dünya Savaşı’nda, gayri İslamlara karşı gösterilen güvensizlik ve himayeyle Türk unsuruna ticaret yolunda yürümesi için fevkalade imkânlar yaratıldı. Bu imkânlardan yararlananların çoğunluğu, savaştan sonra israf ve eğlenceyle kazançlarını kaybetti. Mütareke yılları İstanbul’u Türkler için iktisadi açıdan feci senelerdi. “[Millî mücadele] Türk iktisadiyatının gelişmesini millî ülküler sahasına çekti. […] Ekseni Türklerden oluşan yeni bir iktisadi denge vücuda getirmek uzun senelere bağlıdır. Bunun için yeni nesiller yetiştirmek gerekir. Bu da önünde bir gaye, ciddi bir programla vücuda gelebilirdi.”[14]
Sonuç olarak, savaş iktisadi Türkçülük yıllarıydı. 1924’e gelindiğinde raporla tespit edildi ki İstanbul iktisaden ağır hastadır. Hastalık sadece İstanbul’la da sınırlı değildi. Bu, üretim ve işletme bilgisi olmadan imalathanelerin ve fabrikaların çürüyen binadan başka bir şey olmadığının da beyanıydı.
1908 DE TASFİYE EDİLDİ
Ezcümle, 1868’de Sadrazam Ali Paşa’nın beyanıyla, 1915 sanayi sayımıyla, İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1924’teki raporuyla ortaya konduğu gibi siyasi ve ekonomik yapı egemeni farklıydı. Sisteme millet-i hâkime Türk-İslam ve ekonomiye millet-i mahkume Hıristiyan’la Museviler hâkimdi.
Bu, İslam, Hıristiyan ve Musevi milletlerin kabahati değildi; Osmanlı Saray Sistemi’nin doğrudan sonucuydu. İşte bunun için de sistem alaşağı edilmeliydi, ama olmadı. 1908'de açılan devrim kapısı, iktidardaki İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında, sistemi Türkçü ekonomi politikle tahkim etmesiyle kapatıldı! 1908 ve Türkçü politik, birbirini tasfiye eden iki yoldu.
NOTLAR:
[1] Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Çeviri: Bahar Tırnakcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2003.
[2] A. Gündüz Ökçün (hazırlayan), Osmanlı Sanayii 1913, 1915 Yılları Sanayi İstatistiki, 2. baskı, AÜSBF Yayını, Ankara-1971.
[3] Kemal H. Karpat, age, İstanbul-2003, s. 208-227.
[4] A. Gündüz Ökçün, age, s. v-xi, 1-2.
[5] A. Gündüz Ökçün, age, s. 12-13, 16-17, tablo 1, 3 ve 6.
[6] Zafer Toprak, Türkiye’de ‘Milli İktisat’ (1908-1918), Yurt Yayınları, Ankara-1982, s. 191.
[7] Zafer Toprak, age, s. 191-192.
[8] Zafer Toprak, age, s. 21, 57.
[9] Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 3. baskı, İmge Kitabevi, Ankara-2001, s. 417.
[10] 7.10.1920 tarih ve 264 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 14, S: 7.
[11] İstanbul Ticaret Odası Yayını, Ticaret ve Sanayi Odasında Müteşekkil İstanbul İktisat Komisyonu Tarafından Tanzim Edilen Rapor, İstanbul-1340 (1924), Aynur Karayılmazlar (Osmanlıcadan çeviren)- Doç. Dr. Ekrem Karayılmazlar (sadeleştiren), İstanbul-2006.
[12] İstanbul Ticaret Odası Yayını, age, s. 19.
[13] Aktaran Doç. Dr. Gülnihâl Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu (1839-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1989, s. 75-76.
[14] İstanbul Ticaret Odası Yayını, age, s. 20-21.