İktidar ve muhalefet kanadının yaklaşan seçimlerle ilgili
üzerinde ittifak ettikleri yegâne konu, bu seçimlerin tarihi bir
öneme sahip olduğudur. Bir taraf bunu iktidarının devam etmemesi
durumunda uğrayacağı kayıplar açısından değerlendirirken, diğer
taraf ise ülkeyle ilgili hayallerinin gerçekleşip gerçekleşmemesi
zaviyesinden meseleye yaklaşıyor.
Sonucu her ne olursa olsun her seçim ülke geleceği açısından
derin izler bırakacak yeni süreçleri başlatıyor. Bundan öncekilerde
olduğu gibi, 2023 genel seçimlerinden sonra da ülkede şu veya bu
yönde ciddi değişimler yaşanacaktır.
Bugüne kadar Türkiye’de önemli aks değişiklikleri ya darbelerin
ya da seçimlerin ardından gerçekleşti. 1950, 1983 ve 2002 seçimleri
ülkenin gidişatının yeniden şekillendiği önemli kırılma anları
olarak siyasal tarihimizde yerlerini aldılar. 1960 ve 1982 askeri
darbeleri de tarihin farklı akmasına neden olan dönüm
noktalarıydı.
Askeri darbeler, bugüne
kadar ülkeye büyük zararlar verdi. Seçimler ise demokrasinin hem
sebebi hem de sonucu. Ancak, geriye dönüp bakıldığında, seçimlerin
ülke açısından her zaman mutlaka olumlu sonuçlar doğurduğunu
söylemek pek mümkün görünmüyor.
Yukarıda belirtildiği gibi, ülkede yeni bir dönemi başlatan bazı
seçimler yaşandığı gibi, mevcut krizleri derinleştiren ve
sorunların büyümesine neden olan seçimler de söz konusudur. Bu
açıdan değerlendirildiğinde 1999 genel seçimlerinin siyasi
tarihimizde özel bir yeri vardır.
1995 yılında gerçekleşen genel seçimlerden, başta ordu olmak
üzere çeşitli kesimlerde tedirginlikler yaratan Necmettin Erbakan
liderliğindeki Refah Partisi birinci olarak çıktı. Uzun bir
süreçten sonra RP ve DYP arasında kurulan koalisyon hükümeti
güvenoyu aldı ancak gerilim hiç azalmadı. Neticede 28 Şubat askeri
müdahalesinden sonra Erbakan istifa etti. Sonrasında ise Anavatan
Partisi, Demokratik Sol Parti ve Demokrat Türkiye Partisi
tarafından Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında Anasol-D hükümeti
kuruldu. Meclis’te yeterli sandalyesi bulunmayan hükümeti dışarıdan
da CHP destekliyordu. Ancak bu hükümet 18 Nisan 1999 tarihinde
yapılacak erken seçime kadar dayanamadı ve mafya-siyaset
ilişkisinin bir kez daha ortaya saçıldığı Türkbank skandalından
sonra verilen bir gensoru ile düşürüldü.
1999 seçimleri, ülkeyi içinde bulunduğu sarsıntılardan
çıkaracağı umuduyla yapıldı. Ancak, bu dönem tarihimizin en derin
ekonomik ve siyasi krizleri ile sona erdi. DSP’nin yüzde 22 ile
birinci parti olduğu seçimde barajı beş parti aştı. Yani seçmenler
yüzde 10 ile 22 arasına beş partiyi sığıştırdı. Seçmen mevcut
seçeneklerin hiçbirine tam olarak güvenmeyince oyları küçük
dilimler halinde partilere dağıttı. Hal böyle olunca hükümet
kurulabilmesi için en az üç parti gerekti ve DSP-MHP-ANAP arasında
bir koalisyon kuruldu.
