Geçtiğimiz haftalarda yaşanan
üç ayrı olay saltanat kavramını farklı boyutlarıyla gündeme taşıdı.
Dünya çapında en fazla yankı uyandıran örnekle başlamak gerekirse,
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in 71 yıllık taht süresinden
sonra 96 yaşında ölmesi ve yerine oğlu III. Charles’ın 73 yaşında
tahta geçmesi saltanat tartışmalarının bir yüzünü gösterdi. Kralın
tahta geçiş sürecindeki kraliyet seremonileri, geçit törenleri,
ayinler, top atışları ve selamlamalardan oluşan kutlamalar, geçit
törenindeki renkli kıyafetler ve çağlardan çağlara aktarılan bu
zamansız gelenek ve artık tuhaf kaçan ihtişam, birçokları
tarafından güçlü bir siyasi geleneğin sembolik aktarımı olarak
algılandı. Ancak giriş düzeyinde dünya tarihi bilgisine sahip
olanların rahatlıkla kavrayacağı gibi bu siyasi gelenek,
sömürgeciliğin kanlı mirası ve bugün hala dünyanın dört bir yanında
varlığını sürdüren İngiliz Milletler Topluluğu’nun tahakkümüne
dayalıdır. İngiltere’nin siyasi sistemi anayasal monarşi olsa da
parlamenter sistem ve demokrasi Windsor Hanedanı’nın 88 milyar
dolarlık ekonomik varlığını, sembolik de olsa 56 bağımsız ülke ve
2,5 milyar insanı kapsayan siyasi misyonunu, temsil ettiği ve III.
Charles’ın devam ettirmeye söz verdiği değerler sistemini meşru
kılmaz. Bugün sömürgeci pratiklerin devam etmemesi, sömürgeciliğin
neden olduğu ekonomik çöküşün, kaynak kaybının ve ırkçılığın
ortadan kalktığı anlamına gelmez; sömürgecilik eski sömürgeler ve
İngiltere arasındaki ekonomik bağımlılık ve devam eden kültürel
izleriyle hala kurumsal varlığını sürdürüyor. Kral III. Charles’ın
annesinin ölümünden sonraki ilk konuşmasında da siyasi geleneği
sürdürmeyi bir görev olarak üstlenmesi de bu kurumsal yapının bir
süre daha kalıcı olacağına işaret ediyor.
İkinci ve daha az dikkat çeken, hatta çoğu zaman sinik
ifadelerle değerlendirilen ölüm haberi ise 30 Ağustos’ta Sovyetler
Birliği’nin dağılmasına önayak olan Mihail Gorbaçov’un ölümü oldu.
Batı’da özgürlükçü bir lider, bir demokrasi havarisi olarak
nitelenen Gorbaçov eski Sovyet ülkelerinde ama özellikle Rusya’da
çok da sevilmeyen, pizza reklamına çıkması nedeniyle alay konusu
olan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan ekonomik
krizler ve siyasi istikrarsızlıktan sorumlu tutulan isim oldu.
Sovyetler Birliği görünürde çok milletli, merkezi planlamaya dayalı
ve sosyalist üretim ve bölüşüm ilişkilerini önceleyen bir yönetim
gibi görünse de sıklıkla Sovyet İmparatorluğu olarak
değerlendiriliyor ve tarihsel olarak emperyal öncülleriyle
kıyaslanıyordu. Bu kıyaslamaya neden olan en temel gerekçeler
Sovyetler Birliği’nin Rus İmparatorluğu’nun devamı olarak
algılanması, Sovyetler Birliği’nde çok etnisiteli, kozmopolit bir
yapının görülmesi, Rusya’nın ve Rusların yönetimde daha önemli bir
rol oynaması ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra
vurgulanan iç sömürgecilik durumuydu. Dolayısıyla Sovyetler
Birliği’nin dağılması Rusya ve Ruslar açısından imparatorluğun bir
kere daha yıkılması anlamına geliyordu. Yapılan araştırmalarda
Stalin’in en popüler liderler arasında sayılması, Putin’in
Stalin’den bu yana en uzun süre görevde kalan lider olması bu
imparatorluk ülküsünün bugün dahi varlığını sürdürdüğü ve rağbet
gördüğü anlamına geliyor.
