1994-2018: Yeni Şafak aynasında yeni ‘eski Türkiye’

94’ün mühendislik öğrencisi Ahmet hâlen Yeni Şafak mı okuyordur, artık ‘değişim’ istiyor mudur, gazetesinin ‘değiştiği’ gibi değişmiş midir bilmiyorum; ama ülkede ne olduğuna bakan ve bir değişim isteyen herhangi bir gencin bugün o gazeteyi dörde katlayıp cebinde gezdirme, başka görüşteki arkadaşlarına önerme ihtimali olmadığını biliyorum.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

1993 sonu. Yine karanlık günler... 4 Kasım günü Başbakan Tansu Çiller, İstanbul Holiday Inn Oteli’nde gazetecilere ‘tarihi’ bir açıklama yapıyor, “PKK ’ya yardım eden işadamlarının ve sanatçıların listeleri elimizde…” diyor. 12 Eylül darbesinin üzerinden 13 yıl; bir süredir laik-cumhuriyetçi aydınların katledildiği tedhiş kampanyasının Uğur Mumcu’yu hedef almasının üzerinden sadece 9 ay geçmiş. Özal’ın ölümü (Nisan 93) ve Demirel’in cumhurbaşkanı olmasının (Mayıs 93) ardından DYP’nin başına getirilen (Haziran 93) Çiller, henüz 4 aylık ‘çiçeği burnunda’ bir başbakan. Hevesli ve ‘hırslı’ görünüyor. Türkiye karanlık bir tünele girerken siyasal bir rolün gönüllüsü. Ülkeyi o mu yönetiyor, ya da daha doğru bir soruyla ülkeyi yönetenler arasında onun ne kadar sözü geçiyor bilinmez; yine de ‘vitrin’de olmayı, belli ki kendisine fısıldanan bu ‘geçiş’ döneminin olası siyasal avantajlarını kapmayı benimsemiş görünüyor. Ama ‘ön sırayı‘, sadece ‘avantajlar’ için değil, ‘riskler’ için de almış oluyor. Nitekim, büyük bir iştahla girdiği o karanlık tünelden kendisi de –siyaseten– sağ çıkamıyor.

Ve 19 yıl sonra, yine bir kasım günü, 7 Kasım 2012’de, bu kez Yeniköy’deki yalısında, “TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu” üyelerinin sorularını yanıtlamak durumunda kalıyor. Heyette yer alan İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder ‘zor sorular’ soruyor. Partisi DYP’nin grup toplantısında “Meclis'te PKK'nın barındığı bir gölge vardır, bunu Meclis'in üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz” sözlerini sarf etmesinin hemen ardından, Mart 1994’te, Kürt milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Ahmet Türk, Selim Sadak ve Sırrı Sakık’ın, kimisi Meclis’ten yaka paça çıkarılarak tutuklanmasını soruyor örneğin… Özgür Ülke gazetesine ilişkin “etkin önlemler alınmalı” diyen gizli yazısının ardından bu gazetenin bombalanmasını soruyor… Ve elbette, “PKK ’ya yardım eden işadamlarının ve sanatçıların listeleri elimizde…” demecinden hemen sonra çok sayıda kişinin öldürülmesini…

Sırrı Süreyya Önder, diğerlerinden erken terk ettiği yalının önünde gazetecilere, sorduğu sorular üzerine Çiller’in gözlerinin yaşardığını ve “Ben bir anayım” dediğini aktarıyor. Cevabını aktarmaya gerek bile duymuyor. O cevap daha sonra komisyon tutanakları yayınlanınca ortaya çıkıyor. 2012’de şöyle söylüyor, 1993-94’ün başbakanı: “Evet, böyle bir liste geldi önüme. (…) ‘Kimse buna boyun eğmesin, biz bunları koruruz. Kim bunu yapıyorsa bunları da önleriz... Bu işadamları tehdit ediliyorsa korkmasınlar...’ Verdiğim mesaj buydu.”

