Toplam üç yazıdan oluşan bu yazı dizisi ile, 24 Haziran sonrasında gerçekleşen siyasi rejim değişikliğinin ekonomi politikasının ne olabileceğini ya da bir başka ifadeyle yeni siyasi rejimin birikim modeli krizini aşıp aşamayacağı konusu ile ilgili seçenekleri değerlendiriyorum.
İlk yazıda, tıkanan birikim modeline yama yaparak eskiye dönüş anlamına gelecek bir IMF programının ya da IMF anlaşması olmadan kurgulanacak bir istikrar programının, mevcut sorunları sadece erteleyebileceğini vurguladım. Bu seçeneğin hayata geçmesi, birikim rejimi krizini yaratan kısır döngüye dönüş anlamına gelir.
İkinci yazıda da, masadaki seçeneklerden bir diğer olan ‘kalkınmacı devlet’ modeline geçişin, mevcut Türkiye şartlarında ne kadar uygulanabilir olduğu konusunu ele aldım. Çıkan sonuç, devlet kapasitesindeki zaaflar ve strateji eksikliği nedeniyle bu tip bir modelin uygulanabilir olmadığı idi.
Bu yazıda, ne tam olarak ana akım istikrar programının uygulanabildiği ne de kalkınmacı devlet modeline geçilebildiği günümüz yapısal kriz koşullarında, yeni kurulan rejimin ekonomik yönelimini nasıl tanımlayabileceğimiz üzerinde duracağım. Bu şekilde, "TL’deki değersizleşmeye neden müdahale edilemiyor?" ya da "ekonomi politikasının ‘kilitlenmesinin’ nedeni ne?" gibi soruların da yanıt bulacağını düşünüyorum.
KRİZİN NEDENLERİ
İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik zorlukların nedenlerinin neler olduğu konusunda faklı görüşlerin olması gayet normal. Ancak kafalar epey karışık. Kemal Can, geçtiğimiz hafta Gazete Duvar’daki yazısında bu karmaşaya işaret etmişti:
‘Döviz krizi yaşanıyor: “Uluslararası faiz lobisinin” işi olduğunu söyleyenlerle dalga geçenler, bütün sorunun “tek adam rejimi” olduğuna inanmakta bir beis görmüyor. Meselenin ekonomik olmadığına ilişkin inanç da, tamamen ekonominin kurallarına göre gerçekleştiği fikri de, birbirinin tam karşısında yer alanlar tarafından farklı sonuçlara varacak açıklamalar için büyük bir imanla savunuluyor.’
Görebildiğim kadarıyla yaygın olarak tartışılan üç tip açıklama girişimi var. Bunlardan ilki, yaşanan zorlukların iktisadi nedenlerinin olduğu yönündeki argüman. Farklı iktisat ekolleri, ekonomik krizlerin nedenleri konusunda farklı görüşlere ve açıklamalara sahip ancak üzerinde ortaklaştıkları nokta, krizi ekonomik değişkenlerle açıklamanın mümkün olduğu.
İkinci olarak krizin Türkiye’deki ‘tek adam rejimi’ ile ilgili olduğu, krizin ekonomik herhangi bir kökeni olmadığı ve demokratikleşme ile çözülebileceği gibi, ‘siyasi indirgemeci’ açıklama biçimi var. Genellikle yelpazenin farklı renklerinden muhalefet partileri, bu argümanı kullanıyor.
Üçüncü açıklama ise, iktidar çevrelerinden seslendirilen ‘ekonomik savaş’ argümanı. Buna göre, tıptı 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişiminde olduğu gibi, Türkiye şu anda da bir saldırı altında. Yaşanan ekonomik zorlukların ülke içi herhangi bir iktisadi ya da siyasi temeli yok. Dolayısıyla sorun Türkiye’nin dış ilişkileri ile ilgili, özel olarak da ABD ile yaşadığı sorunlarla ilgili.
Her üç açıklama tarzının da eksik olduğunu düşünüyorum. Özellikle, metodolojik olarak ekonomi-siyaset ayrımına dayanan analizlerin, süreci okuyamadıklarını açık bir şekilde görüyoruz. Bu nedenle, yöntemsel olarak eleştirel siyasi iktisadın, diğer açıklamalara göre daha kapsamlı bir çerçeve sunabileceğini düşünüyorum. Aşağıda, bu çerçevedeki kısa bir girişi, görüşlerinize sunuyorum.
DIŞARISI: KÜRESEL KRİZİN ÜÇÜNCÜ AŞAMASI
İlk olarak, yaşananlar Türkiye ile başlayıp Türkiye ile bitmiyor. O nedenle öncelikle birikim rejimi krizinin küresel bağlamına işaret etmek gerek. Dünya ekonomi ve siyaseti yaklaşık 10 yıldır, 2008’de yaşanan ve etkileri halen süren küresel ekonomik kriz ile şekilleniyor.
