1970'ler Adana'sında bir gezinti

Bazen, Adana’dan niçin çok sayıda sanatçı çıktığı sorusuyla karşılaşırım. Bu konuyu ben de hep düşünmüşümdür. Adana’daki bu kültürel birikim nereden geliyor? Öyle ya, bir birikim olmasa, bu kadar dikkat çekecek yoğunlukta sanatçı çıkmaz...

Abone ol

Göl kıyısındaki bulvarda, bir bankta oturan aşığın, sevgilisine çiçek almayı düşünmesinin tarihi, belki de Adana'nın tarihiyle aynıdır. Bu tarihin bilmediğimiz kesiti, üç bin yıl önce Adana'yı kuran Kizzuwatna krallarından İsputahşu'nun Adana Müzesi'ndeki mühründe saklıdır. Tepebağ Höyüğü biraz kazıldığında, yerden fışkıracak olan muhafız alayının atları, yelelerindeki tozu silkelediğinde, yine aynı tarih saçılacaktır önümüze.  

Gerçekte, Kadeş Antlaşması'nın komutanlarından Hitit Kralı Muvattali'nin Sirkeli höyüğündeki yaklaşık üç bin iki yüz yıl öncesine ait kaya kabartması ile Taşköprü'nün korkuluklarından attığı oltasını bekleyen adam arasında da biçimsel açıdan pek fazla fark yoktur. Ama içerik açısından aynı şeyi söylemek biraz zordur...

Şubat ayıyla birlikte kentin köşe başlarında satılan sümbül ve nergislerden kadınlar kadar erkekler de satın alırlar. Acıyı çok sevmelerine karşın, Adanalılar tatlıyı da çok severler. Küçüksaat meydanındaki tatlıcıya toplaşmış kadınlar ve erkekler, bunun kanıtıdır. Ama nedense, Adanalıların tatlıyı sevdiklerini kimse öne sürmez. Sanki acı çekmeye yatkın kişiliklerine ters düşmek istemezler.  

Kentte saatleriyle anılan iki semt vardır: Büyüksaat ve Küçüksaat. Büyüksaat, tarihsel özelliği olan, taştan yapılmış, daha yüksekçe bir kuledir. Bu özelliğiyle, feodal yaşam biçimini temsil eder. Oysa Küçüksaat, üzerinde bir bankanın adı yazılı olan kumbara biçimiyle kapitalist yaşama biçimini temsil eder. Altı-yedi metre yüksekliğindeki bir direğin ucunda yer alan bu kumbara/saat, insana parayı anımsatır. Zaten, iki saatin yer aldığı bölgeler arasında çok önemli sosyal, kültürel, ekonomik, estetik farklılıklar vardır. Büyüksaat'in çevresi daha eski görünümdeyken, Küçüksaat'in çevresi daha modern bir görünümdedir.

Atatürk Parkı’nın serin çimlerinde, çam ağaçlarında dem çeken kumruların hüzünlü ninnisiyle , günün her saatinde mutlaka uzanmış uyuyan birtakım adamlar bulunur. Bu adamlar, iki bin yıl önce Pers Kralı Dara'yı Erzin'de yendikten sonra Adana'ya girerek kendilerini çimenlerin üstüne atmış Büyük İskender ve adamlarını anımsatır.  

Adana’nın en iddialı kültürel etkinliği, Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali’dir. Festival, 1969 ile 1973 yılları arasında, Altın Koza Film Festivali adıyla varlığını sürdürdü. Anlaşılmayan (aslında anlaşılan) nedenlerle, uzun yıllar varlığını yitirdi. Geçtiğimiz birkaç yıldır, biraz daha farklı bir kimlikle, yeniden ona varlık kazandırıldı. 1970'de Yılmaz Güney'in ''Umut'' filminin ödül aldığı günlerdeki görkem, Yılmaz Güney'in filmde kullandığı at arabasıyla kent merkezinde, peşindeki hayran kitlesiyle tur atması, Adana'nın iki bin yıl önce Roma İmparatorluğu'nun eline geçmesiyle kentin valisi olan Çiçero'nun kentte tur attığı sıradaki görkemden daha büyüktü belki de.  

