1915’te Zohrab dâhil altı Ermeni mebus öldürüldü, biri idam edildi

Nesim Ovadya İzrail ile Osmanlı’nın ünlü avukatlarından ve mebuslarından Krikor Zohrab’ın siyasi duruşunu ve öldürülmesine kadar yaşanan olayları araştırdığı kitabını konuştuk. İzrail, Zohrab ile Hrant Dink arasındaki benzerliklere değiniyor, adı ‘Son Osmanlıcı’ya çıkan Zohrab’ın her kesimden insanın hakkını savunmasına rağmen, İttihat Terakki’nin yargısız infazından kurtulamayışını aktarıyor.

Nevzat Onaran nevzatonaran@gmail.com

Nesim Ovadya İzrail, 1915’i, Krikor Zohrab’ın tarihselliği özelinde yazdı. Osmanlı’nın çöküş yıllarının tanığı Zohrab, hem avukat, hem edebiyatçı/yazar hem de politikacıdır. Müdafaa ettikleri salt millettaşı Ermeniler olmamıştır. Kürt işçilerinin davasına baktığı için Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan teşekkür mesajı da almıştır. 1915’te Zohrab’ın kaderi milletinkinden farklı olmayacaktır. Fermanı, Ermenilerin kitlesel olarak yerinden-yurdundan (sürüldüğü değil) kovalandığı, malına-mülküne çöküldüğü ve soyu kırıldığı günlerde imzalanmıştır. Aynı günlerde altı mebusun daha fermanı hazırlanmıştır.

Nesim Ovadya İzrail, Krikor Zohrab 1915 Bir Ölüm Yolculuğu, KOR Kitap, İstanbul-2024, 444 sayfa.

Nesim Ovadya İzrail’in gözden geçirdiği Krikor Zohrab 1915 Bir Ölüm Yolculuğu kitabı yeniden okurlarıyla buluştu. Kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtlayan Nesim ağabey, yeni Ermenice kaynaklarla kitabını güçlendirdiğini ve Zohrab’ın bazı mektuplarıyla vasiyetnamesini eklediğini söyledi. Özellikle Zohrab’ın beğendiği siyasal duruşunu netleştirdiğini de vurguladı. Zohrab, vasiyetnamesine göre 18 bin 170 Osmanlı liralık varlık sahibidir (s. 389). 1915 koşullarında yaşamını rahat ve huzurlu sürdürmesi için yeterli birikimdir. Umarım, mala-mülke çökme yılı 1915’te, Zohrab’ın ailesi vasiyetteki birikimin tamamına sahip olabilmiştir.

Erzurum Mebusu Vartkes’le tutuklanıp İstanbul’dan Diyarbakır’a götürülen Zohrab’ın yol boyu fırsat bulduğunda eşi Klara’ya yazdığı mektupların her satırı haykırıştır, isyandır (s. 371-88). 4 Temmuz’da “Hiç ümitli olmamama rağmen, Diyarbakır’da adalet bulacağım” (s. 381) derken, sekiz gün sonra “Beni İstanbul’dan Diyarbakır’a yargılamak için gönderenler, yok etmek için gönderiyorlar. Diyarbakır’da korkunç şeyler oluyor ve olmaya devam edecek. Tanrı bilir, suçsuz olmama rağmen, orayı canlı terk edemeyeceğim” (s. 383, abç) diye yazmıştır. Klara Zohrab da İstanbul’da kolu ve kanadı kırık, çırpınmaktadır. Çok sarsıcı satırlar ve her saniyesinin işkence olduğu anlardır.

Klara’ya, “Mektubu Talat’a ver ve ‘senin kocanı kurtaracağım’ diye kesin söz vermesi için ona yalvar” (s. 368, abç) satırlarını yazmasından dört gün sonra 19 Temmuz 1915’te, Zohrab ve Vartkes, Urfa’dan Diyarbakır’a götürülürken Çerkez Ahmet ve ekibi tarafından öldürülmüştür (s. 326-32, 345-350). Öncesi Konya-Ereğli’de olmak üzere öldürülmesinden birkaç gün önce Urfa’da Ermeni devrimcilerin kaçırma planına “hayır” demişler ve ne acıdır ki, birkaç gün sonra da İttihat/Teşkilat-ı Mahsusa planıyla öldürülmüşlerdir.