Kısaca belirtmek gerekirse, krizin ilk aşaması ABD’deki finansal çöküş ile başladı, ikinci aşaması krizin Avrupa’ya varması sonrasında Avro Bölgesi krizi olarak görüldü, 2010-2012 arasında zirveye ulaştı. Küresel krizin üçüncü aşaması ise, 2013 sonrasında ve bu sefer aralarında Türkiye’nin de olduğu ‘yükselen piyasa ekonomilerinin’ yavaşlaması ile başladı. 2013 sonrası dönemde krizin üçüncü aşamasının seyrine bir başka yazıda değindiğim için burada açmıyorum.
İÇERİSİ: NEOLİBERAL POPÜLİZMİN KRİZİ
Yapısal kriz konjonktürünün Türkiye bağlamı ise, küresel krizin gelişimine bağlı olarak yine 2013 sonrasında yoğunlaştı. Geçtiğimiz yıl, “AKP ve neoliberal popülizm” başlıklı yazıda şu iki argümanı ileri sürmüştüm: (a) 2000’li yıllarda uyguladığı sert neoliberal programa rağmen AKP’nin iktidarını sürdürebilmesinin sırrı, finansal ve sosyal içerilme mekanizmalarında yatıyor. (b) 2000’lerde uygulanan bu neoliberal popülist model sonucunda emekçi sınıfların siyasete müdahale kanallarının ortadan kalkması ile siyasi mücadele, büyük ölçüde iktidar bloku içindeki gruplar arasında geçen bir uğraş halini aldı.
Kriz, kelime kökeni itibariyle ‘karar anı’ demek. Ancak 2013’ten bu yana beş yıldır süren bir kararsızlık, mevcut krizi tanımlıyor. Bu kararsızlığı tanımlayan ise, neoliberal popülizmin krizi derinleşirken, alternatif modellerin henüz ortada olmaması durumu. Bir başka ifadeyle karşı karşıya olduğumuz, bir birikim rejiminden bir diğerine geçiş değil. A. Gramsci’ye referansla kullanırsak, eski model krizde ama yenisi henüz ortada yok: Yani birikim modeli bağlamında bir ‘ara rejimdeyiz’.
KRİZİN EKONOMİ POLİTİĞİ
Dışarıda küresel krizin üçüncü aşaması ile içeride neoliberal popülizmin krizinin yaşanması birbiri ile bağlantılı. Nedensellik ilkinden ikinciye doğru ilerliyor. Kısaca şöyle açabilirim: Neoliberal popülizm, düşük faize dayanan bir birikim rejimidir. Türkiye gibi üretim yapısı ithalata, ekonomik büyümesi sermaye akımlarına bağlı olan ülkeler için faizlerin düşük tutulması, büyük ölçüde küresel konjonktürdeki gelişmelere bağlıdır. 2013 sonrası konjonktür, Türkiye’de 2002-2013 arasında uygulanan neoliberal popülizm modelinin sürdürülmesi için gerekli olan maddi zemini yavaş yavaş ortadan kaldırmaktadır.
Bu maddi zemin, sermaye hareketleri ile kuruluyor. ABD’de 1999’daki resesyonun ve 2001’deki 11 Eylül terör saldırılarının etkilerini hafifletmek için faizlerin hızla düşürülmesi, Türkiye’de 2001-2008 arası dönemde yüksek (ancak giderek düşen) faiz ile ucuz döviz elde edilmesini sağladı. Bu aynı zamanda Türkiye’de 2001 krizi sonrasındaki IMF’in enflasyonu düşürme programı ile de uyumluydu.
2008-2013 döneminde, küresel krizin ilk ve ikinci aşamaları ve bu aşamaların yaşandığı ABD ve Avrupa’daki politika yapıcıların krize karşı verdiği parasal genişleme ve faizleri sıfırlama tepkisi, Türkiye’de hem düşük faiz hem ucuz kurun aynı anda elde edilebilmesini sağladı. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye’de devlet içi mücadelenin yoğunlaştığı ve hükümetin, ekonomik istikrar kozunu çok iyi kullandığı yıllar oldu.
2013 sonrasında ise ABD ve AB’de önce parasal genişlemenin azaltılacağı, sonra duracağı ve hatta parasal daralma dönemine girileceği ve buna ek olarak da faiz artışına gidileceği ilan edildi. Yani, Türkiye gibi ülkeler için 2002-2013 arasında, neoliberal popülist birikim rejimlerin kurulmasını mümkün kılan maddi zemin ortadan kalktı. Bunun sonuçlarını, 2013 sonrasında ekonomi politikasının kilitlenmesi olarak görüyoruz.
