2020: Alacakaranlık kuşağı
Günümüzün çığır açan teknolojik gelişmelerine rağmen içinde bulunduğumuz durum gerçekten düşündürücü. Nitekim pandemi sözcüğünün yaşamlarımıza girdiği ve hayatın olağan akışını büsbütün değiştirdiği 2020’de, havayı bir distopya kokusu sardı: İnsanın doğaya hükmetme ütopyasının sonuydu bu. Öte yandan, yeni bir hükümdar vardı sahneye tüm heybetiyle çıkan: Krizi fırsata çeviren dijital çağ.
Leyla Burcu Dündar
Kadrolu bir karamsar olduğum doğrudur. Bunun tek sorumlusu ben değilim elbet; şans tanrıçası Fortuna’nın da payı var. Peki, Roma’nın bu en korkulan varlığının bahşedeceği baht açıklığına mazhar olmak için ne gerekir? Bu sorunun cevabı, Latince bir özdeyişte gizlidir: Audentis Fortuna iuvat. “Talih cesurdan yanadır” şeklinde çevrilen bu söz, Romalı şair Vergilius’un imparatorluğun destanı addedilen eserinde geçer. Cesaret, eyleme geçmekteki itici güçtür kuşkusuz ama bu topraklarda eylemin sonuçları çoğunlukla bizi aşar. Atasözümüzde de maharetle ifade edildiği üzere, “onmadık hacıyı Arafat’ta yılan sokar”. Bu sene başıma gelenlerin birçoğu da bundan farksız işte: Lanetinden sual olunmayan 2020’ye, el fin del mundo yani “dünyanın sonu” denen bir büyülü ülkede girecek denli talihliydim esasen. Ancak bir elinde boynuz bir elinde dümenle gezen Fortuna, bunun intikamını daha ben yarı küremize dönemeden alacak denli hızlıydı şüphesiz. Santiago’nun devasa parklarında dolanır, dalları dolduran papağanları hayranlıkla seyreylerken bir anda bildiğiniz tomaların arasında kalmak veyahut başkentteki kargaşadan kaçıp Valparaiso’ya sığınmış ve ufku seyre dalıp Pasifik rüzgârlarını koklarken bildiğiniz biber gazına bulanmak… Bedbahtlık başka nedir ki? Sizi ―değil Arafat’ı― And Dağları’nı da aşsanız, gelir ve bulur.
Neyse, sözü edebiyata bırakalım. Yukarıda geçen talihe ilişkin özdeyişin yaratıcısı Vergilius, milattan evvel yaşamış olmasına rağmen, yüzyıllar sonra da biz ölümlülere ilham kaynağı olmaya devam etmiştir. Hatta kendisi Dante’nin dünya edebiyatının başyapıtlarından biri kabul edilen İlahi Komedya’sında da karşımıza çıkar. “Cehennem”, “Araf” ve “Cennet” bölümlerinden oluşan bu eşsiz eserin başında, yazarı karanlık bir ormanda yolunu kaybetmiş halde buluruz. Onu, günahlarını simgeleyen vahşi hayvanların saldırısından kurtaracak olan da, onun cehenneme inişine eşlik edecek olan da aynı kişidir: Vergilius. Kısacası bilge ozan, bu zorlu seyahatte Dante’ye rehberlik eder. İnsanlığın tam yedi yüzyıldır büyülenerek okuduğu bu eser, zor zamanlarda yaşanan bazı karşılaşmaların ve arşınlanan bazı yolların mucizeviliği üzerine düşündürür bizi. Menzilimiz ―Vergilius misali― cehennem ve araftan öteye varmasa da...
Benim “alacakaranlık kuşağı” olarak adlandırdığım 2020 yılına, Stanley Kubrick’ten ilhamla “bir dijital destanı” diye bakanlar da olacaktır kuşkusuz. Doğrusu izlediğim en ilginç filmlerden biridir 2001: A Space Odyssey. 1968 yapımı bu bilimkurguda, teknolojiyle beraber insanlığın geçireceği evrim, alışılagelmişin epey dışında bir anlatım tekniğiyle ―uzay boşluğunun ürpertici sessizliğinde― izleyiciye sunulur. Anlatı, primatlardan insana olan evrimden yola çıkıp yapay zekâyla donatılmış bir uzay gemisindeki astronotların Jüpiter’e varışına dek uzanır. İyimser yorumcuların insanlığın geleceğine dair umudun simgesi olarak değerlendirdiği bu yapım, benim gibi kötümserler içinse kıyameti çağrıştıracak denli karanlık bir gelecek tasavvurudur. Film, sinematografik başarısı ve görsel efektlerdeki sıra dışılığı bir yana, teknolojinin varacağı pek çok aşamayı öngörebilmiştir. Ancak bu sezgilere konu olan gelişmelerin, “insanlığın şafağı” mı yoksa “insanlığın sonu” mu olduğu tartışmaya açıktır. Kubrick’in yapay zekâ bahşettiği HAL 9000 adlı bilgisayarın, filmin sonunda bir canavara ―adeta bir milenyum çağı Frankenstein’ına― dönüşmesi de elbette tesadüf değildir.