Büyük bir kabahati itiraf etmektense, herkesin yalan olduğunu bildiği bir yalanda ısrar eden insanlar gibi davranıyor. “Biz onları koruruz. Kim yapıyorsa da önleriz, korkmasınlar, mesajı verdim” diyor; ama 15 Ocak 1994’te Behçet Cantürk ve şoförü Recep Kuzu, 28 Mart’ta Fevzi ve Şahin Aslan, 3 Haziran’da Savaş Buldan ve Hacı Karay, 12 Kasım’da Medet Serhat kaçırılıyor, öldürülüyor, gömülüyor.

Aktif siyasetçiyken ‘gençliğini’ de vurgulayan muhafazakar bir gıdıklama ile ve bir şahin edasıyla “Bacınızım” diyordu. 18 yıl sonra, aldığı ‘risklerin’ sonuçlarıyla karşılaştığında bu kez “Ben anayım” diyerek ağlıyor.

* * *

1994 başı. Şiddetin, siyasal baskının, hedef göstermenin, hedef gösterilenler için ağır bedeller ödemenin, siyasal ve ekonomik krizin girdabındaki Türkiye yerel seçimlere hazırlanıyor. Mühendislik öğrencisi Ahmet; dersleri çok sıkı takip ediyor, yüksek notlar alıyor, okuldan çıktıktan sonra Taksim’deki meşhur Amerikan hamburgercisinde çalışarak harçlığını çıkarıyor, namaz kılıyor, Yeni Şafak gazetesi okuyor ve satranç oynuyor. Ülkede ne olduğuna bakmaya, üstelik bunu, o dönem birçok fraksiyonuyla yükselmekte olan İslamcılık zaviyesinden yapmaya çalışıyor; ama aktivist olmuyor, okuldaki daha örgütlü ve disiplinli, Müslüman Gençlik gibi gruplara katılmıyor. ‘Bağımsız’ kalıyor. Satranç oynarken tanıştığı solcularla da konuşuyor. “Ben de değişimden yanayım” diyor. Ve bunu dedikten sonra, genellikle, neredeyse saklar gibi dörde katladığı Yeni Şafak gazetesini çıkarıp gösteriyor; “Sizin anlattıklarınızın bir kısmı burada da yazıyor” diyor. Gazetenin zor koşullarda yapıldığını, buna rağmen iyi bir içeriğe sahip olduğunu söylüyor. Okumamızı tavsiye ediyor. “Yazarlarını özellikle” diyor, “ilginç tartışmalar” diyor... 27 Mart’taki yerel seçimde herkesin şaşıracağını, Refah Partisi’nin büyük başarı kazanacağını söylüyor. Kendi oyunu da “Refah’ın adayı Tayyibe” vereceğini söylüyor.

***

Haklı çıkıyor: 27 Mart 1994’te, şiddetin, hukukun toz duman edildiği tekinsiz baskı ortamının, siyasal ve ekonomik krizin kucağında gidilen yerel seçimi İstanbul’da da, Ankara’da da Refah’ın adayı kazanıyor. Esasen Türkiye’nin 1980’de başlayan ‘büyük geri sıçrama’sı yeni bir faza giriyor. Ama akşamları hamburger-kola fişi kesip gündüzleri okuyan Ahmet gibi, “değişim isteyen” pek çok başkası da bu hikayeden bir ‘medet umuyor’. İşsizlik ve pahalılık artıyor; haksız zenginleşmeler ve kayırmacı bir ekonomi açıkça görülüyor; işçi sınıfının ücretleri ve sosyal hakları giderek küçülüyor, direnişleri bastırılıyor; emek sömürüsü ve enformel istihdam büyüyor; ekonominin krizi giderek daha çok kesimi içine alarak derinleşiyor; Kürt sorununda mevcut statüko içinde bir çözüm umudu görünmüyor... Ve Refah, 1995’teki genel seçimden de birinci çıkıyor.