Güz ucunu gösterdiği zaman Kalekapısı'ndaki dükkanların tentesinden, Yeni Adana Gazetesi'nin sanat sayfasında şiiri yayımlanan bir amatör şair heyecanı sarar işe yeni başlayan tekstil işçilerini. Anavarza Kalesi ile Yılan Kalesi arasında, İnce Memed’in atı gibi bir sis ağar ovaya. Orhan Kemal ile Bekçi Murtaza tavla oynarlar Kuruköprü’deki Yüksek Kahve’de. İncirlik Üssü’nden havalanan savaş uçağının gürültüsüne boğulur, pamuk işçisinin türküsü.

Adana’da, tarlalara su taşımak üzere yapılmış, doğuya ve batıya doğru akan iki büyük sulama kanalı vardır. Bunlardan batı yönüne akan, bizim evin biraz ilerisinden geçer. Mahallemizden geçen kanal, kişiliğimizin oluşmasında büyük bir rol oynamıştır, diyebilirim. Çünkü kanalın yaşamımızda büyük bir yeri ve önemi vardı. Üç dört aylık yaz tatili boyunca. bütün günlerimiz aşağı yukarı kanalda yüzmekle geçerdi. Bu yüzden de, mahallemizin bütün erkek çocukları (elbette çok iyi yüzen kızlar da vardı), çok iyi birer yüzücüydü. Daha sonraları, yüzücülüğü meslek edinenler bile olmuştu. Faruk Morkal, olimpiyatlara bile katılmıştı. Ersin Aydın, yanılmıyorsam Manş Denizi'ni yüzerek geçmişti. Ünlü halterciler Ahmet Suvar ve Salih Suvar da, bizim mahallenin çocuklarıydı. Kanalda, suya attıkları büyük taşları kaldırarak çalışırlardı. Kanalın karşısında nar bahçesi vardı. Yüzerek karşıya geçer, bahçeden nar çalardık. Topladığımız narları şortlarımızın içine doldurup, tekrar yüzerek karşıya geçerdik. Bahçenin azgın bir bekçisi vardı, bizi sopayla kovalardı. Genellikle yakalanmazdık. Köyden yeni gelmiş, Mehmet adında bir çocuk vardı. Yüzme bilmiyordu. Bir gün, nar çalmak için karşıya geçtiğimiz günlerden birinde, Mehmet de uzaktaki köprüden geçip gelmişti. Pusuya yatmış olan bekçi, elindeki sopayla bize saldırınca, kurbağa gibi kendimizi suya atmıştık. O sırada, bir de baktık ki, Mehmet de korkudan suya atlamış, can havliyle çırpına çırpına karşıya geçiyordu. Çok şaşırmıştık. Mehmet, o günden sonra yüzmüştü.  

Yıllar sonra, Ankara'da üniversite öğrencisiyken, bir arkadaşımla Anıtkabir'i gezmeye gitmiştik. Tam aslanlı yolun bitiminden alana çıkarken, "Salih!" diye bir ses duyduk. Çevremize bakındık. Yolun iki yanındaki nöbetçilerden başka kimse yoktu ortalıkta. Yürümeye başlarken yeniden, "Salih!'' diye bir ses duyduk. Birisi bana sesleniyordu ama kim? Dikkatle baktığımda, nöbetçilerden birinin bana gülümsediği gördük. Asker, çok önemli bir yerde nöbet tuttuğu için kımıldayamıyordu. Yaklaştım. Bir de ne göreyim, yüzme bilmeyen Mehmet'ti. Çok şaşırmış, hatta şok olmuştum. O, tüfeğiyle hiç kımıldamadan duruyor, yalnızca mimikleriyle konuşabiliyordu. Ben de iki metre kadar uzağından konuşabiliyordum. Sanki bir metafor yaşıyordum.

