20'nci yılında 11 Eylül: Her yerde morarıyor faltaşı!

ABD halkı 11 Eylül travmasını atlatacaksa, hem kendi içindeki ezilen halklara -göçmenler, siyahîler, Müslümanlar, yerli halklar vb.- hem de Ortadoğu halklarına çektirdiği ezayı idrak ederek atlatacak.

Abone ol

Savaşlar, isyanlar, yenilgiler, pandemi, işsizlik, isyanlar, yenilgiler… derken 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı yirminci yılını doldurdu.

Her şey ne kadar aynı: O yılların ‘Vatanperver Yasa’sının (Patriot Act) mimarı Joe Biden, bugün ABD başkanı. Saldırıdan sonra ABD’nin hışmını üzerine çeken Afganistan, yine Taliban’ın eline geçmiş durumda. ABD (ve Türkiye!) o zaman da bir ekonomik kriz yaşıyordu, şimdi de yaşıyor. 12 Eylül’e, Halepçe Katliamı’na, İran-Irak savaş zayiatlarına zerre kulak asmamış Amerikan basını, o zamanlar birdenbire Afgan ve Irak halklarının ‘demokratik hakları’nın havarisi kesilmişti. Afganistan’ın yakın zamana kadar ABD kontrolündeki ‘Kuzey İttifakı’ bölgelerinde uyuşturucu ve fuhuş trafiğinden tek sütun olsun bahsetmemiş aynı basın, şimdi Afgan kadınlarının derdine düştü ansızın! 11 Eylül sonrası dönemin başkanı George W. Bush, tüm dünyaya “Ya bizimlesiniz ya bize karşı” diyerek dayılanmıştı. ABD askerlerinin Kabil’den çekilmesi esnasında gerçekleşen bir bombalı saldırı karşısında şimdiki başkan Joe Biden da benzer biçimde ‘Sizi yazdık, affetmeyeceğiz’ tehdidini savurdu.

Al birini vur ötekine…

Fakat her şey ne kadar farklı: Dün uçağıyla, tankıyla, top tüfeğiyle Taliban’la el-Kaide’yi, bu arada önüne kim çıkarsa onu ezmeye girişen ABD, bugün Afgan konsolosluk çalışanlarına bir haber vermeyi bile çok görerek ardına bakmadan kaçıp gidiyor! ABD’nin gözdesi Arap dikta rejimleri Tunus’ta, Sudan’da yıkıldı, Cezayir’de uçurum kıyısında, Mısır’da ise ancak askeri darbeyle tutunabildi. Vatanperver Yasa’nın kalemşoru, Afganistan’a ‘affetmeyeceğiz’ diye gürleyen Başkan Biden, Amerikan basını önünde süklüm püklüm, hezimetin yükünü selefine yıkmaya çalışıyor.

Selefi de evlere şenlik: Darbeyle seçim iptaline çalışmış, ön-faşist Trump! Bütün seçim kampanyasını Trump’ın yıkımlarını düzeltme sözü üzerine kurmuş Biden, şimdi tutmuş ‘ben yapmadım o yaptı’ diyor.

Ortadoğu’dan kelâm edeceğiz, kutsal kitapları unutmak olmaz: son yirmi yılda dünyayı adeta ‘mahşerin dört atlısı’ bir uçtan bir uca eşeledi. Savaş gani gani, açlık keza öyle. Bir vahşi yaratıklarla salgın eksikti, Trump ve korona virüsüyle onlar da tamam oldu!

Nasıl geldik buralara? Görelim.

1990’LAR: ‘BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU’… MU?

Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşüyle ABD’nin ve liberal kapitalizmin tüm dünyada mutlak hakimiyet kurduğu algısı o zaman da yaygındı, şimdi de kısmen yaygın. Gelgelelim, bir yandan işçi kazanımlarını geriletmek uğruna tüm ekonomisini finans spekülasyonuna teslim etmiş, bir yandan dünyayı beraberce sömürdüğü Avrupalı ve Japon ortaklarına bir yandan kazık üstüne kazık atmayı kuran ABD için belânın ardı arkası kesilmiyordu. 1970’lerin ortasından beri durulan ekonomi, 1990’larda bir parça canlandı gerçi; ama bu devirdeki büyüme üretime yatırımdan ziyade borsa spekülasyonuna endeksliydi. Kapitalizm tarihinde nadir görülen türden, işsizliğin görece sabit kaldığı ve ücretlerin artmak şöyle dursun, azaldığı bir büyüme! Amerikan şirketleri NAFTA ve benzeri anlaşmalarla hızla dünyaya açılırken, ABD’de üretim yapan şirketler bir bir Meksika’ya, Çin’e, Güneydoğu Asya’ya taşınıyordu. Bu arada ABD’ye çoğu yasadışı koşullarda gelen milyonlarca göçmen de (ki NAFTA’nın doğrudan bir sonucu idi bu) ücretlerin düşük tutulmasında önemli bir rol oynuyordu.