EKONOMİ POLİTİKASININ KİLİTLENMESİ
Ekonomi politikasının kilitlenmesinin nedeni neoliberal popülizm modelinin krizinin nasıl aşılacağı ile ilgili bir doğrultunun henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Bu yapısal kriz dönemleri, güç mücadelelerinin, özellikle de egemen sınıf içi fraksiyonlar arasındaki mücadelelerin yoğunlaştığı dönemlerdir. Çözümlerden ilki TÜSİAD’ın desteklediği IMF politikalarına dönüştür. Ancak şu noktanın altını çizmek istiyorum: TÜSİAD için en iyi seçenek yeni bir IMF programı olabilir, ancak bu olası tek seçenek değildir. Pekâlâ TÜSİAD, yeni bir kalkınmacı projenin de temel aktörü olabilir.
İkinci çözüm programı henüz netleşmedi. Şimdilik net olan şu: IMF programının uygulanmasına yönelik bir direnç var. Bu direnç, AKP hükümetleri boyunca yeni gelişen sermaye kesimlerinden geliyor. Esra Çeviker Gürakar’ın Türkçe’ye ‘Kayırma Ekonomisi’ olarak çevrilen kitabında devletin bu yeni sermaye kesiminin oluşumundaki kaynak aktarma işlevi ve mekanizmaları detaylı olarak incelenmiş, ilgilenenlere öneririm. Direncin nedeni şu: Olası bir istikrar programı daha yüksek faiz anlamına gelecektir. Yüksek faiz ise, zaten borçlanma olanakları sınırlı olan bu kesimler için kapsamlı bir tasfiye süreci anlamına gelebilir. İşin ironik yanı ise, faiz artışına karşı sürdürülen bu direnişin, hem kur şoklarına, hem de faizin daha da yükselmesine, yani stagflasyonist sıkışmaya neden olmasıdır.
YENİ EKONOMİK MODEL
Geçtiğimiz cuma günü açıklanan Yeni Ekonomik Model’in ‘içeriksiz’ olmasının nedeni, tam da yukarıda açıkladığım yapısal krizin varlığı ve bu krizi aşacak yeni birikim modelinin belli olmamasıdır. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, 13 Ağustos Pazartesi günü henüz piyasalar açılmadan yaptığı açıklamadaki, 'Bankalarımızla birlikte kurdaki dalgalandırmanın en fazla etkilediği reel sektör firmalarımızın KOBİ’ler dahil durumlarıyla ilgili aksiyon planımızı hazırladık. Bankalarımız ve BDDK ile beraber gerekli önlemleri hızlı bir şekilde alacağız' vurgusu da, farklı sermaye fraksiyonları arasındaki dengenin halen gözetilmeye çalışıldığını göstermektedir.
'UTANGAÇ KALKINMACILIK'
Kısacası, ekonomi politikasını kilitleyen, krizin maliyetinin sermaye kesimleri arasında nasıl bölüştürüleceği sorunu ve yeni birikim modelinin kimin öncülüğünde şekilleneceği konusundaki belirsizliktir.
Bu yol ayrımında seçeneklerden biri neoliberal popülist modeldeki “popülizm” içeriğini koruyarak “neoliberalizm” tarafını törpülemek. Sermaye kesimlerinden ekonominin ‘planlı yürütülmesi’ gerektiği yönündeki çağrılar ya da yeni bir sanayi stratejisi oluşturulması talepleri bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak bu, mevcut dünya sistemi bağlamında bir kopuş anlamına gelmese de önemli sarsıntılar yaratabileceği için oldukça güç bir seçenek olarak görülebilir. Henüz bu yönde bir irade oluşmuş değil.
İkincisi de “popülizm” içeriğinin giderek zayıfladığı bir neoliberal modele geçmek. Bu da yine mevcut iktidar yapısı nedeniyle uzun süre sürdürülebilecek bir model değil.
Geriye, henüz içeriği net olarak tanımlanamayan, bir yandan mevcut yapısal krizi aşmak için ‘yerli üretimi’ artırmaya çalışan ancak diğer yandan da enflasyon artışını sınırlamak için tarım ürünlerini ithal etmeye izin veren, kısacası, ekonomik yönelim sorunun çözülemediği bir ‘utangaç kalkınmacı’ model var.
İçinden geçmekte olduğumuz yapısal kriz, basitçe ‘faiz artışı’, ya da ‘işin ehline bırakılması’ ile çözülebilecek bir düzeyde değil. Krizin olası gelişme patikalarını ve bunlardan egemen sınıf dışı kesimlerin nasıl etkileyeceğini incelemek bir başka yazıya kalsın.