Günümüzün çığır açan teknolojik gelişmelerine rağmen içinde bulunduğumuz durum gerçekten düşündürücü. Nitekim pandemi sözcüğünün yaşamlarımıza girdiği ve hayatın olağan akışını büsbütün değiştirdiği 2020’de, havayı bir distopya kokusu sardı: İnsanın doğaya hükmetme ütopyasının sonuydu bu. Öte yandan, yeni bir hükümdar vardı sahneye tüm heybetiyle çıkan: Krizi fırsata çeviren dijital çağ. Geride bıraktığımız şu yıla dönüp baktığımızda neler geliyor akla? Susmayan telefonlar, ardı arkası kesilmeyen mesajlar, anında yanıtlanması beklenen e-postalar, her gün bir yenisi peyda olan Whatsapp grupları, bitmek bilmeyen toplantılar, sonu gelmeyen webinarlar, birbiri ardına sıralanan Skype ve Zoom görüşmeleri, gündüzler bitmişçesine geceleri hatta hafta sonlarını işgal eden işler, her an her yerde her durumda bizi bulup boğazlayan zorunluluklar… Tüm bunlardan bunalıp da George Orwell’ın 1984’te kurguladığı “büyük birader”in artık ete kemiğe bürünmüş olduğu gerçeğini kim inkâr edebilir? Vaktiyle Vergilius, “biz hepimiz kendi cehennemimizi kendimiz taşırız” demişti. İşte şimdi, iletişimden eğitime her şeyin dijitalleştiği bu süreçte, anlıyoruz biraz.
Geçtiğimiz aylarda heyecan verici bir kitap çıktı karşıma: James Bridle’ın Yeni Karanlık Çağ: Teknoloji ve Geleceğin Sonu adlı çalışmasıydı bu. Biz “Malazgirt akademisi”nde mütemadiyen hizaya sokulup sınırlarımıza hapsedileduralım, yazar burada disiplinleri geride bırakıp teknolojiler arası çalışabilmiş. Günümüz dünyasının en etkili insanları arasında gösterilen bu bol ödüllü sanatçı, aslında bir bilgisayar ve bilişsel bilimler uzmanı. Hatta geçen yıl John Berger’ın kült çalışması Görme Biçimleri’ni, teknolojinin kültürü dönüştürüşü bağlamında “Yeni Görme Biçimleri” başlığı altında yeniden yorumlamış bir isim kendisi. Yeni Karanlık Çağ’da ise, geçtiğimiz yüzyılda teknolojinin yakaladığı ivmenin neden olduğu yıkımdan yakınan bizlerin yüreğine epey su serpiyor. Bridle’ın bu kadarla yetinmediğini peşinen söyleyeyim; kitaba adını veren “karanlık”, sayfalar ilerledikçe dağılıyor. Neticede okur, bu dijital çağda hayatta kalabilmenin yegâne yolunun düşünebilme becerisinden geçtiğine ikna oluyor. Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların sorumlusunun teknoloji olduğunu teslim ederek yola çıkan yazar, bu ivmenin yarattığı dönüşüm üzerine zihin açıcı bir biçimde düşünüyor.
“Dünyayı aydınlatması umulan şeyin ta kendisidir onu karanlığa sürükleyen” diyor Bridle. Şimdi konuya başka bir ışığın yardımıyla bakmayı deneyelim; edebiyatın. İçine sürüklendiğimiz bu distopik atmosferde nasıl hayatta kalınabileceğine kafa yorarken, Özgür Taburoğlu’nun Alışveriş Merkezinde Yaşayan Adam başlıklı romanıyla kesişti yolum. İlk olarak 2008 yılında yayımlanan Dünyevi ve Kutsal ile tanımıştık kendisini ve ardından birçok başka dikkat çekici çalışmaya daha imza atmıştı. Çokdisiplinli bakış açısıyla ve çok disiplinli bir tempoda üreten yazar, geçtiğimiz yıl yayımlanan Tanpınar Sözlüğü ile edebiyata da göz kırpmıştı. Kendisi bu sene bir sürpriz yaptı ve mevsim kışa dönerken kurmaca dünyasına adım attı. Tabii bunca kuramsal faaliyetin üzerine, yazarın edebiyatın kıyılarında duyusallığa teslim olduğu düşünülmesin: Taburoğlu, bu defa edebiyatla düşünüyor.
Yazar, anlatıcı ve karakterin birbiriyle iç içe geçtiği roman, çağcıl bir cehennem addedilebilecek bir alışveriş merkezinde geçiyor. Anlatı, bu klostrofobik mekânda amaçsızca yaşamaya başlayan isimsiz bir kahramanın etrafında şekilleniyor. AVM, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarına sonsuz bir seçenek yelpazesiyle cevap vermeye şartlanmış bir cennet gibi sunulsa da, esasen zamanla devanın derdi de doğurmaya başladığı bitimsiz bir döngüye evriliyor. İç ve dış, karanlık ve aydınlık, duyu ve akıl birbirine karışırken, sınırların esnediği ve biçimlerin bozulduğu bu akışkan uzamda, yeni bir varoluş imkânına kapı aralanıyor. İlk bakışta göze çarpmasa da, anlatının ekseninde kapitalist tüketimcilik duruyor.