Uluslararası alanda da ABD, mutlak zafere güvenle yürümek yerine mutlak düşman Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sallantıya tutulan dünya emperyalist liderliğini elinde tutmak için canhıraş hâldeydi. Bir yandan çöken Sovyetler Birliği’nin enkazı altından Rusya başını kaldıramasın diye Polonya, Yugoslavya vb. bölgelerde askeri ve diplomatik hamleler yaparken, bir yandan da aslan payının Batı Avrupa ülkelerine değil kendine düşmesi için parendeler atıyordu. Polonya’nın alelacele NATO üyesi yapılması, Yugoslavya Savaşı’na tek yönlü Amerikan müdahalesi vb. bu ikili çabanın ürünü idi.

Son olarak, ABD kendi yarattığı iki canavarla nasıl boğuşacağını bilmez hâldeydi.

Birincisi, Sovyetler’in çöküşünü hızlandırmak için Afganistan’da karşısına çıkarttığı Mücahiddin ve türevi örgütler. Bugün bilmeyen kalmadı, 1980’ler boyunca Afganistan’ın Sovyet destekli sol hükümetine karşı ABD ve Suudi Arabistan bu örgütleri besleyip büyütüp silahlandırdı. Dönemin pek popüler, şovenist Rambo filmi, ‘Afganistan’ın cesur özgürlük savaşçıları Mücahiddin’e’ atıfla bitiyordu! Fakat Taliban 1996’da iktidarı ele geçirince iş değişti. Soğuk Savaş boyunca İslamcıları sosyalistlere ve laik, anti-emperyalist milliyetçilere karşı oynamış olan ABD, aynı İslamcılar iktidara geçince, hele de İran İslam Devrimi (1979) sonrası nasıl davranacaklarını bilmiyordu.

İkincisi, yirminci yüzyıl boyunca dünya ekonomisinin kan dolaşımı hâline gelmiş petrolle ilgiliydi. 1980’ler ve 1990’lar boyunca hızlı dalgalanmalara maruz kalmış petrol piyasasının düzenlenmesi gerekiyordu. Gerçi Ortadoğu’da ABD egemenliğine kafa tutan kabadayı Saddam Hüseyin’in ve Irak halkının tepesine hışımla inilmişti ama 1990’ların sonuna gelindiğinde bu önlem yetersiz kalıyordu. Zira ABD, ilk Körfez Savaşı bitiminde Irak halkının isyanından ürkmüş, kolu kanadı kırık Saddam diktatörlüğünün iktidarda kalarak isyanı kanla bastırmasına göz yummuştu. Fakat yüzyılın son anlarında hızla yükselen petrol fiyatları ve Saddam’ın Fransa ve Rusya’ya göz kırparak petrolü dolar değil Avro üzerinden satmaya yanaşması, Baas rejiminin acele tarafından ‘halli’ni tekrar ABD’nin gündemine getirdi.

Hâsıl-ı kelâm, hem içerde hem dışarda ekonomik, siyasi, askerî çalkantılar… Sıradan ABD vatandaşının gözünde işsizlik, enflasyon, yabancı ‘akın’ları, uzakta bir yerlerde devam eden savaşlar biçimsiz olarak iç içe geçmiş… Tepedekilerden en alttakilere herkes felâket beklentisi içinde. Dönemin popüler dizilerinde, filmlerinde bombalanan gökdelenler, uzaylı istilâları, komplo teorileri almış başını yürümüş. Her şey bir kıvılcımın çakmasına bakıyor.

11 EYLÜL: VAKA-I ADİYEDEN MELODRAMA

İşte o kıvılcım oldu 11 Eylül saldırıları. Daha dün ABD’nin sosyalistlere ve laik 3. dünya milliyetçiliğine karşı beslediği el Kaide kargası, döndü ABD’nin gözünü oydu.

