21. yüzyılda ‘terör’ neden mümkün değildir?

İnsanlar artık olaylar üzerinde kafa yormak, onlara dair bir şeyler hissetmeyi beklemek yerine bunu bir imaj’a dönüştürmeyi yeğliyor durumdalar.

Abone ol

Mete Özyılmaz

"Yapay bir düzeni anlayıp yorumlama çabaları, ideal hedeflerine ulaşamamaya yazgılıdır."

Madde, ışık hızına ulaştığında artık madde olmaktan çıkar ve enerjiye dönüşür. Saf ve kusursuz enerjiye. Bir başka deyişle madde, özüne ait etmenlerden mahrum kalmış ve kimliğini yitirmiş duruma geçer. Bu andan itibaren artık söz konusu bu post-maddeyi maddesel kriterlere tabi tutarak değerlendirmek mümkün değildir ve bu gibi incelemeler yanılgıyla sonuçlanacaktır. Burada, artık kesin olgular ve durum tespitleri yapmaktan ziyade matematiksel hesaplamanın gücü, ancak limitin sonsuza gittiği bir ihtimale dayalı olarak yapılabilen kimi olasılıklardan ibaret kalır. Peki bunların konumuzla ne alakası vardır ve matematik bir işimize yarayacak mıdır?

20. ve 21. yüzyıl, tabiri caizse dünyanın enine boyuna dönüşüm geçirdiği bir dönem. Bu son yüzyıl boyunca maddesel limitlerin zorlandığı ve Baudrillard’ın deyişiyle enformasyonun hızlanmasının baş aktör olduğu bir çağ aralandı. Öncesinde televizyon, radyo ve benzeri araçların bulunması, ardından bilgisayar, öldürücü darbe olarak gelen internet ve ona dayalı sosyal medya ile birlikte her geçen gün daha da hızımız artıyor. Metaverse ve türevi birçok teorik fikrin büyük şirketlerce pratiğe dökülmeye çalışıldığı günümüzde, artık durmak ve soluklanmak için yeteri kadar zamanımız yok gibi gözüküyor. İletişimin bu denli hızlanması, şüphesiz güç dengelerinin de belki kökünden sarsılmasına -ya da daha iyimser tabirle evrim geçirmesine- sebep oluyor.

Limiti sonsuza doğru götürdük ve maddesel çeperlerimizden çıkmaya çalışıyoruz. Böylece, bizi değerlendirmek için üretilmiş olan eski retoriklerin ve gerçekliklerin önemi tartışmalı bir vaziyet alıyor. Nitekim, Bacon’un hakiki gücün bilgi olduğu yönündeki tespiti; bugün hala kullanılabiliyor olsa da bunu, kendisi de hızlandırılmış ve 16.yüzyıl retoriklerinden soyunup milenyuma uyarlanmış olmasına borçludur. Daha açık izah etmek gerekirse, evet bilgi eskiden olduğu gibi bugün de güçtür. Hem de hiçbir sınırı olmayan, karşı konulamaz devasa bir güç. Fakat, yine Baudrillard’a atıf yapacak olursak bugün yaşanan, bir enformasyon çağıdır. Bu tanım, enformasyon denilen bilgi aktarımı ve bilgilenme çeşitlerinin hyper- hızlanmasıyla birlikte gelen bir enerjiye dönüşüm halidir. Bu halde, artık bilgi kendisinden başka bir mesaja sahip değildir. Ne gönderen (messenger) ne de alıcı (receiver), mevzubahis mesajla, salt mesajın içeriği için ilgilenmektedir. Hayır, gerçekte olan, bilginin kendisinin hem iddiası hem ispatı oluşu, yani kendi kendisine gönderme yapıyor oluşudur. Burada, artık bilginin sınanabileceği, birinden bir şey koparabileceği yahut birine bir mutlaklık katabileceği bir durumdan bahsedilemez. Yani o, bir aktarım veya bir amaç uğruna değil; yalnızca kendisi ve enformasyon uğruna iletilip alınmaktadır. Bu, anlam ve mesaj üretiminin geldiği son nokta olduğu gibi artık tarih de durmuştur. Takvimlerin ilerliyor oluşu ise eski bir retorikten fazlası değildir ve yukarıda anlattığımız nedenlerle günümüzü açıklayabilmekten uzak kalmıştır. Tarih durmuş, anlam sonlanmıştır zira limit sonsuza giderken kendimiz olarak kalmamız mümkün değildir. Işık hızında enerjiye dönüşen o post-madde gibi bizler de, enformasyon çağının bu son raddesinde birer enformasyon nesnesi konumuna indirgendik.