Ancak saltanatı asıl gündeme taşıyan olay İzmir’in kurtuluş günü
olan 9 Eylül’de İzmir’de düzenlenen kutlamalardaki Cumhuriyet
vurgusu ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in yüzyıl
önceki sarayı ve saltanatı eleştiren konuşması oldu. Soyer’in
“Yüz yıl önceydi, bu toprakları yönetenler gaflet, dalalet
ve hatta hıyanet içindeydi. Gençleri kadınları çocukları geleceği
hiç düşünmediler. Sadece ve sadece saraylarındaki saltanatı korumak
için bütün milleti ateşe attılar.” sözleri sağ cenahta
tepkilere yol açtı; hem hükümet kanadında hem de sağcı basında
imparatorluğa ve saltanata yönelik savunmacı söylemler yükseldi.
Her ne kadar söylem yüz yıl önceki saltanat ve saraya yönelik olsa
da buna tepki verenler bugünkü iktidarın ve sarayın savunucuları
oldu. Siyasi analizlerde sıklıkla vurgulanan kutuplaşma durumu bu
sefer cumhuriyetçiler ve saltanatçılar hattında kendini gösterdi.
Türkiye’nin imparatorluk geçmişiyle bağı ve saltanata itibarını
iade etme çabası özellikle AKP dönemindeki neo-Osmanlıcılık
yaklaşımıyla yeniden canlandı. Bu canlanış ecdada sahip çıkmak,
dedelerimizin mezar taşlarını okumak gibi söylemlerle, televizyon
dizileri, özellikle Abdülhamit’e yönelik bir ilgiyle popülerlik
kazandı. Dolayısıyla mesele basitçe bir siyasi sistemler
karşılaştırması değil, aynı zamanda Kemalist toplum projesinin
tersine çevrilmesini, Osmanlı’nın geri dönüşünü müjdeleyecek yeni
bir toplum projesinin inşası. Tesettür modasının yükselişi, nargile
kafe zincirlerinin yaygınlaşması, vakıflar ve dernekler
aracılığıyla bir Türk-İslam düşün dünyasının hedeflenmesi ve bunun
kanaat önderlerinin öne çıkışı neo-Osmanlıcılığın yalnızca
saltanata değil, bugünün dünyasıyla bağ kurması mümkün olmayan bir
Osmanlı altın çağına yönelik özlemini gösteriyor.
BUGÜNÜN DÜNYASINDA SALTANAT DÜŞÜNCESİ
Bir siyasi örgütlenme biçimi olarak imparatorluk ve yönetim
biçimi olarak da saltanatın ne anlama geldiğini, nasıl bir
toplumsal işlevi karşıladığını doğru anlamak için bu kavramları
dünya tarihi içinde bir bağlama oturtmak gerekir. Berch Berberoğlu
devletin dönüşümünü anlatırken çok temel iki soru soru sorar:
Kapitalist dünya ekonomisinde devletin işlevi nedir ve tarihsel
olarak bu işlev nasıl değişmiştir? Devletin örgütsel biçimi
kapitalist sistem için ne ifade eder? Bu iki soru, genel olarak
dünya tarihinin ve özellikle kapitalist dünya ekonomisinin farklı
evrelerinde sistemik gelişmelere ve toplumsal dönüşümlere karşılık
gelen politik örgütlenmeler olduğuna işaret eder. Herhangi bir
siyasi örgütlenme biçiminin, şehir devletlerin, imparatorlukların
ya da ulus-devletin ortaya çıkışı tesadüfi değildir, belli bir
sistemik ve toplumsal dönüşüme karşılık gelir. İmparatorluklar,
kapitalizmin ihtiyaç duyduğu kaynakların kontrolünü sağlayacak bir
teritoryal mantıkla örgütlenmiştir. Bu teritoryal mantık
sömürgecilik döneminde kapitalist sisteme henüz eklemlenmemiş
toprakların, “uygarlaştırma” vaadiyle kontrol edilmesi, bu sayede
kapitalist birikimi artıracak kaynakların kontrolünü de beraberinde
getirmiştir. Saltanata dayalı monarşik yapılar ise meşruiyetini
kiliseden ve hanedana atfedilen kutsallıktan alan, toplumsal
sınıfların denetiminden sorumlu yönetim biçimleridir.