Bu 180 derece ittifak dönüşü nasıl gerçekleşti? Ayrıntıları muhtemelen uzak bir gelecekte, ancak Pentagon ve CIA arşivlerine erişimimiz olduğu zaman öğrenebileceğiz. Bildiğimiz iki şey var. Birincisi, 1980’ler boyunca ABD basınında ‘hürriyet kahramanı’ olarak boy gösteren Usame bin Laden, Afganistan’dan sonra Irak’ın ihalesini de almaya çalıştı. Kızıl küffara karşı Amerikan yardımı almak tamamdı, ama İslâm’ın kutsal mekânına Amerikan askeri girmemeliydi! Saddam devrilecekse, bunu yine mücahitler yapmalıydı. Suudi kralı ise bin Laden’in bu talebini kahkahayla karşıladı. Bin Laden’in eski işverenlerine karşı cephe almasında bu olay etkili oldu (1).

İkincisi ve daha önemlisi, bizzat el Kaide’nin kuruluşuna giden sürecin kendi dinamiği, örgütün Amerikan uşaklığından Amerikan düşmanlığına evrimini de beraberinde getirdi. Yirminci yüzyıl başlarından beri Batı egemenliğinden kurtulmaya çalışan Arap, Acem, Kürt, Türk halklarının haklı kini, özgürlük taleplerine yöneltilen her darbede daha keskinleşiyordu. ABD ve diğer emperyalist ülkeler ise bu hışmın önünü kesebilmek için gerici İslamcılığı destekliyor, bir yandan da Filistin, Mısır, Cezayir, İran gibi birçok ülkede anti-emperyalist hareketleri kanla bastırıyordu. Kısmen emperyalist baskı, kısmen Sovyetler’in korkunç yanlış yönlendirmeleri sonucu sosyalist ve laik-milliyetçi akımlar etkilerini yitirince, çoğunluğu Müslüman halklar öfkelerini kalan tek çıkar yolla, siyasal İslâm aracılığıyla dile getirmeye başladılar. El Kaide’nin keskin dönüşünde bu sürecin etkisi belirleyicidir.

Amerikan halkı ise, saldırıyı dehşet ve şaşkınlıkla olduğu kadar bir tanışıklıkla, sanki beklenen olmuşçasına bir hisle karşıladı (2). Amerikan halkının kâbuslarında gördüğü, Hollywood’un gişe rekortmeni filmlerindeki tablo, birden televizyon ekranlarından çıkıp ete kemiğe bürünmüştü sanki. Dönemin koyu muhafazakârları bile ‘Amerika ettiğini buldu, onca göçmeni içeri alırsan, herkese güler yüz gösterirsen, her türlü sapkınlığa göz yumarsan olacağı bu!’ demeye başladılar. Amerikan sağının muhayyilesinde birbirinden görece ayrı duran ekonomik zorluklar, göçmen düşmanlığı, İslâm düşmanlığı ve müdahalecilik, 11 Eylül’le beraber tek bir ideolojik-programatik zincirde bütünleşti. Adım adım Trump ön-faşizmine gidecek yol, 1990’ların paranoyak ortamındaki korkuların böylece bir araya gelmesiyle şekillendi. Bush ve Trump hükümetleri arasında bu açıdan bir süreklilik vardır, Mike Pence gibi şahısların rolü burada önemlidir. Bu çizginin kitleselleşmesi için ise 2008 Krizi sonrası ekonomik daralmayı ve Obama hükümetinin bankaları kurtarmak için halkı borçlandırmasından doğacak öfkeyi beklemek gerekecekti.

SONRASI

Sonrasını az buçuk biliyoruz. Kabaran milliyetçi dalgadan faydalanan Bush, hem ikinci defa başkan seçildi, hem de kendinden önceki Demokrat başkan Clinton döneminde gündeme gelmiş Afganistan ve Irak işgallerini uygulamaya koymanın bahanesini buldu. Bu işgallerden özellikle ikincisi sudan olduğu gayet açık sebeplerle gerçekleşti: Tüm iktidarını laik milliyetçilik üzerine kurmuş Baasçı Saddam Hüseyin’in el Kaide’yle ne işi olurdu? Hele ki son on yılını Birleşmiş Milletler gözetiminde fakir fukara geçirmişken!

İki işgal de doğalgaz, petrol vb. doğal kaynaklarla olduğu kadar, ABD’nin bölgedeki jeostratejik çıkarlarıyla da ilgiliydi. Bölgede İran etkisinin önüne geçmek ve Rusya’nın yeniden ayağa kalkmasını önlemek için Ortadoğu ve Orta Asya’da doğrudan askeri varlık vazgeçilmezdi. İki ülkede de ABD, hızlı birer zafer ve aynı hızda birer kukla hükümet kurmayı planlıyordu.