Lise birinci sınıftayken, yani on altı yaşımda yazdığım şiirlerimi göstermek, eleştirisini almak istediğim birini arıyordum. Bana birisini önerdiler. Bu adamı kim önerdi hatırlamıyorum. "O, şiirden anlar" dediler. Aslında onu birkaç kez görmüştüm. Düğün salonlarında sunuculuk yapıyor, fıkra anlatıyor, şiir okuyordu. O zamanların ‘talk show’cusuydu denebilir. Yarattığı imajıyla da ilginç bir insandı. Uzun sakalı, uzun saçları ve yarısı kızıl, yarısı siyah bıyıklarıyla, o dönemlerde pek rastlanmayan bir görüntü sunuyordu. Ona nasıl ulaşacağımı araştırdım. Marmara Pavyon’da sunuculuk yaptığını öğrendim. Yıl 1972, on altı yaşındayım. Ülkede olup biten olayları hissediyorum ama ciddiyetinin farkında değilim. Bir gece şiir defterimi alıp Marmara Pavyon’a gittim. Ona şiirlerimi gösterecektim. Merdivenleri çıktım, kapıdaki adama onu sordum. "Burada bekle" dedi, gitti. Az sonra o adam geldi. Şiirlerimi göstermek istediğimi söyledim, beni arkalarda bir masaya oturttu. Bir oralet söyledi, gitti. Sahneye çıkacak dansözü sunduktan sonra geldi. Defterimi aldı, şöyle bir göz attı. Ben bu arada pavyonun ilk kez gördüğüm ortamına dalıp gitmişim. "Bunları sen mi yazdın?" diye sordu. "Evet, ben yazdım" dedim. "Bu vakitte tek başına mı geldin?, Nereden geldin?, Ortalık tehlikeli, bilmiyor musun?" dedi. "Tek başıma, Kanalköprü’den geldim" dedim. Kanalköprü, o zamanlar kentin dışında sayılacak bir uzaklıktaydı. Oradan yürüyerek gelmiştim kent merkezine. "Yazmaya devam et, hadi git" dedi. Başka bir şey söylemedi. Çıkıp gittim eve, gece yarısı, kolumun altında şiir defterim, yürüyerek… 1990’ın başlarıydı. Adana’da bir kültür sanat etkinliğine katılmıştım ve Sabancı Kültür Merkezi’nde bir söyleşi yapmış, Adana’da şiir yazmaya nasıl başladığımı, nasıl yaşadığımı anlatırken, bu olayı da ayrıntılarıyla anlatmıştım. İzleyiciler arasında, en ön sırada oturan bir adam da konuşmamı büyük bir ilgiyle dinliyordu. Konuşmam bitince, “İşte o adam Ercan Kont’tu” deyince, şimdi biraz yaşlanmış olan Ercan Kont, oturduğu yerde hafif sarsılmış, çok şaşırmış, bana sarılmıştı.