O halde, artık mesajı oluşturmakla, almakla, taşımakla yahut aktarmakla mükellef olan her bir öznenin de DNA’sı değişmiş olmalı. Söz gelimi, mesajı taşımakla yükümlü olan bir araç ile başlayalım: Haberler. “Haber” kavramı da özünden koptuğundan artık onun yeniden tanımlanmasına ihtiyacımız var. Tarihin durduğundan söz ettik. Tarihin durduğu bir uzamda yenilikten (new) bahsedilemeyeceğinden, kelimenin anlamı açısından haberlerden (news)  de bahsetmenin imkanı kalmamıştır. Bu durumda haber dediğimiz yegane şey, enformasyon hızına yetişmek için içini boşaltmış ve bir eğlence programına dönüşmüştür. İvme topluluğu olarak bizlerin haberden anladığı, günlük üç-beş defalık seanslar halinde aldığımız rahatlatıcı haplardan ibarettir. Consumer Society’de Baudrillard bunu, insanın içinde kalmış son vicdan kırıntısına atıfla çözer. Şöyle ki, günümüzün katı, disipliner ivmeli toplumunda dahi insanlar kişilik ve duygu sahibidirler. Şayet dünyada olup biten tüm acıları duyumsayacak olsalar, o halde var olanın sürüp gitmemesi için ellerinden geleni yapmak isteyeceklerdir. İşte haber kavramı tam burada devreye girer ve günü kurtarır. Zira bu kısa haber seanslarıyla beyaz yakalılar, mavi yakalılar, kısacası herkes, her gün kısa süreli vicdan mastürbasyonlarına maruz kalmakta ve düzeni zehirleyecek duygularını kontrollü bir şekilde boşaltmaktadır. Baudrillard’ın söylediklerinin biraz anti-kapitalist kaçmasını bir yana bırakacak olursak, haklılık payı olduğunu söyleyebiliriz. Buradan anlamamız gereken, büyük acılara, olumsuzluklara yer olmayan günümüz dünyasında (çünkü acılar ve diğer bütün olumsuzluklar yavaşlatıcı bir etkiye sahiptir ve enformasyonun sürekliliğine ket vuracağından new-age yaşamdan dışlanmıştır) (bkz. Byung Chul Han) artık büyük ve sürgit olaylar olamayacaktır. Böylesi olayların vuku bulamayacak oluşu insanların büyük acıların gölgesinde çok uzun bir süre boyunca işkence çekmeyeceğinin de garantisidir adeta. O halde, artık insanlar için gerçek manasıyla “news” kıymetinde hiçbir toplumsal olaydan söz edilemez. Olsa olsa, kameraya alınacak ve hüzünlü bir hatıra olmaktansa megabyte olacak kesitler vardır toplumsal yaşamda. Dönüp bakılmayacak fotoğraflar banyo edildiğinde, acılar silsilesi silikleşecektir. Şimdi, daha fazla ileri gitmeden son kez geriye dönüp ikinci sorumuzu cevaplayalım, ardından, geldiğimiz noktada son soruya varacağız.  

Terör nedir? Fransızca kökenli terör kelimesi, esasen “korku yayan olay” anlamına gelir. Onun korku vericiliği özü olmakla birlikte, saldırgan radikal bir grubun akıllara kazımak istedikleri bir ana fikir amacını da teşkil eder. Terör eylemi benzersiz olmaya çabalamaz, yahut onun asıl istediği hükümete ve dolayısıyla devlete gözdağı vermek de değildir. Hedefi, söz konusu devletin vatandaşlarını korkutmak, derin bir acıya boğmak suretiyle kendisini var kılma çabasıdır. Terörist organizasyon, bu eylemleriyle kendi varlığını topluma kanıtlamak istiyorsa, yapacağı saldırının da unutulmamasını ve bıraktığı acının da toplum genelinde kalıcı olmasını isteyecektir muhakkak. Nitekim, hemen her terör örgütünün kendi saldırılarını derhal üstlendikleri ve bununla övündükleri sık rastlanan bir durumdur. Örneğin IŞİD, esareti altındaki asker ve sivilleri öldürürken bunu gizli saklı değil video kaydına alarak yapar ve hatta eylemlerini olabildiğinde uç noktalara götürür. Bu terör örgütünün görünür olma istencinin geldiği radde üzücü bir gerçektir. Sonuç olarak, terörün burada kısaca anlattığımız bu tanımı, yüzyıllardır çok da değişmeden süregelen özellikleridir. Fakat, ya üçüncü soruyu sormaya cüret edersek: Korkuyu ve acıyı sürekli kılmak isteyen terör eylemlerinin günümüzde başarıya ulaşması sahiden mümkün müdür? 