O günden bugüne ‘yargısız infaz’ politiği meridir; Mustafa Suphi’lerin katlinden Kemal Türkler’e, Musa Anter’e, Hrant Dink’e ve Tahir Elçi’ye…

1915’te Zohrab ve Vartkes’ten başka dört Ermeni mebus daha öldürüldü ve Hampartsum Boyacıyan ise idam edildi (s. 337-8). 1915’te İttihat/Teşkilat-ı Mahsusa planıyla, 1908-1914 arasında üç dönem seçilen 22 Ermeni mebustan yedisinin hayatına kastedildi. Yedi mebustan dördü, Zohrab (İstanbul), Vartkes (Erzurum), Arşağ Vramyan (Van) ve Isdepan Çıracıyan (Ergani) 1915’te öldürüldüğünde, Meclis-i Mebusan üyesiydi, yani milletvekiliydi.

Öldürülen Nazaret Dağavaryan (Sivas) birinci (1908-1912) ve Garabed Paşayan (Sivas) ikinci (1912) dönem mebusuydu. Birinci dönemde Kozan Mebusu Hampartsum Boyacıyan (Murad) da 24 Nisan 1915’te tutuklandı, Kayseri’de askeri mahkemede yargılandı ve 24 Temmuz’da, sekiz yoldaşıyla birlikte idam edildi.

1915’te Kozan Mebusu Matyos [Mateos] Nalbatyan’ın ise, 15 bin dönümlük arazisinin hasılatını vererek canını kurtardığı, Alman Başbakanı’na raporla bildirildi. Adana Konsolosu Büge’nin 1 Ekim 1915 tarihli raporuna göre, hasılata el koyan Adana valisinin kardeşi Hamdi’dir.(1) Hasılatta kalındığını sanmıyorum, sonrasında mülke de çökülmüştür.

1915’te mahkeme kanalı işletilmezken, 1920-1923’te ve 1925-1927’de İstiklal Mahkemeleri(2) pek aktiftir. 1921’de Amasya İstiklal Mahkemesi’nin 174 Rum’la ilgili idam kararından biri, 28 Eylül 1921’de idam edilen 1908-1918 döneminde üç kez Meclis-i Mebusan’a seçilen Trabzon Mebusu Yani oğlu Matyos (tam adı: Matyo Kofidi) hakkındaydı. Şark İstiklâl Mahkemesi’nin 420 kişi hakkındaki idam kararından ikisi de eski mebusla ilgiliydi; bunlar, 1925’te idam edilen TBMM birinci dönem mebusları Hasan Hayri (Dersim) ve Yusuf Ziya’ydı (Bitlis).

Üstte, (soldan sağa) Krikor Zohrab (1861-1915) / Vartkes Hovhannes Serengülyan (1871-1915) / Dr. Nazaret Dağavaryan (1862-1915)  

Altta (soldan sağa) Arşag Vramyan (1870-1915) / Dr. Garabed Paşayan (1864-1915) /Hampartsum Boyacıyan (1867-1915; foto, Nubaryan Kütüphanesi)

 

AVUKAT, YAZAR VE POLİTİKACI ZOHRAB

1861 doğumlu Krikor Zohrab, Osmanlı’nın ekonomik ve siyasi krizinin derinleştiği yılların şahididir; Tanzimat’tan 1875 iflasına, 1876 Anayasası’na ve ilgasına, 1878 Osmanlı-Rus savaşına, 1895-6’da Hamidiye Alaylarıyla Ermeni imhasına, 1896’da Osmanlı Bankası baskınına, 1905’te Abdülhamid’e suikasta, 1908 Devrimi’ne ve Balkan Harbi’ne… Zohrab’ın bu tanıklığı, kişiliğini nasıl etkilemiştir?