ŞİİR ADAM

Ercan Kont, Adana’nın gündelik kültürel yaşamında önemli yeri olan figürlerden biriydi. Adana’da bazı figürler vardır, kendi sularında inatla şiir, roman ve öykü yazan… Bunlardan biri de Kemal Ayda’dır. Kemal Ayda! 1970 sonları, 1980 başları Adana’sında ona rastlamak istiyorsanız, Adana Büyük Postane'ye gitmeliydiniz. Mutlaka orada, Ümit Yaşar Oğuzcan'a yazdığı mektubun zarfını diliyle ıslatıp kapatırken bulabilirdiniz. Kelebek Gazetesi’nin şiir köşesini yöneten Ümit Yaşar Oğuzcan’ın gözdelerindendi. O bir mecnundur. Kendi dışında açıklanamayan, referansı yine kendisi olan bir adam. Şiir gibi. Evet, şiir adam. Baklava desenli kazağı ve kahverengi ceketiyle imgelemimde yer etmiştir. Tedirgin bir geyik gibi, bir sokakta karşınıza çıkıverir. Başı hafif yukarıda ama gözleri yerde, boşlukta kaybettiği bir şeyi arar gibi bakar. Söyleyeceği çok şey, iletmek istediği derin anlamlar var gibidir. Hep mutsuz, hep kederlidir. Şiirin o güzel esin perisi belki bir zamanlar kapısının önünden geçerken şöyle bir görünüvermiştir ona. Sonra, belki de hiç görünmemiştir. Ama Kemal Ayda onunla tekrar karşılaşabilmek umudunu hiç yitirmemiştir. Bir suçlu gibi, alacakaranlıkta yarı açık bir bahçe kapısı gibi hep beklemiştir. 'İnce Memed' romanının kahramanlarından, uçan kuşun kanadı yere değse onu bulan iz sürücü Topal Ali gibi bütün Adana sokaklarını karış karış dolaşmıştır, şiiri aramıştır. Hâlâ dolaşmaktadır... Yoksa yenilmiş midir? Belki de yenilginin kendisidir. Değiştirilmek için kendini öne süren bir kader gibi, değiştirilmeyi beklemiştir. Başka bazıları gibi, şiirin lanetine uğramıştır.

On sekiz yaşıma kadar doğup büyüdüğüm Adana’da tam bir arabesk ortamda yaşadım. Arabeskin başkenti gerçekten Adana’ydı. Ünlü kabadayılardan tanıdığım oldu. Ferdi Tayfur’u, Müslüm Gürses’i, Sadık Altınmeşe’yi (İzzet Altınmeşe’nin kardeşi ve bence ondan daha kaliteli bir müzisyendi) gençliklerinde tanıdım. Düğün salonlarında sahneye çıkarlardı. Kocavezir Mahallesi'nde (Hürriyet Mahallesi'ne yakın) bir terzi arkadaşım vardı, Memet, bizim mahalleden, komşumuz. Ben lise öğrencisiydim, o benden birkaç yaş büyüktü ama benim arkadaşlarım da hep benden yaşça büyük insanlardı. Memet’in dükkanının karşısında da Ferdi Tayfur’un sanırım amcasının kahvehanesi vardı. Ferdi, oraya sık gelirdi. Müslüm Gürses de terziydi ama sanırım bırakmıştı artık ve müziğe vermişti kendini. Memet bana acayip şık ve son moda pantolon, ceket dikerdi. Onları giydiğim zaman yaşımdan çok büyük gösterirdim. Ama şık ve yakışıklı sayılırdım. Yaz tatillerinde gazinolarda, çay bahçelerinde garsonluk yapardım. İyi para kazanırdım. Adana’da çok bahşiş verirlerdi. Hiç unutmam, Adana’nın ünlü Ziya Paşa Bulvarı’nda Şikago adında bir kafe açılmıştı, son derece modern, Adana’da bir ilkti. Eve bazen taksiyle giderdim, o zamanlar, Sun Taksi adında lüks bir taksi durağı vardı, 64’ model Chevrolet falan çalışırdı. Onlara biner, arka koltuğa kurulur, bizim yoksul mahalleye girerdim. Bir gün yine okul yaz tatiline girdi, iş arıyordum. Bir arkadaşımın çalıştığı çay bahçesine gittim. Dörtyol’da, kocaman bir bahçeydi. Şimdi park olmuş. Arkadaşım şef garsonla görüşmemi istedi. Görüştüm, şimdilik elemana ihtiyaç olmadığını ama istersem şu ileride, bir masada nargile içen adama sorabileceğimi söyledi. Patron o, dedi. Gittim, iş istediğimi söyledim. Bu sefer o da şef garsonu çağırdı, ona eleman gerekip gerekmediğini sordu. O da “gerekmiyor” dedi. Ben de “sağol abi” deyip uzaklaşırken, arkamdan seslendi, döndüm. Bana doğru hafif eğilerek, “Oğlum harçlığın var mı?” diye sordu. Mahcup olmuştum. “Sağol abi, param var” dedim. İlerideki dondurma tezgâhının oraya, arkadaşımın yanına (dondurma tezgâhında çalışıyordu) gittim. Biraz bozulmuştum ve sinirliydim. “Adamdan iş istedim, iş yokmuş, bana para vermeyi önerdi, kendini ne sanıyor bu herif" diye söylendim. Arkadaşım da bir yandan bir çocuğa, elindeki küllaha vişneli dondurma koyarken, “O, Asfalt Rıza” dedi. Adını duymuştum. Ünlü kabadayılardan. Çaktırmadan gittim, arka taraflardan gizlenerek, bir süre Asfalt Rıza’yı izledim. Çok normal bir adamdı. Ama biraz tedirgin olduğumu belirtmeliyim. Kesinlikle belinde tabanca vardır, diye düşündüm. Aradan iki yıl geçti. Adana’da bir haber yayıldı: Asfalt Rıza'nın ünlü kardeşi Süleyman Sırrı belediye meclis toplantısını basmış, silahla önüne gelene ateş etmiş. Belediye başkanı ağır yaralanmış. Çalıştırdığı çay bahçesi belediyeninmiş ve bir anlaşmazlık varmış. O günden sonra Asfalt Rıza kayıplara karıştı. Hakkında bir yığın söylenti dolaştı. Ama gidiş o gidiş, bir daha da ondan haber alınamadı.