Gelgelelim, evdeki hesap çarşıya uymadı. Afganistan savaşı, yirmi yıl sürdükten sonra Amerikan hezimetiyle sonuçlanıyor. Irak’ta ise Amerikan ordusu Bağdat’ın kenar mahallelerinde kaybolarak öldürüp öldürülmekten başka bir şey elde edebilmiş değil. Petrol kontrolü bir süreliğine Amerikan eline geçti, ama Irak’ta kalıcı bir varlık sağlanamadı. Bugün Irak üzerinde İran etkisi daha fazla. Dahası, Amerikan işgal ordusu, eski Baasçı generallerle tekfirci grupların işgale karşı birleşerek Irak İslam Devleti’ni (daha sonra Irak Şam İslam Devleti – IŞİD) ta 1999’da, burnunun dibinde kurmasını bile önleyemedi.

ABD’nin içinde de işler öyle umulduğu gibi gitmedi. 1990’ların Clinton-vari ‘küreselleşmiş liberal demokrasi’ havarilerinin pembe hülyalarının aksine, keskin ve kesif bir ırkçılık-milliyetçilik furyası aldı yürüdü. Aynı anda savaş bahane edilerek içeride söz ve hareket özgürlüğünü kısıtlayan, her yere kameralar ve dinleme cihazları doldurulmasını tasarlayan Yurtsever Yasası hızla yürürlüğe sokuldu. Şimdiki ‘ilerici’ başkan Biden, bu yasanın baş mimarıdır.

Irkçı-milliyetçi mayanın tutmasında bizzat Clinton-Obama-gillerin yoksullar üzerindeki yıkıcı etkisi çok önemlidir. New York’un kaderi bu noktada örnektir. Bombalarla enkaz hâline gelmiş şehri yeniden şenlendirmek yerine zaten ateş pahası araziler hepten finans ve gayrimenkul spekülasyonuna açılmıştır (aynı senaryo 2004 Katrina Kasırgası felâketinden sonra New Orleans’ta tekrarlanacaktır). Cumhuriyetçi, gerici Bush döneminde atılan bu adımları Demokrat, sözümüz ona ilerici Obama geriletmek şöyle dursun, üstelik tam da finans ve gayrimenkul sektörleri 2008’de infilâk ettikten sonra, tam hız desteklemiştir!

İşte böylece geldik bugünlere…

BUGÜN: ADAMI HELİKOPTERDEN ATARLAR!

ABD, Ortadoğu saldırılarını başlattığı zamanlarda Ortadoğu münevver efradı arasında destekçisi çoktu. Laiklik, modernlik, hatta demokrasi adına ABD askerinin Ortadoğu’da terör estirmesine, Arap’ı Acem’i Afgan’ı kör kurşuna değilse açlığa ve uyuşturucu trafiğine kurban etmesine alkış tutuluyordu. Gel gör ki ABD’nin her adımı, bu halklara özgürlük getirmek şöyle dursun onları daha da esir ediyor, kinlerini daha bir körüklüyordu.

Bugün bu yalan tüm aczi ve çıplaklığıyla ortadadır. ABD’nin laiklikle, demokrasiyle hiçbir alışverişi yoktur. Bölgedeki iki büyük müttefikinin biri Siyonist İsrail, diğeri teokratik monarşi Suudi Arabistan! Düne kadar Afganistan’da müdafaa ettiği rejimin resmi adı ‘Afganistan İslâm Cumhuriyeti’dir!

Ama işin bu ahlâkî ve politik yanını bir yana bıraksak, sadece çıkarlara odaklansak bile, ABD’nin ipiyle kuyuya inilmeyeceği artık açıktır. Bölgedeki hedeflerinin bir tekini gerçekleştirememiş, yirmi yıllık bir savaşa trilyonlarca dolar döktükten sonra süklüm püklüm çekilen bir güç var karşımızda. Çekilme esnasında basına yansıyan görüntüler her şeyi tüm açıklığıyla ortaya koyuyor: Sırtını o güne dek Amerikalı efendilere yaslamış işbirlikçileri aynı Amerikalılar, helikopterden aşağı itiyor…

Dahası, dünyaya adalet dağıtması beklenen ABD’nin kendine hayrı yok. Afgan ve Irak savaşları, 20 yıl önce İkiz Kuleler saldırısını bahane ederek başladı dedik. Bugün saldırının kurbanlarının aileleri, saldırı sonrasının yasa kalemşoru Biden’a ‘Biz hükümetin saldırı konusunda açıklamalarına itimat etmiyoruz, siz bu yıl anma törenine gelmeyin’ mesajı gönderdi! Yani kendi halkı bile ABD hükümetinden yüz çevirmiş durumda.