Chomsky, Manufacturing Consent’de belki yanılmamış, fakat “enformasyon çağını” yakalamakta yetersiz kalmıştır. O, medyanın ekonomik daralmalar sonucu reklamlar yoluyla kapitalizmin esareti altına girdiğini söylemekle bir nebze doğru bir noktaya parmak basmış da olsa, olaylara “kötü canavar kapitalizm” gözlüğüyle bakmanın hakikate ulaşmakta tek başına etkili olmayacağı da aşikardır. Kaldı ki, Chomsky’nin iddia ettiği üzere tüm “kapitalist zenginlerin” de devletin lehine medya propagandası yapmadığı ortadadır. Medyanın olayları sunuş biçim ve insiyatiflerinin değişmesi meselesinin asıl sebebi, toplumumuzun geçirdiği büyük değişim, ivmelenmedir. Byung Chul Han’ın dediği üzere, enformasyon çağına şeffaflık toplumunun doğuşu eşlik etmiştir. Bu, dataizmin eşlik ettiği ve değerler skalasının büyük oranda değiştiği maddemizin yeni bir halidir. Guy Debort’un “gösteri toplumu” olarak tanımladığı, Bauman’ın da izah etmeye çalıştığı meseleler kanımca hep benzeri analizleri yapmaya çalışmaktadır. Hepsini bir araya getirerek buna Guy Debort gibi “görüntüler çağı” diyebiliriz.  

Bahsettiğimiz bu çağda, “şey”in varlığı görünüyor olmasına bağlı. Yani artık cogito ergo sum*, değil. Varsın, çünkü görüyorum! Artık elem verici bir olayın hatırlanması ve derinden hissedilmesi söz konusu değil. Onların, ancak -mümkünse- görülüyor olması hala toplumsalın aklında tutacak. Örneğin Bosna katliamının insanlık dışı durumu yahut acısı değil, Saraybosna binalarında kalan mermi izleridir onu var kılan. Benzer şekilde Auschwitz Hitler’in varlığının bir numaralı delilidir. Prag’ta John Lennon Wall, sanatçının üzücü ölümünü fotoğraflayıp kaydetmeniz için müthiş bir anıtlaştırma faaliyetidir. Üstelik John Lennon orada vurulmamıştır bile! Yani artık acıların yerelliği de kalmamış durumdadır. Piksellere dökülebildiği müddetçe, acı hepimizindir. Fakat aynı zamanda hiçbirimizin. Çünkü üzüntünün bize ulaşmasıyla telefonlarımızın belleğine gitmesi arasındaki süre, neredeyse sıfıra indirgenmiştir. Bir süre önce İstanbul’da kendini ateşe veren bir adamın etrafındaki çoğu kişi onu kurtarmaya çalışmıyor, kaydetmeye çabalıyordu. Buradan da görüleceği gibi, insanlar artık olaylar üzerinde kafa yormak, onlara dair bir şeyler hissetmeyi beklemek yerine bunu bir imaj’a dönüştürmeyi yeğliyor durumdalar. Olayları kalıcı kılan bu teknolojik devrim, gerçek anlamda bir olumsuzluğun insan bedenine ve zihnine varmasını büyük oranda azaltmıştır. Bunu ister histerik bir hal olarak algılayalım, ister bir gerçeklik olarak; sabit olan bunun var olduğu ve düşüncelerimizi bunun etrafında değiştirmemiz gerektiğidir.  

O halde, bir terör saldırısının bu imajlar çağında var olabilmesinin ne kadar mümkün (ve dahası ne kadar anlamlı) olduğunu konuşmamızın zamanı gelmiş demektir. Dediğimiz gibi, fail terörist organizasyon fiilini temelde kalıcı bir korku ve acı bırakma amacına dayandırmaktadır. Buna karşın toplumumuz ise, her türlü korku, acı vb. olumsuzluğu teknolojik aleme aktarma ve geride bırakma eğilimindedir. Böylesi bir topluma artık, derin bir hüzün enjekte etmek yahut uykularını kaçıracak bir korku salıvermek eskisi kadar kolay gözükmemektedir. (Elbette işler henüz çığırından çıkmamıştır ve ne yazık ki bir terör eylemi gerçekleştiğinde o yörenin insanları korkmakta ve oldukça üzülmektedir. Fakat kıtaların ortadan kalktığını iddia ettiğimiz iletişim ağında, duyguların aktarıldığını söylemek de güçtür. Bir terör saldırısının da yerel değil, ülke yahut dünya bazında bir etki bırakmak derdinde olduğu açık olduğuna göre, biz de değerlendirmemizi ona göre yapmalıyız). Bu söylediklerimizin doğruluğu kabul edilecek olursa, terörist grupların sergiledikleri davranış ve saldırıların manasızlığı ortaya çıkacaktır. Ayrıca, bu manasızlığın bir başka boyutu daha vardır.