1997’de yolu ‘kesintiye uğratan’; aslında ona dev bir ‘mağduriyet’ malzemesi vererek önünü açan ‘şok refleks’, eski nizamın bir ölüm krampı olmaktan öteye geçemiyor; “bin yıl” yerine beş yıl sürüyor. 2002’de, Refah/Milli Görüş’ün bazı ‘otantik’ bagajlarını atan daha ‘seri’ bir sentez iktidara dönüyor.

Geride kalan 16 yıl malum. Gerçekten de birçok “değişim” yaşanıyor. Mesela 25 yıl önce belli belirsiz bir çekingenlikle dörde katlanıp cebe konan Yeni Şafak gazetesi, devlet protokolünün uçağında, bucağında demirbaş oluyor. Ama bu yaşanan şeyin bir “değişim” değil, aslında bir “yer değiştirme”den; gücün, kaynak kontrolü ve dağıtımının, vesayetin ve her türlü zoru kullanma ayrıcalığının farklı ellerce paylaşıldığı ya da el değiştirdiği bir yeni devlet mimarisinden ibaret olduğunu da yine Yeni Şafak gösteriyor. Barış bildirisi imzaladığı için, hiçbir hak arama yolu tanımayan hukuksuz kararnamelerle okullarından atılan; alenen fişlenerek yurt içinde, pasaportlarına el konarak yurt dışında çalışmaları engellenen; hapsedilmeleri istemiyle yargılanan akademisyenleri, bir yalan, ‘yalan olduğu alenen ortada olan bir yalan’la ‘terör bağlantılı’ ilan ediyor. Beşiktaş Belediyesi’nin ‘Kent Okulu’nda ders veren mühreç akademisyenleri “Terörden atılana CHP kalkanı” başlığıyla hedef gösteriyor. Kendisi dışındaki siyaset alanını ‘terör’, ‘bölücülük’, ‘dış güçlerin piyonu’ gibi damgalarla sindirmeye çalışan bir vesayetin, ‘eski usul’ bir ‘yeni’ vesayetin lehine yalan söylüyor.

Artık sadece ‘Reis’in, hep eşitsiz koşullarda kurulan bir sandıkta ve bir tür plebisitle seçildiği, kalan herkesin onun tarafından atandığı ya da atanmasının işaret edildiği bir sisteme varan ‘değişimleri’nin aynası oluyor ‘gazete’.

Vaktiyle, geceleri hamburger kasasında çalışıp gündüzleri okuyan gençlerin ‘değişim’ yanılsamasına araç olan, o umutların rüzgarıyla yelkenlerini şişiren gemi; şimdi zorunlu koalisyonların, kadro sorunlarının, heyecan eksikliğinin, hikâyesizliğin karasına otururken, değişsin istenmiş ne varsa ona tam bir bağımlılıkla sarılıyor.

94’ün mühendislik öğrencisi Ahmet hâlen Yeni Şafak mı okuyordur, artık ‘değişim’ istiyor mudur, gazetesinin ‘değiştiği’ gibi değişmiş midir bilmiyorum; ama ülkede ne olduğuna bakan ve bir değişim isteyen herhangi bir gencin bugün o gazeteyi dörde katlayıp cebinde gezdirme, başka görüşteki arkadaşlarına önerme ihtimali olmadığını biliyorum. Artık yanılsama da olsa bir yeniliğin değil, kaskatı bir statükonun, çıplak çıkarın, ne pahasına olursa olsun kaynaklara ve imtiyazlara tutunmanın açık temsilcisi durumundalar. Geçmişte olduğu gibi bugün de iktidarlar gazetelerine yansıyor; orada aksediyor.

Ve Türkiye çeyrek asır sonra bir kez daha, şiddetin, siyasal baskının, hedef göstermenin, hedef gösterilenler için ağır bedeller ödemenin, siyasal ve ekonomik krizin girdabında yerel seçimlere hazırlanıyor.

Tüm yazılarını göster