Nesim Ovadya İzrail

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği ve yirminci yüzyılın ilk on beş yılı Krikor Zohrab’ın aktif hayatını yaşadığı yıllardır. Sizin de belirttiğiniz bu yıllar Osmanlı Devleti’nin krizden çöküşe giden dönemidir. Geniş topraklar üzerinde birçok farklı ulusun, bedel ödeyerek birer birer ayrılma ve bağımsız devlet olma yolunda olduğu bu dönemde, Osmanlı şemsiyesi altında kalan neredeyse tek Hıristiyan topluluk Ermenilerdi. Osmanlı Devleti en şiddetli baskıyı uygulamasına rağmen, özellikle Balkanlarda bulunan milletlerin ayrılıp kendi bağımsız devletlerini ilan etmelerine engel olamamıştı. Ermeni milleti içinde ortaya çıkan siyasi gruplar nedeniyle aynı gelişmenin olabileceğini görmek zor değildi. Zohrab, Ermeni toplumu içinde çoğunlukta bulunan, Türk-Ermeni birlikteliği ile Osmanlı Devleti’nin güçlü ve ayakta kalabileceğine inananların başında geliyordu. Bu nedenle Zohrab’ın adı “Son Osmanlıcı”ya çıkmıştı. Zohrab, Türk ve Ermeni toplumunda, karşı tarafı düşman gören kesimlerle iyi ilişkilerini sürdüren, birlikten yana sembol bir kişilikti.

Krikor Zohrab’ın üç kimliği var; avukat (ve hukukçu da), edebiyatçı/yazar (eserleri, s. 367) ve politikacı (hem Mebus hem de Ermeni Millî Meclisi üyesidir). 1893’te evi yanan Zohrab’ın Masis’teki yazısını yetiştirmek üzere programını değiştirmemesi çok etkileyici (s. 44) ve grev yaptıkları için tutuklanan sekiz Kürt işçinin serbest bırakılması için çaba göstermesi nedeniyle Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan teşekkür mesajı alması da ilginçtir (s. 152-3). Zohrab, üç kimliğinin sentezini yapabilmiş midir?

Zohrab ısrarla sosyalist olduğunu söylemekte ve Meclis-i Mebusan’da farklı milletlerden mebusların oluşturdukları sosyalist grubun içinde aktif siyaset yapmaktaydı. Zohrab’ın sosyalistliği, toplumda paylaşımın daha adaletli olduğu, devletin ezilen ve sömürülen kesimleri koruyacağı, insan hakları ve demokrasinin temel kavramlar olacağı sosyal devlet modelini amaç edinmişti. Hukuk alanında, yoksulların, ezilenlerin davalarını üstlenen bir kişiydi. Nefis hikayeleri okunduğu zaman, toplumun geride bırakılmış, itilmiş kesimlerini konu edindiği görülecektir. Bu konularda tam bir bütünlük içindedir.

Zohrab, sadece Ermenilerin avukatlığını yapmamış, mesleğinin hakkını vermiştir; hem işçilerin (s. 99) hem de Abdülhamid’in kız kardeşi Cemile Sultan’ın öldürülen eşi Mahmut Celalettin Paşa’nın miras davasına (s. 240-3) bakmıştır. Dreyfus Davası’na ek savunma gönderecek (s. 159-160) kadar duyarlıdır ve cesaretlidir.

Ayırım yapmadan, her milletten, dinden ve sosyal sınıftan insanın savunmasını üstlenmekte tereddüt etmeyen Avukat Krikor Zohrab, maddi bakımdan yeterli olmayanların davalarına karşılık beklemeden girmiştir. 1894 yılında, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir subayın casuslukla suçlanması karşısında ayağa kalkan dünya demokratik güçleri içinde, Osmanlı’dan Krikor Zohrab vardır.

1908-1918 dönemi Trabzon Mebusu Matyo Kofidi, Amasya İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve 28 Eylül 1921’de idam edildi (Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 2, TBMM Vakfı, Ankara-1998, s. 575; Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, TBMM, Ankara-2023, s. 667-71). Şeyh Said Hareketi gerekçesiyle Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan TBMM 1. Dönem mebusları Yusuf Ziya (Bitlis) 14 Nisan 1925’te ve Hasan Hayri (Dersim) 23 Kasım 1925’te idam edildi (Türk Parlamento Tarihi, TBMM I. Dönem (1919-1923), cilt: 3, TBMM Vakfı, Ankara-1995, s. 180-1, 286-7).

