Geçen haftaki yazıda, 2018 yılında ekonomik
krizin gelişimini bazı önemli dönüm noktalarıyla beraber ele
almıştım. Bu yazıda, krizin gelişimini üç aşamada
değerlendirebileceğimizi ileri süreceğim. Krizden çıkış için
formüle edilen ‘dengelenme’ programının bir parçası halen eksik.
Krizinin maliyetinin farklı sermaye kesimleri arasında nasıl
bölüştürüleceği konusu, yerel seçimler sonrasında ertelendi. Bu
konunun, yani krizin üçüncü aşamasının 2019 yılı içinde
çözülememesi durumunda, 2020 yılında yeniden bir erken seçimin
gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.
İLK AŞAMA: DÖVİZ KRİZİ
Daha önceki yazılarda detaylı şekilde açıkladığım gibi, 2013’ten
itibaren oluşan güncel kriz dinamikleri, 2018’in Mayıs ayındaki kur
atakları ile olgunlaştıktan sonra aynı yılın ağustos ayında döviz
krizine dönüştü. Döviz krizinin iki dolaysız sonucu oldu. Bunlardan
ilki enflasyondaki patlama, ikincisi de şok faiz artışı.
Enflasyondaki sert artış, üretim yapısının büyük ölçüde ithalata
bağımlı olmasından kaynaklanıyor. Eylül ayında gelen şok faiz
artışı ise, ülke ekonomisinin sermaye hareketlerine bağımlılığı
nedeniyle gerçekleşti.
Döviz krizi, şok faiz artışı ile birleştiğinde karşımıza çıkan
sonuç kredi çöküşüdür. Gerek ticari kredide, gerekse tüketici
kredisinde yaşanan çöküş, ekonominin hızla resesyona kaymasına
neden oldu.
İKİNCİ AŞAMA: SEÇİME KADAR 'ERTELEME'
Krizdeki ikinci aşama, ekonomi politikalarının 2019’un Mart
ayında gerçekleşecek olan yerel seçimlere kadar döviz krizinin
etkilerinin ertelenmesi amacıyla dizayn edilmesiyle başladı.
Hatırlanacağı gibi AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan ‘ekonomik krizin gündemden düşürülmesi ve halkın
pahalılıktan şikâyetine son verilmesi için her türlü tedbirin
alınmasını’ istemişti.
Bu kapsamda formüle edilen idari önlemlerle faizlerin kısmi
olarak düşürülmeye çalışılmasına fiyat indirim kampanyaları eşlik
etti. Soğan deposu baskınları ve mağazalardaki etiket kontrolü gibi
önlemler, bu paketin diğer parçaları idi. Son olarak, aralık ayında
yapılan asgari ücret artışı, kısa dönemde yeniden
çalıştırılamayacak olan kredi kanalının yokluğunda resesyonun daha
da derinleşmemesi için bir önlem olarak düşünüldü.
Tüm bu önlemlerin ana doğrultusu, mart seçimlerinde bir hezimete
uğramamak idi. Bu nedenle, ekonomi yönetimi, krizin maliyetinin
bankacılık sektörü ve sanayi arasında bölüştürülmesi gibi sorunlu
alanlara girmedi. Konkordato mekanizması, iflas ertelemeyi mümkün
kıldığından bu süreçte çok işlevli olarak kullanıldı. Şu anda
ekonomi yönetiminin tüm gayreti, sorunları mümkün olduğunca 2019’un
Mart ayı sonrasına ertelemeye odaklanmış durumda.
ÜÇÜNCÜ AŞAMA: AĞIRLAŞAN EKONOMİK KOŞULLAR
2018-2019 ekonomik krizinin üçüncü aşaması, mart seçimlerinden
sonra başlayacak. Bu aşamada artık seçimler geride bırakıldığından,
bazı sermaye gruplarının elenmesi ile sonuçlanacak olan firma
kurtarma operasyonuna girişilebilir. Özellikle 2016’daki bir
çeyreklik ekonomik daralma sonrasında aktive edilen Kredi Garanti
Fonu marifetiyle yaratılan zombi firmaların tasfiyesi, Mart
sonrasında ekonomi yönetiminin temel gündemlerinden biri
olabilir.