Elbette Afganistan’ı tekrar eline geçiren Taliban’ın savunulacak bir tarafı yoktur. Şu anda takiyye altında ‘ılımlı’ geçinseler de, kontrolü ele aldıkları anda vahşileşeceklerine şüphe yoktur. Yalnız bu baskıcı güce karşı koyacak olan da emperyalizm yanlısı güçler değil, Afgan halkının kendisi olacaktır. Bu hakikati en iyi ifade eden, yine bir Afgan kadın hakları savaşçısı oldu: ‘Eskiden üç düşmanımız vardı: Batılı işgalciler, Taliban ve Kuzey İttifakı. Şimdi bunlar ikiye düştü’. (3)

SONUÇ YERİNE

11 Eylül sonrasında dünya Batı işgaliyle İslamcı terörizm ikileminde sıkışır gibi oldu. Saldırıların yirminci yılı, bu ikilemden çıkmanın da izlerini taşıyor.

ABD halkı, 11 Eylül travmasını atlatacaksa, hem kendi içindeki ezilen halklara – göçmenler, siyahîler, Müslümanlar, yerli halklar vb. – hem de Ortadoğu halklarına çektirdiği ezayı idrak ederek atlatacak. Bunun sinyallerini görmek şimdiden mümkün. Çok eksiği gediği olsa da son altı yıl, Siyahî Hayatları Değerlidir (Black Lives Matter, BLM) hareketinin ve özellikle Filistin ve Latin Amerika çevresinde anti-emperyalist mücadelelerin yükselişine tanık olduk. Amerikan sağı ise bir yandan 11 Eylül histerisine tutunmaya devam ediyor, bir yandan da BLM türü hareketleri ‘Ama tüm hayatlar değerlidir’ gibi lâflarla boğmaya çalışıyor. Siyahî komedyen Michael Che, bu ikiyüzlülüğü en özlü biçimde dile getiriyor: ‘Ben de bu 11 Eylül’de üzerinde ‘Tüm Binalar Değerlidir!’ yazılı bir gömlekle dolaşacağım!’

Gelelim okyanusun beri yanına. Ortadoğu’da bir hak mücadelesi kazanılacaksa, bunu başaracak olan Ortadoğu halklarının kendisidir. Kimse, hele ki ABD, onlar adına bu mücadeleyi vermez, veremez. Bu halklar, kendi kaderlerini çizmeye kadir ve talip olduklarını 2010 Tunus Devrimi’nden 2019 Cezayir Devrimi’ne kadar, parça parça ve eksikliklerle dolu da olsa, defaatle kanıtladılar. Afganistan’da da kanıtlayacaklardır.

Ve nasıl ki 2011 Mısır Devrimi, 2012’de ABD’de Occupy (İşgal Et) hareketine ilhâm olduysa, bu yeni mücadeleler de ABD içinde ırkçılığa ve emperyalizme karşı hareketlerde yankı bulacaktır, bulmaktadır.

2000’lerde ve 2010’larda her yer kan kızıla boyandı: Suriye, Libya, kesintisizce Irak ve Afganistan… 2020’lerin Cemal Süreya’nın Ortadoğu şiirinde dediği gibi olması umuduyla:

Her yerde

Morarıyor

Faltaşı…

1-Vijay Prashad, The Death of theNation and the Future of theArab Revolution, University of California Yayınları: Oakland ve Los Angeles, 2016, s. 73.
2- Bu hissin teşhis ve analizi için bkz. Mike Davis, ‘Flames of New York’, New Left Review Vol.1 no 12, Kasım-Aralık 2001. Aynı hissin daha psikanalitik bir serimi için bkz. Slavoj Zizek, Welcome to the Desert of the Reall Verso: Londra ve New York, 2002.
3- Aktaran Tarık Ali, ‘Debacle in Afghanistan’, New Left Review sidecar, 16 Ağustos 2021, https://newleftreview.org/sidecar/posts/debacle-in-afghanistan