ZOHRAB’IN VE DİNK’İN ORTAK YANI

Abdülhamid, mesleğinde bu kadar başarılı Zohrab’ın avukatlık yapmasını neden (s. 68-77) yasaklamıştır? Bu halde, Zohrab ne yapmıştır?

Meşrutiyet’in ilanından ve mebus olarak seçilmesinden sonra, 6 Kasım 1908 tarihli Ermenice Jamanak gazetesinde, Zohrab, 2,5 yıl önce avukatlık mesleğini yapmaktan men edilmesinin gerekçesini kendi sözleriyle açıklar:

“Ermeni, Rum, Bulgar siyasi sanıkların tümünü ücretsiz savundum. Makedonya İştibi yöresinden işkence görmüş bir Bulgar devrimciyi, Kaymakama karşı savunmak için açtığım mahkeme nedeniyle avukatlık mesleğimi sürdürmekten men edildim. Hatta İstanbul’dan dahi uzaklaşmak zorunda bırakıldım.”

Avukatlık yapmasını yasaklamak üzere gerekçe bulmak Adliye Nezareti için zor olmaz. Rus Sefareti’nin davalarına da bakan Zohrab’ın aynı zamanda diğer sivil mahkemelere çıkmasının mümkün olmayacağı nedeniyle mesleğini icra etmesi yasaklanır.

İki yıl bekledikten sonra artık İstanbul’da avukatlık yapamayacağına kanaat getiren Zohrab, daha özgürce yaşayıp avukatlık mesleğini yapabileceği Mısır’a gidip yerleşmeye karar verir ve 15 Mayıs 1908’de İstanbul’dan Paris’e gider. Kısa bir süre sonra İstanbul’da Meşruti Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesi ile Zohrab’ın İstanbul’a dönmesinin yolu açılır.  

Üç dönem mebus seçilen Zohrab, Meclis-i Mebusan’ın önemli hatibidir (s. 139-150, 174-182). Hıristiyanların ve Musevilerin askere alınmasına (s. 174-8), Osmanlı vatandaşı odaklı bakmıştır. Tatil-i Eşgal kanunu müzakeresinde sendika ve grev hakkında anlattıkları (s. 139-142), tartışmaya ufuk açıcıdır. 

Biliyor musunuz, ben Krikor Zohrab ile Hrant Dink arasında pek çok bakımdan ortak yanları olduğunu düşünüyorum. Öldürüldüklerinde, Krikor Zohrab 54, Hrant Dink 53 yaşındaydı. Her ikisi de Türk ve Ermeni halkları arasında yaşanan sorunları ele alırken, iki halkın onurunu gözeten, empatik bir üslupla konuşmayı tercih etmişlerdi. Bu nedenle, Osmanlı ve Türkiye vatandaşı odaklı baktığınızda, Zohrab’ın Hıristiyan ve Musevilerin askere alınması, sendika ve grev hakkında çözümlerinin ufuk açıcı olması kolaylıkla anlaşılacaktır.

İTTİHAT VE TERAKKİ’YLE SORUNLU İLİŞKİ

13 Nisan 1909’da İstanbul’da şeriatçı kalkışmanın olduğu günlerde, Adana/Kilikya Ermenileri de imha edilmiştir. Fiiller özelinde pek tartışamadık, ‘katliam’ karşılamadığı için ‘imha’ dedim, literatür açısından belki de ‘pogrom’ mu demeliyiz? Zohrab’ın 1909 Kilikya pogromu (s. 121-135) analizini aktarır mısınız?

Adana’da Nisan 1909 ayının başlarında çıkan olaylarda yaklaşık 20 bin Ermeni vatandaş öldürülmüştür. 1 Mayıs 1909 günü mecliste yapılan görüşmede, Zohrab belki de hayatının en hüzünlü ve en mükemmel konuşmasını yaparak hükümeti ve Adana’nın İttihatçı yerel yöneticilerini ağır sözlerle eleştirir. Zohrab, sert bir şekilde ve öfkeyle hükümete sormaktadır: “Neden siyasi icraatlarınızda eski rejimle aynı metotları uyguluyorsunuz?