Ancak kurulan koalisyon hükümeti bir süre sonra ülkeyi
yönetmekte zorlanmaya başladı. Başbakan Ecevit’in sağlığının
bozulması nedeniyle (bazıları Ecevit’in sağlığının bozulmasını bir
siyasi komploya bağlıyor) Bakanlar Kurulu toplantıları yapılamaz
hale geldi. Ecevit’in Başbakanlık’tan düşürüleceği ve yerine kendi
partisinden başka bir ismin geçeceği dedikoduları siyaseti sürekli
meşgul etti. 17 Ağustos depremi, arkasından yaşanan finansal kriz
ve enflasyon ülkeye zor günler yaşatırken 2001 Şubat ayında yaşanan
kitap fırlatma olayının ardından tarihimizin en derin ekonomik
krizi yaşandı.
IMF ile anlaşan ve ekonomi yönetimini Kemal Derviş’e bırakan
Hükümet siyasi çalkantılarla sarsılmaya devam etti. Devlet Bahçeli
7 Temmuz 2002'de 3 Kasım 2002'de erken seçim yapılmasını istedi.
Ertesi gün, yani 8 Temmuz 2002'de, Ecevit'in sağ kolu olarak
nitelendirilen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin
Özkan ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem olmak üzere çok sayıda DSP'li
Bakan ve milletvekili istifa etti. 22 Temmuz 2002'de DSP'nin
milletvekili sayısı 128'den 64 düştü ve TBMM'de milletvekili sayısı
sıralamasında 4. parti oldu. DSP'den ayrılanların çoğu Yeni Türkiye
Partisi'ne (YTP) geçti.
Neticede 3 Kasım 2002’de erken seçim yapıldı ve hem koalisyonda
yer alan tüm partiler hem DYP ve yeni kurulan YTP baraj altında
kaldı. Vatandaş siyasete ağır bir müdahalede bulundu ve kelimenin
tam anlamıyla format attı. Yeni kurulmuş AK Parti’yi tek başına
iktidara taşırken, 1999 yılında baraj altında kalan CHP’ye de
muhalefet görevi verdi.
2023 yaklaşırken, muhalefet liderleri, kanaat önderleri ve
seçmenlerinin önümüzdeki seçime 2002 yılındakine benzer bir misyon
yüklediklerini görüyoruz: Elde edilecek büyük bir seçim zaferinin
ardından, kurulacak yeni ve güçlü bir iktidar eliyle ülkeyi içinde
bunaldığı sorunlardan çekip çıkarmak.
Bu hedef doğrultusunda demokrasi tarihimizde benzeri olmayan bir
iş birliği çabası hayata geçirildi. Seçmenler de partilerin
başlattığı 6’lı Masa sürecine büyük destek veriyor. Ancak belki de
hedefe bu kadar çok odaklanılmasının yarattığı bir handikapla
herkes cumhurbaşkanlığı seçimine yoğunlaştı ve neredeyse
milletvekili seçimleri unutulmuş durumda.
Aşağı yukarı son üç yıldır cumhurbaşkanlığı seçimini kesintisiz
tartışıyoruz. Bu gelenek geçtiğimiz hafta da bozulmadı ve biz yine
muhalefetin cumhurbaşkanı adayını konuştuk.
CHP’nin İzmir kampında Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekillerine
yönelttiği “Şunu da artık bilmek zorundayım, siz gerçekten benimle
birlikte misiniz?” sorusu adaylık sinyali olarak değerlendirildi ve
zaten hiç bitmeyen “muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olacak?”
tartışması bir kez daha alevlendi.
Seçim takvimi yaklaştıkça cumhurbaşkanlığı yarışının çokça
konuşuluyor olması anormal bir durum sayılmaz. Ancak milletvekili
seçimlerinin siyasetin gündemine yok denecek kadar az geliyor
olması gerçekten şaşılası bir tutum. Partiler, partililer,
seçmenler, medya ve siyaset yorumcuları adeta ülkede bir
milletvekili seçimi olmayacakmış gibi davranıyor.