Sanırım bu yaşadıklarımın, edebiyat öğretmenlerimin ve bir-iki sağlam arkadaşımın sayesinde kitapları keşfettim. Bir de Fransızca öğretmenimiz vardı, “Ajan Fe” adında. Gerçek adını hatırlamıyorum. Zaten Adana Erkek Lisesi’nde öğretmenleri lakaplarıyla bilirdik. Bir öğretmenin lakabı yoksa, kayda değer biri sayılmazdı. İşte Ajan Fe bize Fransızca Baudelaire, Valéry falan okuturdu.

Bazen, Adana’dan niçin çok sayıda sanatçı çıktığı sorusuyla karşılaşırım. Bu konuyu ben de hep düşünmüşümdür. Adana’daki bu kültürel birikim nereden geliyor? Öyle ya, bir birikim olmasa, bu kadar dikkat çekecek yoğunlukta sanatçı çıkmaz. Bir kez Adana, geçmişinde köklü bir gelişmiş uygarlığa ev sahipliği yapmış. Bildiğimiz gibi Adana’da 1900’ün başlarına kadar çok gelişmiş bir kozmopolit medeniyet var. Şairleriyle, kumaş fabrikalarıyla, matbaalarıyla… Bu kültürel birikim ve geleneğin ürettiği dil ve estetiğin Adana toplumunu etkilememiş olması düşünülemez. Ayrıca Adana’daki sınıfsal farklılığın keskin biçimde belirgin olması da, bireyin duyarlılığını keskinleştiren bir durumdur. Cumhuriyetle birlikte gelişen Halkevleri kültürü, Adana’da da etkili olmuştur. Tiyatro, müzik gibi sanatların gelişmesini epey etkilemiştir. Yerleşik bir Belediye Şehir Tiyatrosu, Türkiye’de şu an çıkan en eski gazetenin Adana’da olması da kültürel yaşamı son derece etkilemiştir. Adana Erkek Lisesi ve Kız Lisesi, zamanında son derece nitelikli eğitim vermiş köklü liselerdir.. Adana Erkek Lisesi’nde öğrenciyken, en arka sırada, tek başıma otururdum. Her şeye gülerdim. Bir gün edebiyat öğretmenimiz Mehmet Ali Gül yanıma geldi, “Ne var bu sırada? Yılmaz da burada oturur, kıkır kıkır gülerdi” dedi. Böylece Yılmaz Güney’le aynı sırayı paylaştığımı, ikimizin de öğretmeni olan kişiden öğrenmiştim. İnsan sevgisini, şiiri, onurlu yaşamayı ve cesur olmayı aynı öğretmenden öğrendiğim gibi.

Adana: “Güneş” fiilinin bütün zamanları!