Bunun üzerine dört-beş mebus ayağa kalkarak Zohrab’ın üstüne yürür, şiddet kullanarak onu kürsüden alıp aşağı çeker. Zohrab ciddi bir şekilde tartaklanır. Bu sahne günümüzde de tanıdık gelecektir.

Buna rağmen Zohrab, Ermeni kamuoyunda yükselen sert konuşmalara karşı uzlaştırıcı olmayı tercih eder. Zohrab’a göre, 1908’deki Anayasa Devrimi mükemmel değildi. Türk ve Müslümanların eşitlik ve özgürlükler konusunda kısa zamanda yol almasını beklemek mümkün değildi. 1909 yılında Osmanlı’da İttihat ve Terakki’den başka temas kurulan bir parti yoktu. Ermeniler gereği İttihat ve Terakki ile iş birliği yapmak zorundaydı.

17 Aralık 1908’de Meclis’in açılması, 1878’den beri gündemdeki Ermeni meselesinde iyimserliği artırmıştı. Gerek hükümetle gerekse İttihat ve Terakki’yle yapılan görüşmelerden (s. 204-207) beklenen gelişme sağlanabildi mi? Zohrab’ın bu süreçteki tavrını değerlendirir misiniz?

Zohrab yukarıda formüle ettiğimiz İttihat ile iş birliği perspektifini, toplumdaki diğer Ermeni siyasileri de etkileyecek şekilde sonuna kadar korumuştur. İttihat ve Terakki ile Ermeni siyasiler arasında ilişkiler sertleştiğinde, tek başına dahi Ermeni siyasi örgütleri kadar önemli ve ses getiren kişiliği ile iki tarafı ortak paydada buluşturmaya çaba göstermiştir.

Trablusgarp’ın 1911 yılında İtalya tarafından işgal edilmesi ve ardından başlayan savaş, ülke içinde yükselen milliyetçi dalga, Kürt ve Türkler tarafından özellikle Anadolu’nun doğusunda yoğun yerleşik oldukları yerlerde Ermeniler üzerinde baskıların artmasını, bu nedenle köylerini terk etmek zorunda bırakılan Ermenilerin topraklarına el konulması sonucunu getirmiştir.

Bu gelişmeler karşısında Zohrab ve diğer Ermeni mebusların mecliste mücadele etmek yolunu izlemesi, Ermeni toplumunun karşı tepkilerini yükseltmiş, bu durum, 1912 yılı sonbaharında Balkan Savaşı’nın başlamasına kadar devam etmiştir. Savaş başladığında İttihat ve Terakki hükümet dışında kalmış ve muhalefete geçmişti. Bu koşullar, Ermeni toplumu içinde ilk defa farklılıkların kalkmasını ve tek ses halinde Doğu Anadolu’daki Ermeni sorunu için mücadele etmenin yolunu açtı.

Ocak 1913’te askeri darbe yolu ile yeniden hükümetin başına geçmesiyle, İttihat ve Terakki ile Ermeniler yine karşı karşıya gelmiş ve çözüm için pazarlıklara başlamışlardı. Ancak bu sefer Ermenilerin arkasında Rusya, İttihat’ın arkasında Almanya vardı. İttihat’ın konuyu bir iç mesele olarak görmesi nedeniyle, yabancı ülkeleri dışarıda bırakıp, karşılıklı pazarlık yapma önerisi de geçmiş deneyimlerine dayanarak dış baskı olmadan bu görüşmelerden bir sonuç alınamayacağını savunan Ermeniler tarafından kabul görülmüyor, Ermeni sorununda reform için büyük devletlerin garantisi şart koşuluyordu.