Bu durumun tek istisnası geçtiğimiz Mart ve Nisan aylarında
Seçim Kanunu’nda değişiklikler yapan düzenlemenin yasalaşması
sürecinde yaşandı ve milletvekili seçimleri yoğun biçimde
tartışıldı. Bilhassa yeni seçim kanununun hangi partilere ve
ittifaklara ne tür avantajlar yahut dezavantajlar yaratacağı ve bu
bağlamda yeni ittifak modellerinin neler olabileceği hususunda
çokça değerlendirme yapıldı. Ama neticede cumhurbaşkanı
tartışmasına geri dönüldü.
Geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği bir
röportajda 6’lı Masa partilerinin 41 ilde kendi başlarına seçime
girebilecekleri, ama bunun dışında kalan şehirlerde çeşitli iş
birlikleri yapılabileceği; bu konuda CHP mutfağında çeşitli
simülasyon çalışmaları gerçekleştirildiği ve bunun diğer partilerle
de paylaşıldığını açıklaması ile milletvekili seçimleri yeniden
gündemimize geldi. Bu arada Murat Yetkin’in AK Parti’nin seçim
stratejisinde önceliğin Meclis değil Beştepe olduğu haberi de
etkili oldu.
Cumhurbaşkanlığını kazanan tarafın Meclis’te azınlıkta olması
ABD veya Fransa gibi ülkelerin aşina olduğu bir durum. “Topal
Ördek” veya “cohabitation” kavramlarıyla bu dönemleri ifade
ediyorlar. Ancak bizler henüz böyle bir siyasi deneyime sahip
değiliz. Başkanlık sisteminin ilk seçiminde Cumhur İttifakı’nın
cumhurbaşkanlığının yanı sıra Meclis’te çoğunluğa ulaşması
nedeniyle, yeni sistemin bazı risklerini henüz bilmiyoruz.
Önümüzdeki seçimde sandalye dağılımının nasıl olabileceğine dair
elimizde bazı simülasyon sonuçları olmasına rağmen, seçimin
aktörlerini tam olarak bilmediğimiz gibi (şu ana kadar üç ittifak
var, daha kaç ittifak kurulacağı veya halihazırda hiçbir ittifakta
yer almayan partilerin ne yapacağı şu an belli değil) ittifaktaki
partilerin hangi seçim çevrelerinde ne seviyede iş birliği
gerçekleştirecekleri de hem biz hem de parti üst yönetimleri için
meçhul. Bu nedenle, halihazırdaki simülasyonların gerçeği temsil
etme yetenekleri oldukça sınırlı. Fakat şimdiden bilebildiğimiz bir
tek şey var: İttifakların hedeflerini gerçekleştirmek için
cumhurbaşkanlığının yanı sıra Meclis’te de çoğunluğa ulaşmaları
gerekiyor. Hatta muhalefetin anayasa değişikliği yapabilmesi için
sadece 301 sandalye de yeterli olmuyor, en az 360 şart.
Dolayısıyla büyük umut bağlanan 2023 seçimlerinin arzu edilen
neticeleri doğurabilmesi, yani 2002’deki gibi güçlü bir iktidar
yapısı kurulabilmesi için seçimin iki ayağının da kazanılması
lazım. Aksi takdirde 1999 seçimlerinden sonra yaşandığı gibi
krizlerin derinleşmesi ve sorunların büyümesi olasılığı da söz
konusu.
Seçimin sonucunu elbette ki seçmenlerin tercihleri belirliyor.
Ama seçmenlerin tercihini de partilerin performansı
şekillendirecek. İki ayaklı seçimin hiçbirinin ihmal edilmemesi ve
her biri için ciddi seçim mühendisliği gerektiğini bilhassa 6’lı
Masa partilerinin gözden uzak tutmaması gerekiyor.
2023’ün 1999’a mı yoksa 2002’ye mi benzeyeceği hepimiz açısından
büyük önem taşıyor…