2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerine doğru
Macron’a göre, bir ülke eğer kendi para politikasını belirleyemiyorsa o ülke kendi başına krizden çıkamaz. Çünkü Avro Bölgesi’nde para politikaları Avrupa Merkez Bankası tarafından, maliye politikaları ise ulus devletler tarafından belirlendiği için ekonomik krizle mücadelenin de Avrupa düzeyinde yapılması gerekmektedir. Diğer taraftan Alman kamuoyunda AB maliye politikaları ile ilgili bir sözcük duyulduğunda verilen ilk tepki “panik” olmaktadır.
Tamer İlbuğa / tamerilbuga07@gmail.com
Eylül 2017’de yapılan Almanya Parlamento seçimlerinden yaklaşık altı ay sonra CDU (Hristiyan Demokratik Birlik) lideri Angela Merkel yeni hükümeti kurabildi. Böylece Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da Avrupa Birliği reformlarını gerçekleştirmek için sabırsızlıkla beklediği ortağını bulmuş oldu. Bununla birlikte Mayıs 2019’da yapılacak AB Parlamento seçimleri için her iki ülkede hükümeti oluşturan partiler ve hareketler tarafından tartışılan seçim stratejileri aslında Fransa ve Almanya arasında geleneksel olarak var olduğu kabul edilen güçlü işbirliğinin o kadar da sorunsuz olmadığını gösteriyor.
Almanya 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası arenada tekrar söz sahibi olabilmenin yolunu ulusalcı politikalardan uzak durarak ve daha çok uluslararası örgütler üzerinden sağlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Almanya’nın yürüttüğü politikalarda, Fransa ile yakın ilişkide bulunmak ve bütün dış politikayı AB temelli organize etmek olmak üzere iki alan belirgin bir biçimde öne çıkmıştır. Almanya’nın bu yöndeki politikaları göz önünde bulundurulduğunda henüz hükümetin kurulduğu gün yeni Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın, bir gün sonra ise hem Başbakan Yardımcısı hem Maliye Bakanlığı görevini üstlenen Olaf Scholz ve Şansölye Angela Merkel’in Paris’e gitmeleri bir sürpriz değil, bilakis Almanya’nın dış politika geleneğinin bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Bununla birlikte Almanya ve Fransa’nın AB vizyonlarının farklı olduğunu ve bu farkın gelecek yıl yapılacak olan AB seçimlerinde kendini göstereceğini söyleyebiliriz. Çünkü Macron Ekim 2017’de Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında, “küreselleşmenin yaşandığı bir dönemde Avrupa'yı kendi içinden güçlendirmek ve stratejik olarak yeni bir dış rota belirlemek istediğini” belirtirken, “Avro Bölgesi ülkeleri için özel bir bütçe hazırlanarak, bu bölge için özel maliye bakanı atanmasını” önermişti. Bu konuşmasında Macron’un AB’nin, özellikle de Avro Bölgesi’nin derinleşmesi ve bu yöndeki reform politikalarının da Fransa ve Almanya öncülüğünde yürütülmesi yönündeki talebi Almanya tarafından anında reddedilmişti.
Macron’a göre, bir ülke eğer kendi para politikasını belirleyemiyorsa o ülke kendi başına krizden çıkamaz. Çünkü Avro Bölgesi’nde para politikaları Avrupa Merkez Bankası tarafından, maliye politikaları ise ulus devletler tarafından belirlendiği için ekonomik krizle mücadelenin de Avrupa düzeyinde yapılması gerekmektedir. Macron’un istediği şey Avro Bölgesi’nde güçlü bir ortak maliye politikasının oluşturulması ve ortak bir bütçe ile bu bütçenin kendi vergi gelirinin olmasıdır. Diğer taraftan Alman kamuoyunda AB maliye politikaları ile ilgili bir sözcük duyulduğunda verilen ilk tepki “panik” olmaktadır. Çünkü AB ile ilgili maliye politikalarına karşı Alman kamuoyunda yerleşmiş olan algı Almanya’nın zayıf AB ülkelerine yardım etmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Mario Draghi’nin Avrupa Merkez Bankası başkanlığının sona ermesi ve yerine Almanya’nın mevcut Bundesbank Başkanı Jens Weidman’ı aday göstermek istemesi çok önemli. Çünkü Almanya için artık gevşek para politikalarının sona ermesi ve sıkı para politikasına geçilmesi önem taşımaktadır. Bunu da kendi önerdikleri isim olan Jens Weidman ile sağlayacaklarını düşünmektedirler. Ancak bu düşlerini gerçekleştirebilmeleri için Fransa’nın desteğine ihtiyaçları var. Bu ise Fransa ve Almanya arasında sıkı pazarlıkların olacağını göstermektedir.
Aslında Almanya 2010’da başlayan ve Avro ülkelerini kapsayan krizde Avro Bölgesi’nin reform edilmesi konusunda daha ilerici bir pozisyona sahipti. Yani Macron’un talep ettiği reformların şimdiye kadar çoktan gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ancak bunun gerçekleşmemesinin en önemli nedeni Almanya’nın bu konuda pasif kalması ve krizi ertelemesidir. Bu durumda şu soru sorulmalıdır: AB’nin ve özellikle Avro Bölgesi’nin reform edilememesinin nedenlerini nerede aramak gerekir?