II. Meşrutiyet ortamını yansıtan bir fotoğraf, 1911 yılı. İstanbul-Alemdağ’da, önde gelen bir grup Ermeni ve İttihat-Terakki üyesi nazır ve mebuslar bir arada; sağdan sola, Krikor Zohrab (İstanbul), Vartkes Serengülyan (Erzurum), Hüseyin Cahit Yalçın (İstanbul), Maliye Nazırı Mehmet Cavit (Selanik), Nafıa Nazırı Bedros Hallacyan (İstanbul), Bestekar Bimen Şen ve bilinmeyen bir kişi.
‘1915-6 YILININ BOYUTUNU TAHMİN ETMEK ZORDU’

İttihatçı hükümet, 8 Şubat 1914’te Ermeni reform paketini imzalamıştır. 1895’te de Abdülhamid benzer bir paketi imzalamış, ama gereğini yapmamıştı. İttihatçı hükümet de benzer tavırdadır ve Almanya’nın yönlendirmesiyle hazırlık süreci dâhil Birinci Dünya Savaşı, “paketi yok sayma”nın gerekçesi yapılmıştır. Demografik ve iktisadi yapıda imha planına işlerlik kazandırılmış, “Ermeni vatandaşın varlığı” hedeflenmiştir. Öncesinde Ege’de Rum vatandaşlar, İttihatçı hükümet planıyla Yunanistan’a kovalanmıştı. Sizin de aktardığınız gibi, 1913’te Fransızca Ermeni Meselesi (çeviren: Renan Akman, İletişim Yayınları, İstanbul-2015) kitabını (Marcel Leart adıyla) yazan Zohrab, ufuktaki kara bulutları görebildi mi? İttihatçılarla, Talât’la ve Halil’le yakın ilişkisi, gelecekte neler olacağını anlamasını engellemiş midir?

Zohrab, bütün Ermeni siyasi aktörlerin anlaşarak mücadele etmeye karar vermeleri üzerine, Ermeni Sorunu’nu Avrupa’da anlatmak üzere Fransızca olarak “Belgelerin Işığında Ermeni Meselesi” başlıklı eserini yayınladı.

1913 yılında Balkan Savaşı devam ederken ve sonrasında, İttihat-Ermeni pazarlıklarında, İttihatçı liderlerle olan yakın ilişkileri nedeniyle Zohrab arabuluculuk gibi çok önemli bir pozisyon üstlenmişti. Yıl sonuna doğru, Doğu’da Ermenilerin yoğun olduğu altı vilayette yapılacak reformların yönetilmesi ve büyük devletlerin garantisi konusunda pazarlıkların tıkandığı yerde, çok emeği geçen Zohrab, her iki taraftan gelen itirazlar nedeniyle büyük acı çeker. Görüşmelerin çıkmaza girebileceğini, ilk başta bazı engellerin aşılsa bile, daha ilerde anlaşılan konularda yeniden anlaşmazlığa düşülebileceğini görür. Bu durumda, Osmanlı yönetimi, özel olarak İttihat ve Terakki’yle iyi geçinme, dost kalma yanlısı Zohrab’ın, Ermeni toplumu olarak büyük acılar yaşanabileceğini düşündüğünü, ancak gerçekte 1915-1916’da yaşanacakların boyutunu tahmin edemediğini söylemek mümkündür. 

NAZIR TALAT VE DİYARBAKIR VALİSİ DR. REŞİT

24 Nisan 1915’te, 6 Eylül 1914’ten beri yakından takip edilenler için düğmeye basıldı; “liderlik yeteneği olan Ermeni” avına çıkıldı (s. 267-285). Hükümetle yakın temasta olan Zohrab da 2 Haziran 1915’te tutuklandı. Diğer tutuklanan Vartkes Serengülyan ise Erzurum mebusudur. Hangi gerekçeyle tutuklandığını bilmeyen (s. 291-305) iki mebusun, ancak üç gün sonra Konya’da, Diyarbakır’a götürüldüklerini öğrenmesi (s. 372), büyük bir umutsuzluk yaratmış olmalı. Maalesef bugün de dosya hakkında ‘bilgilenmeme’ kuralı geçerlidir.