Dediğimiz gibi, teröristlerin birincil amacı her ne kadar halka korku salmak idiyse de, elbette saldırı, gerçekleştiği yerin meşru iktidarına yani devlete de yönelmiştir çoğu zaman. Yani terörist failin, mevcut iktidar yahut doğrudan devlet kavramı ile alıp veremediği bir sıkıntısı vardır. Bu gibi saldırılar, söz konusu devletin halk nezdindeki güvenini sarsmak veya direkt olarak o devletin vatandaşlarını düşman bireyler olarak görüp ortadan kaldırmak gibi insanlık dışı amaçlarla da yapılabilir. Nitekim, tam tersi yönden, Bauman’ın dediği gibi tarihte devletlerin de terör saldırılarından nemalandığı ve halkını kenetlemek, yığınlardan “biz” ve dışarıdakilerden “öteki” oluşturmak için kullandığı (en azından göz yumduğu) araçlar olmuşlardır. Fakat bu ikisi için de günümüzle çelişen önemli farklar vardır.  

Halbuki artık ne devletler ne de devletlerin kendilerine pay çıkardığı eski ideolojiler insanların o kadar umurundadır. İnsanları birbirine bağlayan şeyler artık doğup büyüdükleri toprakta değil, baz istasyonlarındadır. Baudrillard’ın dediği gibi siyasal iktidar, birkaç on yıldır tebaasını kaybetmiş durumdadır. Onlar, sessiz yığınlardır artık. Devlete boyun eğen değil, susan ve devlet kavramını bütünüyle (neredeyse) görmezden gelen yığınlar... Yüzyıllarca susturulduktan sonra demokrasinin yükselişiyle bir aşırı-konuşma zorunluluğuna maruz kalan bireyler, artık hep beraber susmayı tercih etmektedirler. Hep beraber, fakat kolektif bir suskunluk değildir bu. Ortada, bir depolitize olma değil fakat degovernize olma durumu vardır. Özellikle internetle beraber aradan kalkan sınırlar ve kıtalar, insanları hem bütün bir dünyayla kenetlerken, hem de kendi yerel bağlamlarından çıkmalarını sağlamıştır. Başka bir deyişle artık kültürler vardır, fakat yekpare korunmuş ve benimsenmiş bir “kültür” yoktur. Bunlar sonucunda bireyin bireylerle (bu bağın özelliklerini tartışmak konu dışı olduğundan bırakıyorum) bağı kuvvetlendiği ölçüde, devlet ve toplumsal ile ilişiği kesilmeye başlamıştır. Birey, yerelliğini yitirmiş ve artık daha küresel düşünmektedir. Küresel düşünmek demek, aynı zamanda detaylardan muaf kalmak demektir. Zira, artık ilgileneceği çok fazla işi olduğundan dolayı bireyin, her türlü küçük olaya ve habere yetişmesi, onu daima aklında tutması ve önemsemesi de pek mümkün değildir.  

Neticede devletle arası açılmış, en azından devlet merceğinde apolitikleşmiş olan bireyin, enformasyon çağında “haber” ve “toplumsal olay”, “ülke çapında acı ve hüzün” kavramlarına bakışı da bir hayli değişmiş durumdadır. Böylesi bir çağda alçak bir terör saldırısının ne kadar da anlamsız kaldığı ortadadır. Bunu söylerken, elbette çağımızdan önceki terör saldırılarının bir mana ihtiva ettiğini kastetme niyetinde değiliz. Terör, ezelden beri hiçbir getirisi ve anlamı olmayan bir insanlık suçudur. Yalnızca günümüzde bu durum, daha da görünür duruma gelmiştir, hepsi bu. Kendilerini patlatan, genç-yaşlı masum vatandaşların canını alan teröristlerin bunu anlamasını beklemek belki güç olsa da; artık yaptıklarının toplum nezdinde bir anlamı kalmamıştır. Yaptıkları anlamsız şovun yol açtığı şey onlarca ailenin dağılması, yüzlerce insanın yüreğinin burulmasıdır. Fakat ilgili insanlık suçlarını meşru göstermek için uydurdukları sembolik/ütopik sebeplerin artık günümüz toplumunda en ufak bir kıymeti veya etkisi kalmamıştır.  

KAYNAKLAR: 

Baudrillard, Jean. Simulacra and Simulation/ The Consumer Society/ The Transparency of Evil/ In the Shadow of the Silent Majorities

Chomsky, Noam. Manufacturing Consent

Han, Byung-Chul. Burnout Society, The Transparency Society

Bauman, Zygmunt. Thinking Socialogically 

Debord, Guy. Society of Spectacles