Dış dünyayla bağını kesmiş ve kendi içine kapanmış bu metin, okuru yavaşça dehlizlerine çekiyor. İçine sıkıştığı mekânı olduğu gibi kabul eden ve oradaki kâbusumsu ortama hızlıca uyum sağlayan adamın acziyse, ilkin derin bir rahatsızlık yaratıyor. Zira romanın bu isimsiz kahramanı, içine düştüğü tuhaf durumu sorgulamak bir yana, çabucak benimsiyor ve pervasız bir rahatlıkla yepyeni bir boyuta adım atıyor. Adamın bu tavrı, belki de son on yıllarda memleket sathına yayılmış olan karanlığın ruhlarımızda yarattığı bir refleksten ötürü yadırgatıcı geliyor. Zira yaşama değilse de hayatta kalma mücadelemizde, “direnmek” neredeyse ulvi bir eylem addediliyor. Roman ilerledikçe, karakterin olan biten her şeye sessizce boyun eğişi, istemsizce devinişi veya kısaca eylemsizliği bambaşka bir anlam kazanıyor: Alışveriş merkezinin mikrokozmosuna eklemlenen ve onun kıyısında kendi kabuğuna çekilmeyip bu absürt atmosferin tam göbeğinde alternatif bir yaşam inşa eden adamın, aslında olağandışı bir dirençle ―bireysel de olsa― kurtuluşa yöneldiği anlaşılıyor. Tüketim odaklı bu vahşi dünyanın ehlileştirilemeyeceğini idrak eden kahraman, reddetmek yerine kabullenmeyi seçerken aslında kendini tüketmek yerine hayatta kalmayı yeğlemiş oluyor. Dolayısıyla, her ne kadar romanda tarihsel süreçler ve toplumsal dönüşümler tüm adaletsizliği ve eşitsizliğiyle yerli yerinde dursa da, karakterin kuşandığı kayıtsızlık ve takındığı takatsizlikle yalın bir eleştirellik kurgulanıyor. Özünde hayata lanet okuyan bu tavrın tıkandığı nokta ise romanın sonu oluyor: Kurulu nizamın içinde var olmanın yollarını arayarak kendine itinayla yer açan adam, kan gölünde boğulmaktan kurtulamıyor.
Zihnimizde cehennemi ölümle, karanlığı ise korkuyla özdeşleştirmişiz bir kere. Dolayısıyla yaşadığımız çağın karanlık yanlarını anlamlandırmaya çabalayıp onun açmazlarını kapatmaya çalıştıkça, o kendi yörüngesinde daha hızlı dönmeye başlayarak bizden uzaklaşıyor sanki. Taburoğlu’nun bu muzip anlatısında ise, sıkıştığı cenderede zamansal, mekânsal ve varoluşsal tüm bağlarını terk eden adam, hiçliğe değil, bir özgürlük imkânına kanat açıyor. Yakından bakıldığında, romanda çizilen kalabalığın içinde yalnızlık, karanlığın içindeyse aydınlık göz kırpıyor. Bir diğer deyişle, AVM’lerle tıka basa doldurulmuş olan yaşamlarımız ters yüz ediliyor. Bu kapalı ve kasvetli mekânın içyüzü dışa vuruldukça, içindeki yarıklar ve açılan dehlizler mizahla doluyor. Yazar adeta distopya malzemesini parçalarına ayırıyor ve tekrar birleştirirken de tutkalı mizah oluyor. Ancak çabasız ve kendiliğinden bir mizah bu; metne içkin bir hal gibi duyuluyor. Metanın hükmettiği bir dünyaya mahkûm edildiğinin farkında olanlara ise, hayata tutunup memata meydan okuma taktiği sunuyor.
“Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır” diyor Dante. Buradan bakınca, Taburoğlu’nun okurunu cehennemde gezdirirken, aslında bu karanlık çağın devasa uzuvlarının hoyratça işleyişi üzerine düşünmeye çağırdığı belirginleşiyor. Ne de olsa, kör talihi yenmek için, önce onun oklarınca boylu boyunca yere serilmek gerekiyor. İnsan tekrar tekrar yenilmeden, yeniden yenecek cesareti de bulamıyor. Örneğin Fortuna’yı dize getirmek için, tanrıçayı boynuzundan tutup alaşağı etmek yetmiyor. Biz fanilerin, önce kuşatıldığımız koyu karanlığı kavramamız gerekiyor. Sahiden bazen ―şu meşum 2020 senesinde mesela― var olanı olduğu gibi görebilmek bile yeterince cesur bir direniş eylemi olabilir. Ancak bu sayede Fortuna’nın dümeni ele geçirilip dünyanın rotası bambaşka bir yöne kırılabilir. O vakit, John Berger’ın şu sözüyle alacakaranlık da şafağa dönecektir: “Cehennem içeriden geçersiz ilan edildiğinde, cehennemliği son bulur”.