Ermeniler üzerinde tehcir ve soykırım uygulamaları 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni aydınlarının tutuklanması ve seri bir şekilde Çankırı ve Ayaş’a götürülerek hapis ve kontrol altına alınması ile başlamıştır. İki mebus, Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan, İttihatçı Osmanlı hükümetiyle Ermeni toplumu arasında son bir diyalog köprüsü olarak düşünülmüş ve bu tutuklamaların dışında bırakılmışlardı. İki Ermeni mebus için 39 gün devam eden bu ayrıcalıklı durum, 2 Haziran günü iki mebusun da yakın dostu olan Dahiliye Nazırı Talat’ın tutuklamak ve yargılamak üzere Diyarbakır’a gönderilmeleri için kararı imzalamasıyla sona erdi.

İstanbul’da yargının her türlü olanağa sahip olduğu bilinmesine rağmen, iki Ermeni mebusu Diyarbakır’a göndermek çok anlamlıdır.

Anadolu’da görev yapan valiler arasında, Ermenileri tasfiye etmeyi planlayan İstanbul’daki İttihatçı hükümete, her türlü kirli ve cinai konularda açık destek veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşit olmuştur. Ermenilerin tehciri ve yollarda telef edilmesi konusunda merkezi yönetimle aynı düşüncede olmayan pek çok vali vardı. Dr. Reşit, Talat Paşa’nın tam aradığı türden bir vali olarak öne çıkmıştı. Diyarbakır kırsalında, kara ve nehir yollarında, Suriye’ye doğru ilerleyen konvoylardaki Ermenileri soymak ve katletmek üzere bekleyen Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri Dr. Reşit’in koruması altındaydılar. Diyarbakır’da yargılamak, tamamen bir yalandı. Diyarbakır’da yargılamaya esas olacak bir dosya veya iddianame yoktu. Gerçekte, Vali Dr. Reşit, Dahiliye Nazırı’na, “Sen bana gönder, ben hallederim” mesajını vermiş oluyordu. Urfa-Diyarbakır yolu Ermeniler için katliam yolu olarak isim yapmıştı. Günümüzde de “yargısız infaz” olarak tanımlanan cinayetlerin merkezi burasıdır.  

İttihatçıların iyi dostu, meclisin itibarlı iki mebusu Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan, işte böyle bir komployla 47 gün süren bir yolculuktan sonra Urfa’dan Diyarbakır’a doğru jandarma koruması altında giderken yolları kesilerek, isimleri devlet tarafından bilinen çeteciler tarafından en ilkel şekillerde öldürüldüler.

KAÇIRILMA TEKLİFİNİ REDDETTİLER

Zohrab ve Vartkes, Ermeni devrimcilerin Konya-Ereğli (s. 305-6) ile Urfa’da (s. 325) ve eski Şam Mebusu Şükrü el Asali’nin dostlarıyla (s. 312) Urfa’da kaçırma teklifini kabul etmedi. Esir iki insan, canının kurtarılacağı teklifine neden “hayır” demiştir? Zohrab'ın, ‘öldürülme korkusunu’ yaşadığı bu günlerde Halep’te vasiyetnamesini hazırlaması (s. 359, 389-91), ‘kurtulma’ ümidinin tükendiği anlamına gelmiyor mu?

Çok yerinde ve haklı bir soru. Zohrab’ın Osmanlı Türk-Ermeni dostluğuna samimi olarak önem verdiğini yukarıda sıklıkla belirttiğimiz gibi, her şeye rağmen hukuka ve adalete güvendiğini de belirtmemiz gerekir. Dönemin önde gelen hukukçusu olan Krikor Zohrab, pek çok yargı mensubunun üniversitedeki öğretmenliğini yapmıştı. Her şeye rağmen yargılanması halinde, haklılığını ispat edebileceğine ve yargılayanları ikna edebileceğine inanıyordu. Diyarbakır’da da olsa, orada da hakimlerin olduğunu düşünüyordu. Bu iyimserliğini mebus arkadaşı Vartkes’e de aktarmış olmalıydı. Bu nedenle kaçırılma tekliflerini reddetmiş, böyle bir şeyi kendisine yakıştırmamıştı.