Sınıfların denetimi farklı politik araçlarla ve pazarlıklarla
sağlanır. Örneğin İngiltere’de sistemin anayasal monarşi olması,
Magna Carta’dan ya da 1689 İngiliz Haklar Bildirgesi’nden bu yana
monarşinin yetkisinin yasaya tabi olduğunu, sınıfsal pazarlıklarla
ve taleplerle sınırlandığını gösterir. Ancak bütün bunlar sistemik
işlevleri geçerli olduğu sürece vardır, sistem bir krizle, sıklıkla
ekonomik krizle, birikim kriziyle karşı karşıya kaldığında yeni bir
siyasi modelin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Nitekim Polanyi 19.
Yüzyıl uygarlığını tanımlarken, güç dengesine dayalı bir politik
sistem, uluslararası ticareti düzenleyen altın standardı, serbest
piyasa ve bunun ortaya çıkardığı refah ve liberal devletin altını
çizer. Bu çerçeve içinde kapitalist dünya ekonomisinin
sürekliliğini sağlayan yüz yıllık barış dönemi 1873 ekonomik
krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte paramparça olur ve 19. Yüzyıl
uygarlığının da sonunu getirir.
Saltanat savunuculuğu yapmadan önce bugün saltanatın bir işlevi,
anlamı var mı düşünelim. İngiliz hanedanının kendi sınırları
dışında bugün nasıl karşılandığını anlamak istiyorsak Barbados’un
ancak 2021 yılında dünyanın en yeni cumhuriyeti olduğunu, Prens
William ve eşinin Mart ayında Jamaica’da hanedanın köle
ticaretindeki sorumluluklarından ötürü protesto edildiğini
hatırlayalım. Benzer bir biçimde Osmanlı saltanatını savunmadan
önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist dünya ekonomisine
eklemlenme sürecini, hangi şartlarda sisteme dahil olduğunu
hatırlayalım, saltanatın imparatorluğun çöküşüne yol açan
yanlışlarından ders çıkaralım. Geçmişle kurduğunuz bağ “eski, güzel
günler” veya “kahramanlık destanı” anlayışıyla sınırlı olduğu
sürece tarihsel bilginin sağlayacağı öngörüden ve analitik katkıdan
yoksun kalırsınız.
İster Herakleitos’u dikkate alın ister Braudel’i, tarih geriye
dönük işlemez. Tarihi bugünle ilişkilendirmenin farklı yolları
olabilir, tarihsel analizin bugüne sağlayacağı sonsuz fayda
olabilir, ama bütün bunlar geçmişi yeniden inşa edebileceğiniz, o
dünya görüşünü ve yaşam biçimini canlandırabileceğiniz anlamına
gelmez. Her şey bir yana, yaşanmışı silmek, öğrenilmişi unutmak
mümkün değil. Doğruları ve yanlışlarıyla Kemalist modernleşme
projesi toplumsal bir dönüşüm yarattı. Bunu “doksan yıllık bir
reklam arası” olarak görmek, eşyanın tabiatına, zamanın ruhuna
aykırı. Bu rövanşist ve toplumsal sözleşmeyi tehdit eden, tarihsel
bilgiyi ilerici bir biçimde kullanmak yerine “biz ve onlar”
cepheleri yaratan zihniyetle bir yere varılmaz. AKP döneminin düşün
dünyasından da kültürel hegemonyasından da bir Belle Époque çıkmaz.
Özgürlüklerin bu kadar baskılandığı, konserlerin yasaklandığı,
sanatçıların hedef gösterildiği, düşünce insanlarının sivil ölüme
terk edildiği bir ortamda ne özgür düşünce ne bilim ne de sanat
gelişir. 9 Eylül kutlamalarından saltanat savunuculuğu fırsatı
çıkarmak yerine halk ne istiyor, devlet değişen dünyanın ve yeni
toplumsal taleplerin neresinde duruyor ona bakmak lazım.