2018-2019 krizinde, Türkiye ekonomisinde daha önce görülen
krizlerden farklı olarak, firma bilançolarına gömülü bir döviz
krizinden bahsediyoruz. Bunun anlamı, pek çok firmanın döviz
biçiminde aldıkları borçlar nedeniyle borçlarını geri ödeme güçlüğü
çekmeleridir. Bu durumdaki firmalar için seçenekler çok sayıda
değil. Ya bankalara olan borçlarının silinmesi (yeniden
yapılandırılması) ya da maliyetlerinin döviz krizinin etkilerini
azaltacak şekilde azaltılması gerekiyor.
İlk seçenek, krizin maliyetinin bankacılık sistemine yıkılması
anlamına geleceğinden, zaten çökmüş olan kredi kanalının yeniden
çalışması daha da ileriye ertelenebilir. Bu nedenle, bankacılık
sisteminin yeniden sermayelendirilmesi gerekecektir. IMF seçeneği
masada olmayacaksa, bunun nasıl gerçekleşeceği henüz netleşmiş
değil.
İkinci seçenek ise, kitlesel işsizlik anlamına geliyor. Zira
genel olarak firma maliyetlerine baktığımızda ağırlıklı bir kısmın
hammadde maliyeti olduğu, ikinci maliyet kaleminin ise işgücü
olduğu görülebilir. İlk maliyet kaleminde kısa vadede bir iyileşme
görülemeyeceğine göre, firmaların krizden çıkış stratejisi işgücü
maliyetini azaltmak olarak şekillenebilir. Bu kitlesel işsizlik
anlamına gelecektir.
EKONOMİDE DENGELENME VE DERİNLEŞEN KRİZ
24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde ekonomiden sorumlu başbakan
yardımcısı olan Mehmet Şimşek döneminde, Londra Mutabakatı
çerçevesinde formüle edilen ekonomide
dengelenme programı, ağustos ayındaki döviz krizi sonrasında, eylül
ayında açıklanan Yeni Ekonomik Programı’nın da özünü oluşturdu.
Esasında yeniden dengelenme, bir ülkeye gelen sermaye akımlarının
ani duruşu sonrasında yaşanabilecekleri özetleyen standart bir ana
akım teoriye dayanıyor.
Buna göre ani duruş nedenli bir döviz krizi yaşandığında
ekonomideki dengelenme şu şekilde gerçekleşebilir: Sıkı para ve
maliye politikaları ile hayata geçirilen harcama azaltıcı politika
tepkisi sermaye hareketlerini yeniden canlandırabilir. Bu süreçteki
devalüasyon, ihracatı teşvik edeceğinden ekonomide bir resesyon
yaşanmadan döviz krizi atlatılabilir. Kısacası, ekonomi yönetiminin
sahiplendiği bu modele göre döviz krizinin yaşanmış olması zorunlu
olarak beraberinde resesyonu getirmeyebilir. Döviz krizinin
getireceği şoktan çıkış, ihracat kanalından sağlanacak büyüme ile
hayata geçebilir.
Uygulamaya bakıldığında, ekonomide dengelenme programı, ne
Mehmet Şimşek’in ne de Berat Albayrak’ın formüle ettiği gibi
işliyor. Bu ikisinin dışında, şimdiye kadar döviz krizi sonrasında
kredi çöküşü kanalı ile hızla resesyona giren bir ekonomi var
kaşımızda. Ekonomik resesyondan çıkış, yukarıda kısaca değindiğim
krizin üçüncü aşamasının nasıl çözüleceğine göre şekillenecek.
Krizin üçüncü aşamasının 2019 yılı içinde çözülememesi durumunda
ise, 2020 yılında yeniden erken seçimlerin gündeme gelmesi sürpriz
olmayacaktır.