Ama… Halep’te vasiyetini hazırlayıp eşine göndermesi, bu konudaki şüphelerini de gösteriyor. Halep’ten Diyarbakır’a çok az yol kalmıştı. Zohrab’ın, yolda çeteciler tarafından veya Diyarbakır’da sahte bir yargılama ile ölüme mahkûm edilmesi ihtimalini düşünmeye başladığı anlaşılıyor.

Yine de bu tereddütlü hali, kararını değiştirmeye yetmemiş. Sonunda ölüm de olsa, doru bildiği yoldan dönmemiş. Efsanevi bir trajik son…

POLİS: VARTKES, SANA ÜÇ GÜN, İSTANBUL’U TERKET

Vartkes, mutlaka yaşadıklarını hatırladığı halde kaçırılmayı nasıl kabul etmez? Meclisi Mebusan zabıtlarını okuyorum. Vartkes, Mebus Rıza Tevfik’in Abdülhamid döneminde hapsolduğunu hatırlatması üzerine kendisinin de çok işkence gördüğünü, başındaki yaranın, ayaklarındaki nalların ve ellerindeki mıhların yerinin belli olduğunu söylemiştir.(3) Vartkes, Mebus Ömer Fevzi’nin (Karahisarı Şarki-Şebikarahisar), “Türkler o kadar vahşi değil” ifadesine cevaben, “Babamın başını keseni ben gördüm, sen görmedin. Türkler vahşi değil, babamın başını kesen kim ise o vahşidir” demiştir.(4) Bunları yaşamış bir insan, neden kaçmaz?

Vartkes ile Zohrab arasındaki farkı burada belirtmek gerekiyor. Vartkes, Abdülhamid istibdadına karşı mücadeleye, genç yaşında aktif bir fedai olarak katılmıştı. Sözleriyle, bu mücadelede ödediği bedellerin boyutunu anlatmaktadır. Meşrutiyet rejimine geçildiğinde, Vartkes’in ilerleyen yaşında evlendiğini, çocuk sahibi olduğunu görüyoruz.

24 Nisan 1915 tutuklama operasyonundan sonra, Vartkes henüz mebus olarak birçok üst düzey görüşme yaparak çıkış yolları arıyordu. İstanbul’daki Ermeni aydınlarının tutuklanmasının başındaki İstanbul Emniyet Müdürü Bedri Bey ile aralarında geçen şu kısa konuşma eski fedai Vartkes’in yeni durumunu anlatmaktadır.

Bedri- Sana İstanbul’u terk etmen için üç gün veriyorum.

Vartkes- Karım hasta, bana en azından on gün gerekir.

Bedri- Sana ne dediysem odur.

Dahiliye Nazırı Talat Bey de anılarında, Vartkes’e İstanbul’u terk edip gitmesini tavsiye ettiğini, sıkıntısı varsa para yardımı yapabileceğini söylediğini yazmıştı. Vartkes’in, o sırada İstanbul’daki Taşnaksutyun komitesindeki görevini terk etmediği, ancak Zohrab’ın uzlaşmacı tutumunun, eski fedai Vartkes’i etkisi altına aldığı anlaşılıyor.    

NOTLAR

(1) PA-AA/R 14088; A30012, pr.16.10.1915, p.m., aktaran Wolfgang Gust, Alman Belgeleri Ermeni Soykırımı 1915-1916, çeviren: Zekiye Hasançebi&A. Takcan, Belge Yayınları, İstanbul-2012, s. 483, 491. Alman raporunda Mateos Nalbadyan yazıyor, ama Meclis-i Mebusan’da adı: Matyos [Mateos] Nalbatyan’dır (Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 2, TBMM Vakfı, Ankara-1998, s. 54; MMZC, devre: 3, cilt: 1, sene 5, 4.11.1918, s. 112-113).

(2) Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri, AD Yayıncılık, İstanbul-1997, s. 128-131, 348.

(3) MMZC, devre: 1, sene: 3, cilt: 1, 7.12.1910, s. 366.

(4) MMZC, devre: 1, sene: 3, cilt: 6, 16.5.1911, s. 559-560.

Tüm yazılarını göster