Bu nedenlerden kuşkusuz en önemlisi son zamanlarda tüm Avrupa’da güçlenen sağ popülizmdir. Sağ popülizmin AB karşıtlığı o kadar güçlü bir kamuoyu yaratıyor ki AB’nin derinleşmesi değil, tam tersine ulus devletlerin yine ön plana çıkmaları ve sözde ulusal çıkarların göz ardı edilmemesi gerektiği söylemleri kamuoyunda baskın gelmektedir. Avro Bölgesi’yle ilgili bir biçimde ülkeler arası dayanışmayı içeren reform önerileri bir zamanlar olası bir krizden çıkabilmek için rasyonel olarak değerlendirilirken, son zamanlarda bu tür öneriler neredeyse vatan hainliği olarak gösterilmektedir. Bu süreçte zengin Avrupa ülkelerinden sadece Merkel değil, Hollanda’dan Mark Rutte, Avusturya’da Sebastian Kurz gibi politikacılar da daha ulusalcı söylemleriyle ön plana çıkmaktadırlar.
Bu durumda Fransa’da Macron ile Almanya’da koalisyon hükümet partileri CDU/CSU (Hristiyan Demokratik Birlik/Hristiyan Sosyal Birlik) ve SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) söylemlerine bakarak şu tespitleri yapabiliriz: Birinci tespit üzerinden başlarsak, Macron ve SPD’nin AB politikaları birbirine daha yakınken, CDU bu iki tarafa daha uzak durmaktadır. Buna göre, CDU ve SPD arasında yapılan koalisyon sözleşmesinde “AB’nin görevlerini yerine getirebilmesi için finansal açıdan güçlendirilmesi gerekmektedir” ifadesi yer almaktadır. Bu da Almanya’nın AB’ye daha fazla bütçe ayıracağı anlamına gelmektedir. SPD tarafından dayatılan bu pozisyon Macron’un istediğinden çok daha az olmakla beraber yine de Almanya’nın CDU’ya rağmen AB politikalarında bir hareketlilik yaratacağının işaretlerini vermektedir. İkinci tespit, Macron’un artık AB reform planlarında Avrupa Halk Partisi’ni (European People’s Party) bir ortak olarak görmemesini söylemesinden kaynaklanmaktadır. Avrupa Halk Partisi’nin en önemli bileşeni CDU olduğuna göre Macron’un hedefinin de CDU olduğu açıktır.
Macron’un Avro Bölgesi siyasetine daha yakından bakıldığında, reform planlarını gerçekleştirebilmek için Avrupa’daki geleneksel parti sisteminin kökten değiştirilmesini ve yeni bir siyasi partiler düzeninin kurulmasını hedeflediği görülmektedir. Macron, 2019 AB Parlamento seçimlerinde ikinci büyük parti, 2024 seçimlerinde ise birinci parti olmayı hedeflemektedir. Geçen hafta “Brüksel’e Yürüyüş” sloganıyla başlattığı seçim kampanyasındaki strateji Fransa Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinde kullandığı stratejiyle örtüşmektedir. Macron’un “La Republique en March” (Yürüyüş) partisi geleneksel ve sıkı bir örgütsel yapıya sahip siyasal bir parti olmaktan öte, daha esnek yapıda bir hareket partisi olarak öne çıkmakta ve sadece Fransa’da değil, Avrupa çapında destekçi ve sempatizan toplamaktadır. Şu an mevcut AB Parlamentosu'nda ise 70 milletvekilinin Macron’u destekleyeceği dile getirilmektedir. Bu milletvekillerinin ise Liberaller, Yeşiller, Sosyal Demokratlar ve Hristiyan Demokratlar gibi farklı siyasal gruplardan oluşması ilginç. Bu durum Macron’un “en March” hareketinin gerçekten de klasik siyasi kalıpların dışına çıktığını göstermekte. Bununla birlikte Fransa’da başarılı olan Macron’un bu kampanyasının, tamamen farklı dinamiklere sahip olan Avrupa’da aynı başarıyı göstereceği yönünde bir algı ve beklentinin oluşması yanıltıcı sonuçlar da ortaya çıkarabilir.
Sonuç olarak, bu tartışma bizi paradoksal bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır. Bir yanda Fransa’da sağ popülizmin en önemli aktörlerinden Marine Le Pen’e karşı Avrupa vizyonunun savunulması ve bu vizyonun da Avrupa çapında örgütlenerek hayata geçirilme iradesi söz konusudur. Evvelki hafta Macaristan’da Viktor Orban’ın seçimleri tekrar açık farkla kazanması tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir. Diğer yanda ise Avrupa için ekonomik alanda neoliberal, dış politika ve güvenlik politikalarında militarist bir vizyon tasarlanması söz konusudur. Bu durumda her ne kadar Macron’un önerileri kurumsal boyutta AB’yi demokratikleştirse ve yeni bir meşruiyet sağlayabilse de bu önerilerin orta ve uzun vadede yeni ve ilerici bir AB yaratamayacağı açıktır.